29 Kasım 2010 Pazartesi

Bugün George Harrison öleli dokuz yıl oluyor. Döneminin neredeyse tüm müzisyenleriyle dost olmasını çok seviyorum. O yüzden şu an Travelling Wilburys videosu mu koysam ne yapsam diye düşünüyordum, ama onun yerine geçenlerde denk geldiğim başka bir şeyi koyacağım. Neredeyse herkes var videoda. The Beatles elemanlarının solo albümlerinden de en çok All Things Must Pass'i dinlemişimdir galiba.



P.S: Seksenlerdeki basçılarda omuzda hayvan besleme merakını bir türlü anlayamadım. Bir de Steinberger Bass merakı
En sevmediğim enstrüman türü, hangi cin fikirlinin aklına gelmiş onu da anlamıyorum. "bak sapı şimdi tersten yapıyoruz, dipten akort falan", yok muydu lan koca firmada akıllı biri, adamı derhal kovsun işten.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Steve Jobs Üzerine



Unutmadan bundan bahsetmek istiyorum, geçen gün Apple'ın sitesine girdim. Devasa boyutta The Beatles itunes'da reklamı var. Zaten biz bunları kitaplarımızda yazdık, neyse zannımca Steve Jobs Kayseri asıllı. Bir insan bu kadar mı çakal olabilir arkadaş, her şeye posta koyuyor. Sonra tükürdüğünü yalıyor falan, biliyorsunuz bu firmanın çeşitli cihazları normalde flash'ı desteklemiyor. Bu adam da, yieaa zaten makineyi yoruyor pilini şey yapıyor, zaten gereksiz bir şey falan diye çıkıp konuştu. Bush'un kafasına ayakkabı atan gazeteci gibi bir insan da kafasına "yarramiyeaaao" diye flash kutusu atmadı, anlayamıyorum. Ha benim firmaya ait bir adet elma amblemli çıkartmam var, o kadar. Eğer bir sosyal paylaşım ağına bir şey yazarsam(facebook değil; baktım duvarımda komikli videolar fotoğraflar, ceviz yerken sırt üstü düşen sincap, efendime söyleyeyim kapı kolunu açan kedi, cips çalan martı gibi şeyler paylaşılmıyor, vurdum kilidi birkaç hafta önce. Yoksa güzel bir icat ama benim arkadaşlarım hayırsız, aydın milleti komikli şey paylaşmıyor. Şimdi gidip Rousseau'nun duvarında Boys Anılar klibi nasıl paylaşabilirim segili okurlar?)sent from my iphone yazıyorum son cümleye zengin göstersin diye bir de.

Neyse, Le Qournasse D'orient Steve'in "Ya zaten The Beatles'ın üç beş şarkısı var, bana kalsa mesela Yesterday çok güzel yani, o olsa yeterli yani, zaten onu da alırız yakında." dememesi de bir başarı, tabii ilk postayı adamlar koyduğu için sus pus oldu. Şimdi de "yapılan büyük anlaşmalar sonucu çok önemli şeyler oldu, evet pamuk demir doğrudur" falan bir gaz var. Neyse, bu yazıyı Gerçek Kesit'ten bir sahneyle bitiriyorum.




P.S: Firmaya saygım var, ama adamla tanışsak inanıyorum ki hiç sevmeyeceğim biri çıkacak. Ayrıca videodaki terminatör müziğini tüm sevip de sevilemeyenlere yolluyorum, bir de Yalçın Küçük'e
P.S2: Bu bayrağın güncel meselelerle alakası yok. Bayrağı gördükçe hep aklıma ne manaya geldiğine bakmak geliyordu ama sürekli unutuyordum, geçenlerde baktım. Aramızda çektiğim bu acıyı çekenlerin var olabileceğini düşünüyorum, bu çevredeki çizgiler, I Ching dediğimiz(ben demiyorum kütüphanede görmüştüm bir iki kere Haruki Murakami ararken.) olay bu çizgileri bir şekilde tutturuyoruz bir prosedürü var onun. Ne tip bir çizgiyse önümüzdeki değişimlere dair genel bir bilgi veriyor gibi bir şey, yani eşekçe tanımı böyle, isteyen bakabilir mevzuya derinlikli olarak. Uzak Doğu milletleri de değişim sikine takık olduğu için bayrakları da böyle, sol üsttekinden başlayarak saat yönünde gök/cennet, su, toprak/yer, ateş anlamlarına geliyor. Off nasıl anime izleme eylemini aşağılayasım var ama hiç iştahım yok şu an. Sanmayın Uzak Doğu Kültürü'ne bir antipatim var, aksine birçok olaylarının ve başta Haruki Murakami(gerçi biraz Amerikan duruyor ama olsun), Yasunari Kawabata olmak üzere yazarlarının da hastasıyım, mimarisinin de; ayrıca Fransa Büyükelçisi sıfatıyla bulunduğum sırada daha birçok mevzusuna da hasta olmuştum. Animeden kastım filmler ya kısa diziler değil, 300 bölümlük dizilerden falan bahsediyorum. Eğer aranızda, bağlamam çift tezene, anime izlerim izlemem sana ne? diyen olursa, saygıyla karışık bir üzüntüye gark olurum. Gözlerine yazık, otuzbir çeken cüce kalıyormuş gibi bir şehir efsanesi yayacağım "anime izleyen uyurken burnunda dev bir balon inip şişiyormuş" diye. 300 bölüm düşünün, Yalan Rüzgarı(a.s) 9530 bölüm zaten. Onunla dalga geçip "obüü yoo yolon rüzgoru vordu nö komüktü" gibi garip muhabbetler edenler var, ulan her bölümde nasıl heyecan yaşıyorsun aga ben anlamıyorum, adam girdiği dövüşlerin %93ünü falan ilk karşılaşmada yenmek zorunda yani. Geri kalan %7 de yenemediği için değil ha; 30 bölüm sonra aynı adamı çıkartıp onu da yenecek. Öyle gözleri dönmüş ki, sonunu bile bile izliyor 300 bölüm, ciddiyim 300 bölüm izliyor, sırf Britanya'lıların cliffhanger dediği şey yüzünden izliyor. Mesela 100 bölümden fazla bir Anime'yi izleyen insanın zekasının gerileyeceğine inandığım için diyaloğa girmemeyi tercih ediyorum. Keza ağzını şaplatarak yiyenlerin de istisnasız olarak sevmediğim insanlar olduklarını fark edince şaşırmam gibi bunu da fark ettiğimde çok şaşırmıştım.

