29 Ocak 2011 Cumartesi

Şu Anda Bu Şarkıyı Benden Başka Kim Dinliyor Üzerine


Bu konuda yalnız olmadığıma dair çeşitli kamuoyu araştırmalarında bulunmuştum. Şu an benimle beraber kaç(klavyenin e harfi bozuk arada atlayabilir kelimelerde) kişi şu şarkıyı dinliyordur. Acaba gelecekteki özel arkadaşım(az önce valide hanımla bir telefon konuşması başımdan geçtiği için bu tip jargon kullanmamı mazur görün lütfen. ) dinliyor mudur diye düşünüyorum bazen. Bu "aha işte öyle az bilinen bir topluluk ki, kesinlikle bu şarkılarını sadece ben dinliyorumdur"dan ziyade, alelade bir şarkı için geçerli olan bir durum. Onların neler düşündüğünü görmek istiyorum, böyle de hümanizma(Hasan Âli Yücel serisinde aynen böyle yazmış Sabahattin Eyüboğlu) dolu biriyim.

Sonra geçenlerde yine Like A Rolling Stone dinleyip, bir yandan da In the Name of the Father'daki gibi(bu arada hiç e kaçırmıyorum, adeta hayat memat meselesi haline geldi bu olay)(gördüğünüz gibi asonansa aliterasyona boğdum bir önceki cümleyi "E be Köylü Kızı, der Memoli" aklıma içinde en fazla "e" harfi içeren cümle olarak bunun gelmesi ise gerçekten de Tayfun Güneyer'in sonunda ahını aldığımı gösteriyor.) bacaklarımı yere vura vura oynuyor "abe kaynana naaptın, naptın, naptın bizeeee" diye şarkıyı söylüyordum ki, birden bayılmışım! Tamam bayılmadım, daha geçen gün bununla dalga geçtim zaten. Neyse mesele şu ki, benim dedemin babası Papaz(ciddiyim!) adı Aziz(Azis değil!), adına sokak falan var hatta Bordeaux'da, neyse efendim kendisinden kalma bir adet cevşen vardı. Delisin filmini hatırlayanlar olacaktır, şemsiyenin içinden çıkıyor paralar(there's always money in the banana stand!) aynı şekilde cevşenle oynarken patlattım. İçinde 22 Ocak 2011 17.38'de Like A Rolling Stone'u dinleyenler diye, biyografi yüklü bir liste çıktı. Oradan seçtiğim 3 kişi hakkındaki bilgiyi buraya yazmaktan çekinmiyorum.

Sirkka Leonen(d.1963): Finlandiya'da sol eli çikolatadan doğan ilk çocuk. Axe Reklamlarını yazan adamın bir akrabası olabilir. 5 yaşındayken baş parmağını yemeye kalkışıyor ve baş parmağının ancak Ramazan Bayramları'nda ve Noel'lerde çocuklara dağıtılabilecek çok kalitesiz pralinden yapıldığını öğrenip depresyona giriyor. 5 yaşında girdiği bu ilk depresyonunu atlatmasında büyük oranda Yalvaç Ural şakaları yardımcı oluyor(Sonradan bunun geçici bir çözüm olduğu, Yalvaç Ural'ın daha derin yaralar açtığı anlaşılacaktır) Depresyonu atlattıktan yıllar sonra 12 yaşındayken çikolatalı mamullere karşı bir nefret geliştiriyor, bir sabah uyandığındanda sol elini kesip, bir kasede eritip şampanya bardağı şeklinde tekrar donduruyor. Bildiğiniz gibi şampanya bardağı aslen Kral Louis'lerden bir tanesinin yavuklusunun memesi şeklindedir. Şol sebepten henüz gelişme yolundaki memelerine wonderbra etkisi yapması amacıyla elinden parçaları sütyene yerleştiriyor.(Burada Felatun Bey ve Rakım Efendi kokusu yayıp araya girmek istiyorum ki, ben sütyen kelimesinin kesinlikle ve kesinlikle "Süt"le bir bağlantısı olduğunu yıllarca düşünmüş bir insanım. Memeye karşı da öyle sakin duygular besleyen biriyim.) 20 yaşında AMATEM'de tanıştığı bir çocuğun "Sirkko yooo, boksono Mr. Tambourine Man oslundo torbocu bü odom hokkundoymuş!" demesi sonucu Bob Dylan dinlemeye başlıyor. Keçi hakkındaki bilgisi sadece Best of(Unutulmayanlar)lardan ibaret. Benimle aynı anda bu şarkıyı dinlerken, Turgut Özal'ı düşünüyordu.

