15 Şubat 2010 Pazartesi

Sarhoşluk Üzerine Gibi

Az sonra okuyacağınız yazıyı sarhoş olduğum bir akşam yazmışım. Cümlelerin hepsi adeta Kurtlar Vadisi'nden fırlamışçasına beylik ve aynı zamanda bomboş.Sarhoş kafayla zamanı sorgulamaya kalkmalar, madde üzerine konuşmaya çalışmaların sonucunda götüm sıkıştığı zaman kültürel referanslara baş vurmak durumunda kalmışım. Resmen o kafayla eski sevgiliye atılan mesajların ayarında. Sanki çok sağlam bir altyapıda gibi geliyor yazarken, ama malesef karşıya ulaştığında okuyan şahıs için hiçbir anlamı yok. Çok yazık ama insan aptallığının sınırları yok. Buyrun bu rezaleti okuyun:

Geçenlerde Valide Hanım'la tarihler üzerine konuşuyorduk. Önce, 35 yılın üzerindeki eşyaların antika sayıldığından bahsettim. Kendinin antika olup olmadığını neşeyle sordu. O da gelecek cevabın gaz verme içerikli olacağını bilerek soruyordu bunu, ama yine de bu tip ilişkileri devam etmek için oynana neşeli oyunlar. Sen antika değilsin ulan, en azından dizileri takip ediyorsun, halbuki Leyla Soykut'un çevirdiği kaç tane 65 basım Dosto kitabı dizileri takip edebiliyor ki, rahat olunuz Valide Hanım'cığım, dedim içimden.

O belirtmeden önce de çok düşünüyordum. Elimde 1958 ya da 1963 basım kitaplar vardı. Onların varlığını nasıl ele alabilirim hala bilmiyordum. Arada gerçekleşen siyasal toplumsal olaylara ne kitapları dahil edemiyorum. Arkası doldurulmadan oluşan yorumlar gibi dursa da, en azından aranızdan birkaçınızın bu konu üzerine düşündüğüne inanmak istiyorum. Zaman meselesi üzerine şimdi konuşmam tabii. Samimi olmadığım halde aniden karşılaştığım bir insanla yaratmaya çalıştığım diyalog gibi bu zaman meselesinden bahsetmeye kalkışmak. Bu konudan bahsetmeye kalkışınca, olmayacak, aptal sırıtmalarla yüzyüze kalacağız çift taraflı olarak.

"Biliyorum canım günlük yaşamaıyorsun, ama yine de yazıyorum." saçmalığına düşmemek önemli galiba. Eşyalar tabii ki kendilerince fark edemeyecekler durumu, bizim için bir eşyanın zamanı fark etme meselesine herkes ayrı yorum getirecektir. Elimde sahaftan aldığım bir "As I Lay Dying" var. Murat Belge çevirisi. Başkası çevirse ne düşünürdüm 1968den bu yana geçirdiği sürede? Kitabın kendisinin bir şey fark ettiğini varsaymıyorum. Sadece, bizim onun için geçen süreyi nasıl algıladığımızı düşünmek istiyorum. Çünkü bir bakış açısı kazandırmak, durduk yere Fabl görünümüne sebep olacak. Halbuki yarın yakabilirim o kitabı ve umrumda olmaz.

Bu durumu daha fazla uzatabilecek algım yok zaten, lineer şeyleri bile algılamak bünyeyi zorlarken durduk yerde zaman üzerinden çıkarım yapmak Kurt Vonnegut gazı vermek olacaktır. Bunu yapamam.

İkinci bir mesele olarak Kumbağ, Kumburgaz, Şile, Ağva, Tuzla, Eskihisar, Polonezköy gibi mekanların ortak bir özelliği var gibi. Geçen sene Etrafta'da, 60ların cemiyet hayatının yazlık evlerinin fotoğraflarını görmüştüm Darıca civarında. Nasıl da o yurtdışında görmeye alışkın olduğumuz altmışlar mimarisiydi, ki sonrasında biraz doğusunda bir mekanda Orhan Pamuk da bunun ekmeğini yiyecekti. Halbuki benim için şu an "yazın yaşanılan mekanlar" isminin arapçası bile gelmediği için kullanamıyor, yarım saatir hangi kelimeyi yerleştireceğimi düşünmek zorunda kalıyorum. "taziye" bile aklıma geldi.

Neyse, İstanbul'un hem doğusunda hem batısındaki yazlık mekanların çoğunu kışın da gördüğüm için haklarında konuşabileceğimi düşündüm. Öncelikle boşalmış yazlık siteleri gördükçe, rüyamda boşluğa adımımı atıp düşmüş gibi hissediyorum. Bu rahatsızlığın var olmasının sebebi, Ege evleri tarzında yapılmış evlerin aslında hiç de Ege evi olmaması, bu gariplerin görünüşlerinin sadece yazın ortaya çıkması ama aslen geri kalan 8 aylık diliamde kendilerini reddedecek yapıya sahip olmalarından kaynaklanıyor galiba. E be mütteahit ağa, sen gidip bir evi Rodos'a kurabilecek şekilde yaparsan, bu Güney Marmara'ya da ters gelir, Kocaeli-Çatalca Yarımadası' na da ters gelir.

Tabii imar mekanı kalmamasıyla birlikte, 90ların ortasından itibaren bu tip yapıların inşaatı azaldı Marmara Bölgesi'nde. Ama, çoğu yazlığa uzak olan bakkalar hep akılda kaldı. Ben hiç bakkala yakın olan yazlığa denk gelmedim. Hep çirkin naylon beyaz poşetler içerisinde eve iki ekmek taşıdım. Geçen seneden beri nemden mahvolmuş kilidini değiştirmek zorunda kaldığımız evlere. Aslında bizim olmayan eve.


P.S: Bunu normal kafayla yazıyorum, allahaşkına şu son cümledeki şiirsel bitirme gerzekliğini görüyor musunuz? Keşke bir de üç noktayla bitirseymişim tam sıvanmış olurdu o zaman. O yüzden buraya Hz.Ali'den bir alıntı yapıyorum: "İçki bütün kötülüklerin anasıdır."

P.S2: Sinirlendim fotoğraf bile koymuyorum ulan!

P.S3: Bu da basın ilkelerine uymaya yemin etmiş arkadaşlar için geliyor. Bu az sonra yazacağımı, günlük hayatta kullananların yüzüne tükürme kararı aldım: "Bir köpek adamı ısırırsa haber değildir, bir adam köpeği ısırırsa haberdir." Eğer kavga deneyiminimiz varsa, hiç düşünmeden dalın, ama önce mutlaka yüzüne tükürün derim ptüüühh diye.

P.S4: Ya bide ilkokuldayken bi burun deliği hep sümüklü olan çocuklar vardı, ne oldu onlara?

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Copyright © 2010 MONTEYN