P.S3: Bildiğim birkaç ismi araştırırken pokemonun 673'ten fazla bölümü olduğunu öğrendim, ne diyeyim ki yani, izleyen var yapıyorlar.(Gerçekten çok yaratıcı bir bitiriş cümlesi, geçenlerde duyduğum "çalışırsam olur, çalışmazsam olmaz."la pragmatizm konusunda başabaş gidiyorlar.)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Gaudi Üzerine

Antoni Gaudi diye bir herif var, zamanının ünlü mimarlarından kendisini 1926 yılında kaybettik. Yukarıda yarım bıraktığı Sagrada Familia isimli kiliseyi görüyorsunuz. Durun bir tane de farklı açıdan resmini koyayım.
Herif 1926'da öldüğünde kilisenin daha çeyreği tamamlanmış halde kalıyor, araya İspanya İç Savaşı falan da girince kimse sallamıyor mekanı, şimdilerde Gaudi'nin ölümünün 100. yılına yetiştirmeye çalışıyorlar. Neyse bu yarım kalmış inşaatı göstermişken bir de şu aşağıdakini göstereyim dedim. Bir kısmınızın gördüğünü tahmin ediyorum. Mimarı falan da ölmedi bu arada, herkes yaşıyor. Durduk yere Olacak O Kadar duyarlılığı yaptım, pıyyy. O zaman cümleyi de o kafayla bitireyim, eee başımızdakiler böyle oldukça daha çoook bina yarım kalır. Tabii bu söz beni bağlamıyor, Fransa'da öyle bir sorun yok.

Yamuk Bacaklılar Nasıl Pantolon Giymeli Üzerine


Valla ben de bilmiyorum nasıl pantolon giymeli, ama kadınsa kalçayı ortaya çıkaran bir şey giymesini tavsiye ediyorum. Bûloğa bunu arayıp giren olmuş, ben de artık halkın isteklerini göz önünde bulundurma kararı aldım. Yani zaten yamuk bacak nasıl oluyor, içe patel mi? Yoksa aynen ( ) şu şekilde(aynı zamanda bir Sigur Ros albümü, adamlar yamuk bacaklara albüm yapmışlar vay canına) olan bacaklardan mı? Eğer öyleyse bol siyah pantolon giymelerini öneriyorum, mümkünse kalça kısmı dar olsun. Neyse, şimdi konuya geliyorum, geçen gün Fatih Akın'ın "Yaşamın Kıyısında" isimli filmini izliyordum, yine bu bahsettiğim "BAKIN MESAJ VERİYORUM HAHAHA" meselesinden ötürü filmin pek bir numarası yok, estetik rezil olmuş, ayrıca şu farklı hayatların kesişmesi sikinden de bi vezgeçemediler, Magnolia var lan zaten, neyse burada film eleştirecek değilim. Tuncel Curtis oynuyor onun için kısaca bir şeyden bahsedeceğim.

Bu Tuncel Curtis denen adam biliyorsunuz, 50'lerde İngiltere'ye gidiyor bir süre orada yaşıyor, bakallık yapıyor, zaten o dönemde yaşadıklarını Fransa'ya uyarlayıp İBrahim Bey ve Kuran'ın Çiçekleri isimli film çekilmiştir. İngiltere'nin bakkal ihtiyacı doğu ülkelerinden karşılanıyor. İngiliz bir hanımefendiyle evlenip nikahına alıyor, ve çocukları Kevin doğuyor. Tabii çocuk iki isimli olacak ananelere göre, ilk isim olarak Tuncel illaki Faysal da Faysal diye diretiyor, karısı tatlı dille "Bak Tuncel, İslamofobi denen şeyin yükselişine 10 bilemedin 15 yıl kaldı, çocuğu yakma" diyor, tabii ki bunu anlayışla karşılamayan Tuncel "amaan ne haliniz varsa görün be, ben gidiyorum" diyip kapıyı vurup çıkıyor, gidiş o gidiş, önce boşanma kağıtları eve geliyor, 15-20 yıl sonra da Almanya'da çektiği bazı filmlerin haberleri geliyor, karısı Deborah ve oğlu küçük Ian'a. Evet dostlarım bildiniz. Ian Curtis, Tuncel Curtis'in has be has oğludur, hatta ses tonundan da bunu teyit edebilirsiniz. Ancak işin en üzücü yanı, kendisinin intiharının çeşitli hurafelere dayandırılmış olmasıdır, aslen baba eksikliğiyle büyümüş olan Ian, ap,esrar, oroyin ne bulduysa içmiş, pide gibi kafayla şarkılar yazıp Joy Division* yani, Neşe Tümen'i isimli grubu kurup çeşitli şarkılar söyleyip bu baba eksikliği vesilesiyle intihar etmiştir. Grubun son şarkısı Decades de "seni on yıllardır görmüyorum" gibi bir anlam taşır, babası için yazılmıştır.


*Joy Division İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudi kadınların toplama kamplarında zorla fahişe olarak çalıştırıldıkları mekana verilen isimlerden biri. Tabii bunun gerçek mi yoksa kurgu mu olduğu tam olarak belli değil, çünkü terim ilk olarak The House of Dolls diye bir kitapta geçiyor ve bunu var olup olmadığı belli olmayan bir günlüğe dayandırıyor. Bu demek değil ki, kadınlara tecavüz edilmemiş, Ahmedinejad mıyım lan ben?

P.S: Mademoiselle Schizoide "mimlemek" denilen bûlogculuk cemaatinde verilen "+rep emeğe saygı" gibi bir şey vesilesiyle beni mimlemiş, teşekkürler. Çeşitli sorular var ancak bunlar Marcel Proust'un meşhur ettiği sorular olduğu ve şu an Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazmakta olduğum ve tam bir cilt daha fazla yazıp Proust'a geçirmeye çalıştığım için cevap veremeyeceğim sanırım, ancak nefret ettiğim sesin ergen erkeğin heyecanla bir şey anlatmaya çalıştığı sesi olduğunu hiç düşünmeden söyleyebilirim. Orada bu soru yok ama en sevdiğim sayı 72, sesi de her zaman 72'de tutuyorum, her yere 72 yazmak istiyorum. Bu kadar.

P.S2: Sigur Ros demişken, buyrun en sevdiğim şarkısı kendilerinin, 2.45'den sonra gözlerinizi kaparsanız, uçağın kalkışı sırasındaki o hayvani gücü hissedeceksiniz zihninizde:

23 Kasım 2010 Salı

Taksim Üzerine


Mekan olanı değil, insan olanı üzerine. Yıllardır adı Taksim olan bir gitarcıyı beğenip övüyoruz, abi o November Rain nasıldı ya, falan filan diye, fakat Burçin- Gitarımla Türküler Söyledim'i, efendime söyleyeyim bir Sarp- Siyahın Matemi gibi isimleri hor görüyor, çevresinde çember olup Yumurcak'ın mahalle arkadaşları gibi itekleyip duruyoruz, yazıklar olsun.

Adamın adı Kovakafa lan! Mesela Erik Satie kendine Orgcu Serseri deseydi, ya da Wagner kendine Kaçak Gönül ismi koysaydı ciddiye alınmayacaktı, ne üzücü. Ayrıca onların da şarkı isimleri uzun misal: "Hoho! Hoho! Hohei! Schmiede, mein Hammer, ein hartes Schwert! Hoho! Hahei! Hoho! Hahei! Einst färbte Blut dein falbes Blau" oha lan insan id3 tag'i hiç düşünmez mi, onu bırak anası babası da adamı düzgün müzik yapıyor sanıyor, sorsalar "canım bi saniye gelir misin? şu senin o damar şarkının adı neydi?" d,ye "Hoho! Hoho! Hohei! Schmiede, mein Hammer, ein hartes Schwert! Hoho! Hahei! Hoho! Hahei! Einst färbte Blut dein falbes Blau" mu diyecek? En azından bir kısaltma bulması lazım, günümüzdeki halefleri de aynı hatayı yapıyor, mesela geçen gün otobüsle yolculuk ederken Leonard Cohen- Famous Blue Raincoat yazan şarkının hemen altında şu şarkıyı gördüm: " Murat Boz- Hayat Sana Güzel (Club-Miix- DjYunus) 2010 Kopmalıqq" benim müzikçalarımın hafızası zaten şarkıyı kaldıramayıp çöktü.

Ayrıca, Leonard Cohen- Blue Moon diye bir şarkı gördüm, şu yanlış isimlendirme meselesinden ötürü parmak aralarını kağıt kesiği atmak istiyorum bazı insanların. Bundan bir önce gördüğüm bir saçmalık da Lemon Tree'nin The Beatles'a ait olduğu gibi bir şeydi. Neyse, şarkının adı Woke up this Morning, Alabama 3'den, zaten adamla sesi nasıl karışıyor anlamıyorum, adam arada kendinden geçtiğinde uu beybi çekecek neredeyse, alın şarkı:


13 Kasım 2010 Cumartesi

Şimdi Uyuyayım Sabah Erkenden Kalkar Çalışırım Üzerine


Evet, dostlarım zamanında ben de öğrenci oldum, o sefaleti bilirim. Bugün de sizinle Dünya'nın en büyük yalanlarından biri, yani "Şimdi uyuyayım yarın sabah erkenden kalkar çalışırım." üzerine konuşacağım. Bunun diğer bir versiyonu da gece 2'de, "Beni bir saat sonra uyandır."dır, bildiğiniz gibi uyanmaz, ve sizi bundan sorumlu tutmaya çalışır; böyle durumlarda hiç düşünmeden dövüp sokağa atın bu insanı.

Gördüğünüz gibi saat 10 civarında uyuyanlar istikrarlı bir başarı sağlayarak %40'a kadar uyanabilme ihtimali tutturuyorlar, bu insanlar önceden çalışmış belki sabah tekrar için uyanıp sınavda yardıracak insanlardır. Tabii ki bu istatistikleri DPT'den aldım, çünkü bu yalanı söyleyenlere ağır nüfus planlaması uygulamayı ve hatta vazektomi ve benzeri yöntemler uygulamayı düşündüklerini biliyorum.(Bana kalsa lobotomi uygulasınlar derim) Ancak, bu demek olmuyor ki mesela, saat 3'te yatan biri 5.30'da kalkıp çalışamaz! Her zaman istisnalar vardır, London School of Economics'de bize bunu "outliers" diye öğretmişlerdi.

Saat 11'e geldiğinde artık uyusa da uyanma oranı düşmüştür, zaten 11'de yatacak kişi muhtemelen 12'ye kadar çeşitli çevrimiçi sosyal ağlarda sürtüp "canım çok tatlı çıkmışsın", "karşim, çok güzel günlerdi keşke geri dönebilsek :/" gibi yorumlar yazarak kendi hayatını sikmeye bir adım daha yaklaşır, tebrik ederim. Bunların aynı zamanda saat 3'e kadar oyun oynayanları, sabaha kadar online mesajlaşanları ve bu mesajlaşmalar esnasında "hehe yarın da sınavım var sıçtım" diye kendiyle dalga geçtiğini, efendime söyleyeyim sarkastik olduğunu sananları var ki, EVET SIÇTIN GERİZEKALI! diyecek arkadaşıyla konuşmak yerine saçmasapan insanlarla konuştuğu için kafasına dank etmeyecektir muhtemelen.

Saat 12'ye geldiğinde 650 sayfalık kitabın daha 18'inci sayfasında olduğunu gören insanın içini dert kaplar, ve "Eski sevgilinin, yeni sevgilisiyle çektirdiği fotoğrafını görmek" şeklinde adlandırabileceğim o, götten boyna doğru yukarı çıkan tutuşmaya benzer bir şey yaşamaktadır. Artık geri dönüş yoktur sevgili dostlarım, bu andan itibaren attığı "sabah erken kalkarım" yalanı sadece vicdanını biraz da olsa rahatlatmak içindir, ama başarısızlık kapıdadır sefalet kapıdadır, yazıklar olsundur.

Saat 1 ve ondan sonrası için de böyle diyenler olmasına rağmen onlardan bahsetmek dahi istemiyorum, çünkü kuracakları cümleler şuna benzerdir "Cevap 16 mıydı?", "Nasıl, Balinese Cock Fight olur lan!", "Hayır anlamıyorum Hitler'in o döne.. Neyse artık", "Aga bir kere Graduate Cyclinder haaaa doğruu" işte bu cümleleri kuranlar şüphesiz ki, yanmadan yanacaklardır, tasavvufi anlamda değil gerçek anlamda.

Electronic Üzerine


Pardon, Electronic elemanları Johnny Marr'ı ve Bernard Sumner'ı koyacaktım yukarı ama yanlış fotoğrafı seçtim, bu da çok "bilirdim gözlerin gülmezdi" tipi bloglara yakışan bir fotoğraf ama önemli değil. Belki de, belki de içimizdeki spirallerdir beni bu hale getiren, ya da değil miydi aslında kusursuz güzellik ve fibonnaci sayıları. HAYIR DEĞİLDİ! YETER ARTIK RETORİK SORULAR YÜZÜNDEN ŞİİR ÖLDÜ BE! 2004 civarı Fibonacci sayılarını övme hastalığı başlamıştı, ben hiç matematikten anlamadığım ve popüler olandan uzak kalmayı büyük marifet sanıp Da Vinci Şifresini okumadığım için Fibonacci sayıları yerine bana popülermiş gibi gelmeyen Iron Maiden ve Metallica'yı övüyordum, öyle yani.

Neyse, bu adamları geçen sene dinliyordum, bir tanesi biliyorsunuz zaten The Smiths'in ve şimdilerde Modest Mouse'un elemanı, aynı zamanda Christopher Nolan sevenler için söylüyorum, Inception'ın müziklerine de katkıda bulunmuş biri; diğeri de Joy Division ve New Order elemanı. Zaten Bernard Sumner denen sikişmişin çocuğunu hiç sevmediğimi belirtmiştim belki de önceden "Aga adam o sözleri sanatsal amaçla yazıyor sandık biz, valla bunalımda değil sanıyorduk" tipi yorumlarından ötürü. İkinci albümlerinde Karl Bartos da katılıyor, bir insanın adı Karl Bartos ise bana kalırsa doğrudan orduya girip hemen yükselip general mertebesine varmalı ve başarıdan başarıya koşmalıdır, fakat kendisi Kraftwerk elemanı olup başarıdan başarıya koşmuş.

Bu insanevlatlarının müzikleri, daha çok New Order ayarında olmasına rağmen, Johnny Marr'ın gitarının öne çıktığı bir çok parça da var, garip bir şey böyle grubun oluşması hep şaşırtmıştı beni aslında. Dinlemeden önce, "aha her an kulaklarım zevkten patlayabilir" diye heyecanla başlamıştım, ancak ortalama erken dönem gitarlı elektronik müzik yapan grupla, yine başlangıç dönemi Madchster müziği gibi bir şeyle karşılaşıp heyecanımı yitirmiştim, ama iyi şarkıları var yani. Sabah sabah aklıma geldi, söyleyeyim dedim.



P.S: Bu Manchester gruplarında şarkı söylerken elleri arkaya bağlama hastalığı var galiba, Happy Mondays de böyleydi, Liam Gallagher'da da böyle, bir afralar tafralar. Sanırım bu elemanların çoğunluğu uzun dönem askerlik yapınca elleri arkaya bağlamaya alışmış, bütün Manchester kökenli elemanlara bir adet Casio F91 yollayacağım. Şol gruplar rivayet olunur ki Bristol Sound, sallanmayan mikrofon sehpası hediye edilecek.

12 Kasım 2010 Cuma

Scarlett Johansonn'ı Güzel Bulan Beni Güzel Bulmasın


İçki masasındaki kişisel ızdıraplarımı açıklayacağım yazıdır.
Bir arkadaş çevrem var, ne zaman otursak İrlanda'yı övüyoruz, İrlanda'nın bana tek yararı Oral-B diş iplerini üretmesi olmasına rağmen, vay efendim, Joyce, Beckett(kendisinin Paris'e gelmesini sağlayan benim), Oscar Wilde, Danyal Day-Lewis derken kendimizi kaptırıp "abi ben İrlandalı'nın taşağını yiyeyim, şurada bir İrlandalı olsa da bizi sıradan geçirse"ye vardırıyoruz, tabii ki bu noktaya vardığımızda anlıyoruz ki fazla içmişiz o yüzden derhal İrlanda'yı övmeyi bırakıyoruz, fakat ben "Pollitika ve Din tartışmamaya yemin ettim!" dediğim için içki muhabbeti sona eriyor.

Trollük müessesine karşı kendimi geliştirmek için sarhoşken din ve politika tartışmama kararı aldım(!) Bunu başardığım gün zaten erermişim gibi geliyor. Hayır işin kötü yanı, diyelim ki karşıdaki daha donanımlı(muhtemelen politika alanındadır yediğim ayar sayın dostlarım, Noel'in yaklaşmasıyla yavaştan Türkiye'ye hacca gitme kararı aldım, Aya Nikola kilisesini tavaf edeceğim. Gerçi genel olarak hiçbir şey bilmiyorum iki konuda da İlhan İrem gibi biriyim aslında.Işık ve Sevgiyle) insandan ayarı yedikten 46 dakika sonra cevap aklıma geliyor ve onu söylemek istiyorum ama artık iş işten geçmiş olduğu için bir 16 dakika falan konuyu tekrar oraya çekmeye çalışıyorum, ama bakıyorum söyleyeceğim saçmalığa, daha ağır ayar gelecek bu yüzden öyle gecenin içine ediliyor. Geceleyin uyumadan önce de vicdan azabı içerisinde "allah kahretsin keşke deseydim, harf devrimi reöreöreöröe"dir diye falan diye çıldırıyorum.

Diğer bir mesele, masanın çok erken sarhoş olanını çekmek, ki kabir azabı denilen şey bence budur. Tamam salaklıkları komik olabilir ama fikir belirtirken "bakhhh, bakhhh, bi saniyye Sarkozy şimdi yanlış yaptı yani, çok şey olunca, hiç olmadı" cümleleri kurması gerçekten de çekilir gibi değil. Fakat hepimiz herhangi bir masanın erken sarhoş olanı olabiliriz, vücut her an kelek atmaya hazırdır, bu yüzden en azından sarhoş olmaya başladığımı anlarsam derhal masaya deklare ediyorum bunu ki, sonrasına günah çıkartabilmek kolay olsun. Fakat, bu erken sarhoş olanın bir de sevdalısından ayrıldığını düşününüz, işte masayı tetikleyen derhal themeyhane.com'un açılmasına sebep olan ve masanın sızana kadar dertlenip "çok aşığın var diyorlar"dan girip, "kış güneşi"yle hafiften popa kayması(kış güneşi'ne sözüm yok on numara şarkı, hatta her mp3 çalar gibi kendi mp3 çalarımda da bulunan "KARIŞIK" isimli klasörümde bulunmaktadır bu şarkı, benim, müzik dosyasını "oynax" diye isimlendiren arkadaşlarım da var) ve EĞER RAKI İÇİLİYORSA KAHIR MEKTUBU AÇILACAK! Progresifderbederlik genre'ına ait olan bu eseri ezbere bilen tabii ki de birçok müdavim vardır. Hepsine saygılarımı iletiyorum, ardından gelen Sorma'yla bünyeye zehir zerkedilip o civarlarda gezilir işte, ne gerek vardı böyle şarkı listesi oluşturmaya. Derseniz, tabii ki bu masanın ambiyansı aklınıza gelsin diye söylediğim bir oyundur, Kurt Vonnegut'un mezar taşında Tanrı'nın varlığını kanıtı için gerekli olan tek şey müziktir yazınız demiş olduğu için yazıyorum. Ha bak var mı yok mu tartışmaya girmiyorum, yeminliyim çünkü. Zaten bilmiyorum, konu hakkında yorum yapmayı uygun bulmuyorum. Neyse, az çok herkesin bir yarası olduğu için herkesin aşka gelmesi işten bile değil, ben böyle durumlarda derhal cep telefonumu bir arkadaşıma veriyorum mesela, çünkü hem mesajın bir boka benzememesi hem de atıyorum Ayla'ya gieceğine Ayhan'a gitmesi ihtimali olduğu için yormuyorum kendimi, bütün dertlerden kurtuluyorum.

Bir de, sadece o anda akıldan geçen düşünceyi arkadaşa mesaj atmak var ki bence o da çok saçma "altın madalyon olmayacaktı işte o, pembe giyilecekti" gibi mesajlar. Bunlar bir gece önce olanları hatırlatacak kilit cümleler işlevi de görmektedir aynı zamanda. Bu arkadaşlara atılanları silmiyorum ama o kafayla gönül mevzuulu mesajları sarhoşken derhal siliyorum ki, sabah kalktığımda hem gelen garip cevaplardan bir şey anlamayayım hem de rezil olayım diye. Sarhoşken ayıklığıma adeta komplo kuruyorum.

Meze sikicilerden, sevdiği müziği dinletmeye çalışanlardan(rakı sofrasında Blind Guardian açmak mesela, ya da ne bileyim Burzum falan), art arda 53 tane Ahmet Kaya şarkısı dinlemeye kasanlardan(bu da garip bir sosyolojik olgu aslında), bahsetmek dahi istemiyorum.

Saygılar

Monteyn
Fransız Aydını
Chateau de Montaigne
Bordeaux, France
Tel: +33 (0)9 69 36 39 00

6 Kasım 2010 Cumartesi

Ebeveyn Sansüründen Mağduriyet Üzerine

Şimdi bu olay, ben daha 5-6 yaş civarlarındayken yaşanıyor. O zamanlar ilk ereksiyon dönemlerimdi konuyu anneme sormuş, bunun sıcaktan olduğu gibi kısa sürede atılabilecek en kaliteli yalandan bir cevap almıştım. Sonradan bunun sıcaktan mıcaktan olmadığını uydu yayını ve çanak antenin(venus tv) ülke sınırlarına bir kanser gibi yayılmasıyla anlayacaktım, ama iki üç yıl daha vardı.( Bundan üç dört yıl sonrasında evdeki cinsel sağlık ansiklopedisine dadanıp vajinismus olsun, döl yolu iltihaplanması olsun öğrenmiştim. Bu da Fransız Aydınlığının bir parçası sayın dostlarım, eğer Fransız Öpücüğü varsa, erken cinsel bilinçlenen insanlar vesilesiyle var.) Bu arada şu an bunu yazarken Omar Souleyman dinliyorum, siz de dinleyin acaip kafası var.

(adam ağır düğün orgcusu!!)

Neyse, olaya geri dönüyorum, tabii artık o yaşlarda insanda karşı cinsin de var olduğuna dair bilinç oluşuyor. Anasınıfında Merve'yle falan takılmaya çalışıyorum yani, takılmaktan kastım peluş oyuncakla oynamaktır saygısever okurlar. Şimdi kızlarda mevzunun farklı olduğunu biliyorum fakat tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. İşte bir gün cesaretimi toplayıp Valide Hanım'a bunu sordum. "Erkeklerin pipisi, kızların kutusu olur" dedi, ve o an kafamda canlanmış olan kadın cinsel organı resmini yukarı aynen koydum.(hayır bush ya da saddam değil!) Validenin bana yelek örmessi için gittiğimiz tuhafiyecilerdeki Ören Bayan iplik kutusu aklıma geldi, altın rengi falan, ama delirmek üzereyim o yaşta "nasıl ören bayan kutusu ulan sığmaz ki!" diye düşüne düşüne filmlerdeki çamaşır makinasını izleyen çocuklara döneceğim artık, hayır çamaşır makinasında da merdaneliden otomatiğe henüz geçmişiz, birkaç yaş büyük olsam o merdanenin kaynar suyu içerisinde haşlanacağım demek ki. Ne zaman pazara çıksak düğmecilerin, iplikçilerin önünde donup kalıyorum, altıma kaçırmamın üzerinden 4-5 yıl geçmiş olsun, küçükken baba dayağı yemiş rastalı gençler gibi psikolojim bozulacak o yaşta yine gerileyip altıma işemeye başlayacağım, o derece. Bir insan organı nasıl bu kadar enigmatik olabilir, kutuna koyayım falan diye düşünüyorum. Artık çileden çıktım, gezmelere gidiyoruz, kız bebeklerin bezleri değiştiriliyor, humber humbert damgası yememek için bakamıyorum. Gel zaman git zaman, bir gün konu hakkındaki malumatımı anneme belirttim, bir ara bir düğmecide "anne kutu buna mı benziyor diye" sormuşluğum da var. Neyse, işte o da anladı artık zihnen ve bedenen normal gelişmem mümkün değil gerçeğini göstermezse, böyle yine bir altın günündeyiz, paşa çayımla hafiften demleniyorum, odaya annemle beraber birkaç insan geldi, işte bez değişirken o anda gördüm. Beynimden vurulmuşa döndüm! Nasıl olmaz lan! dedim, ellerim titriyordu, tom ve jerry'yi bir kenara bırakıp misafir terliklerimi çıkardım ve halıda secdeye varıp dünya üzerine işte o an ciddi ciddi düşünmeye başladım. Zaten çok uzun bir süre benden gerçek mevzunun saklandığına inandım o sağlık ansiklopedilerini bulana kadar. Hele bir de biliyorsunuz Alien'ın ağzından yarusu çıkıyor ya, bir de Alien'ı izlemiştim o dönem ona göre yani durumun vahametini anlayın. Demem o ki bu durumu küçükken ebeveyn sansüründen mağdur olduğum için önümüzdeki hafta, valide hanıma dava açıyorum, şatoların hepsini elinden alacağım onun.

P.S: Sonradan Valide Hanım, deer hunter amblemi olan ve bir geyiğin arkasındaki adamlı esprili genç tişörtümdeki adamın pipisine ütü basacaktı.

3 Kasım 2010 Çarşamba

von wegen von wegen von wegen


Bu arada, Kretek yazıyor ya, bazı karanfilli sigaraların üstünde. Boşnakça bir kelime olduğundan şüpheleniyordum ki, hiç alakası yokmuş onomatopoetic kelimeymiş. Nasıl biz korkunca bünyeden "yusuf yusuf" diye ses geliyorsa, bu sigaralar da yanarken "kretek kretek" diye yandığı için öyle isim koymuşlar. Mesela, Fransızcası da "les kreteque". Neyse, bir bu bir de az önce, I Ching'e benzeyen bir şeye denk geldim Vikikaynak'ta, adı "Irk Bitig". Birbirlerini andırıyorlar sanırım. Cemil Meriç gibi, Hinde vereceğim, Çine vereceğim kendimi yemin ederim.

Politik Sanat Üzerine


Öncelikle şunu belirteyim, devam eden yazıyı yaklaşık 12 saniye içerisinde çürütebilecek insanlar var olabilir, ama onlara "hmm haklısın" dedikten sonra, sığ fikirlerimin zerre değişmeyeceğini tahmin ediyorum.

Vladimir Nabokov, Lolita'nın sonunda (sonunda falan değil aslında, sonradan sonuna eklenmiş) "Lolita Adlı bir Kitap Üzerine" deyu deyu bir makale yazıyor çok önceden tabii, o zamanlar Solgun Ateş yoktu, ay yeter şu şakadan da. Neyse efendim, o makalede şöyle bir cümle geçiyor:" Benim için bir sanat eseri, kabaca "estetik mutluluk" diyebileceğim şeyi sağladığı sürece varolur." Çok da iyi çok da güzel söylemiş, işte bu yazının devamında karmaşık şekilde anlatmaya çalışıp muhtemelen başaramayacağım şey, politize olmuş sanatın genellikle bu estetik zevki mahvettiğidir.

Mesela bir gün biri gelip bana şöyle dese, "Marcel Duchamp'ın günlükleri bulunmuş! Aslında Fountain için açık açık "Ulan Dünya'nın içine sıçtınız be!" demek istiyormuş adam!" dese hiç düşünmeden bu dalganın bulunduğu yerlere bilet alır ve hatırladığım kadarıyla 8 tane reprodüksiyonu olan bu eseri balyozla kırarım. İşi çok dengeli bir şekilde ortaya koymak çok zor bir durum, Benim Üniversitelerim'i okurken, resmen Gorki'nin göz kırpıp dil çıkardığını "yaaaani anlarsın yaaa" dediğini hissedebiliyordum, ama buna rağmen yapıtın akışını mahvedecek düzeye varmıyor bu olay. Bu da tabii ki Gorki'nin ustalığından kaynaklanıyor sanırım, zaten otobiyografik eseri ben olsam bokunu çıkarırdım: "Rusluk'tan aldığım tadı başka hiçbir şeyden alamadım, belki bilardo, ama yok lan Rusluk daha iyi"(umut sarıkaya'ya +rep, emeğe saygı) yazardım. Roman boyunca, bazen Sovyet Dönemi propaganda filmleri kadar neşeli şekilde çalışmayı tasvir ettiği bölümler hariç, gerçekten de bu dengeyi sağlayabiliyor, estetiği dağıtmıyor. Ya da The Road'da, yazarın kurgu kalitesine, edebi gücüne bakmayıp, aslında "Bakın işte, Dünya'ya böyle davranmaya devam edersek sonunda olacak budur diyor Cormac McCarthy:/" diye yorumlamak, Şevval Sam'ın çektiği komik Nükleer karşıtı videoluktur. Peki yaptıkları, sanatının önüne geçen ne vardır? Bandista vardır efendim, zaten uzun süredir taallukatlarına sövdüğüm ve tamamen vasat altına hitap eden bu topluluktan tekrar bahsetmek istemiyorum. İsteyen her kişiye "3 dakika içerisinde bandista şarkı sözü yazma kılavuzu"nu 12 kupona veriyorum zaten. Müzikleri herhangi bir ska, veya balkan, klezmer karışımı gruplardan birini alıp üstüne söyleyin. Hiç yormanıza gerek yok beste için.

Özellikle tiyatroda şuursuzca yapılınca, oyun tamamen Levent Kırca havasına bürünüyor tüm estetik değerini yitiriyor, işte ona üzülüyorum. Geçen gün Kafkas Tebeşir Dairesi'ni izliyorum, tam kızın hasta numarası yapan oğlanla evlendiği, ufak düğünün gerçekleştiği yerde baştan Çav Bella(aslala bislas beybi) çalınarak oyundaki yabancılaştırma öğesi olan Kaymakam rahatsız ediliyor sonra "öhöm" diye ses gelince düğün şarkısına geçiliyor falan filan. İşte bu olurken kanım çekildi, resmen akış bu kadar sekteye uğratılabilir, oyundan bu kadar tiksindirilebilir, az kalsın yarısında çıkmak üzereydim, ki sinirli bir ekşisözlük yazarı olmadığımı fark edip izlemeye devam ettim. Belki de Bono 'yu bile bu yüzden sevimsiz buluyor olabilirim, şimdi fark ettim. Peki bunu müzikte kim kaliteli yapıyor derseniz, artık dilimde tüy bittiği için artık kendisinden bahsetmeyeceğim. Ki o da zaten bu tip şeylerin, bir süre sonra kuraklaştığını fark edip tamamen o kökü reddedip "Another Side.."la beraber 16 kilo taşaklı dönemine geçmiştir. Ha, mesela bu taraklarda bezi olmayan Leonard Cohen 92 yılında gidip "I've seen the future, its murder"(mükemmel bir şarkı bu arada, ayrıca Cohen resmen şarkıyla dilli milli sevişiyor yorumlarken, o ayrı bir konu) diyor, fakat bakın Cohen'in sesinden değil bir de kendiniz söyleyin, sözün pek bir değeri olmadığını fark edeceksiniz. Ha şarkının kendisi güzel zaten, ama ah o sözler, ah. Aga senin işin o değil, bu mesela gelip benim hiç ilgilenmediğim bu konu hakkında halâ kasıp yazmaya devam etmeme benziyor. Ha bu arada "ama niye öyle diyorsun adama, aşk da aslında politika değil midir?" falan diyen olursa, önce kendimi sonra da onu vururum, bir kere soru kalbına bakar mısınız? "x de aslında y değil midir?" Bunu diyenin e-mail adresini hiç düşünmeden ifşa ederim sessizligin_sesi@hotmail.com, kesin budur. Ay içim bulandı.

Neyse, işte öyle lütfen sanatçılar politik olayım derken maymun olmasınlar, şeker de yiyebilsinler. Estetik değeri göz ardı edip sonunda, üniversite öğrencisi politik dergisi kıvamında kelime oyunlarının mahkumu olmasınlar.

P.S: Bob Dylan ilk altı albümünü mono yayınladı. Bunun çok tatlı reklamını aşağı koyuyorum. Özellikle, sondaki o orijinal columbia reklamı mükemmel.

Bir de "buuuut" diyince ballad of a thinman'in başlaması
 
Copyright © 2010 MONTEYN