Oliver Cromwell(d.1949): Moby'nin Herman Melville'in çok uzaktan akrabası olması gibi, gerçek Oliver Cromwell'in çok uzaktan akrabası olan Oliver, Keçinin popüler olduğu zamanlarda gençliğini yaşadığı için daha 14 yaşındayken çevresinden Dylan hakkında haberi oldu. 1966'daki Royal Albert Hall olayında(Vaka-i Judas!) arkadaşını fiştikleyerek "Judas!" dedirten ezik kendisidir. Konsere girmek için 18 yaş sınırı bulunmasına rağmen Manchester Endüstri Meslek Lisesi'nin duvarından(tel de var!) atlayarak kaçan Oliver'ın pantolonu duvarın üstündeki paslı tellere sürtünürken biraz yırtılmış, akşam eve döndüğünde annesi kendisini babasına şikayet etmekle tehdit ettiği için, erkenden yatmış "Allahım ve Bebek İsa lütfen annem, babama pantolonumun yırtttığımı söylemesin" diye diye yatağın başında elleri bitişik uyuyakalmıştır. Rüyasında İsa kılığına girmiş Dylan'ın üstünde "Biz de kendi çapımızda sansasyon yaratıp rızkımızı kazanmaya çalışıyoruz Oliver" yazan bir adet gül vermesi sonucu uyandığında menisküs olmuş dizlerini umursamadan kendisini Rolling Thunder Revue'ye kadar her konserde takip etmiş ve bir adet gül atmıştır. Ancak çok parası olmadığı için kötü yerlerden satın aldığı koltuklar vesilesiyle hep arkadan attığı güller Dylan'a ulaşamamış, kendisi de bir ömür boyu vicdan azabıyla yaşamıştır. Benimle aynı anda şarkıyı dinlerken, kedisinin(Isis) ölümünü izliyordu.

Dilan Yıldız(d.1979): Hayatında yaşadığı en büyük heyecan üstünde "Ölüm Tehlikesi" yazan elektrik trafosuna 3 saniye dokunduktan sonra koşarak uzaklaşmak. Yaptığı şeyin yasadışı olduğundan korkması bir yana, şimdi konuşsak dahi elektriğin o anda takip edeceğine dair korkusunu yenemediğini inkar etmeyecektir. Taşrada doğdu, ilkokula giderken siyah önlük giyen kuşağın bir neferi olmaktan hayatı boyunca gurur duydu. Sohbeti açıldığı zaman siyah önlüğü sürekli övdü. Üniversitede bir arkadaşının Bob Dilan diye ismi telaffuzu sonucu adamla tanıştı. Zira Bob Daylın da diyenler vardı, bu en azından kendi ismini söyleyen biriydi. Ya işte bu da bir şeyler yapıyordu, sikerim içim sıkıldı, sanki postmodern roman yazıyoruz anasını satıyım. Bakın 40 dakikadır bilgisayar başındayım, samimi söylüyorum, şu ana kadar çok keyif alıyordum. Aklıma "bildungsroman" kelimesi geldi, sürekli gülüyorum. Böyle roman türü nasıl olur, içim bulanıyor. Suya batırılmış, poşet gibi anasını satıyım. Hayır Almanca'ya en son da 12 yaşımdayken "geburstag"ı duyduğumda gülmüştüm neden böyle oldu anlamadım. İyice ucuzladım. Gülmeyin! Oyun oynamıyoruz burada acı çekiyoruz! I kalp INTIHAL
eyorllamam bu kadar.

P.S: Ya o değil de, Soylu Optik Manisa'ya giden varsa bana ulaşabilir mi? Millet viral miral diye geziyor. Adamlar viralin kralını yaptılar be!

19 Ocak 2011 Çarşamba

Lesotho Üzerine


"Ne işin var, coğrafyada arasan bulamayacağın bir Arjantin'de, Brezilya'da, Şile'de!"
Rousseau, 2010

Şili'deki insanların "Pardon bir saniye geçebilir miyim?" "Aaa sıkıştırmayın canım!" diyerek gezdikleri bilinen bir gerçek. Hatta, şol sebepten en ünlü fortçular da genellikle Şili'den çıkıyor. En azından denize kıyısı olan bu güzide ülkenin, komşularından Bolivya geçenlerde Peru'yla anlaşma yapıp 99 yıllığına Peru'dan denizli(Nazmi Konu oğlu Sinan Konu'dan) arsa kiraladı. Peki ya denize kıyısı olmayan diğer ülkeler ne olacak sevgili dostlarım. "Aaa ben İstanbul'dan başka yerde yaşayamam" "Denizsiz yerde yaşayamam kuzum" diyenlerimiz bir gün Lesotho'ya gitmek durumunda kalırsa ne olacak? Lesotho ve Vatikan haricinde çevreden tek ülkeyle sınırlandırılmış başka ülke bilmiyorum.(ayrıca şu an Ferahfeza Ayin dinliyorum, kasabın şu sert metal cisimle vurduğu kırmızı et gibi oldum.)(Ferahfeza demişken buradan başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere, tüm Proustseverler Cemiyeti'ne üye olan yazarlara selamımı yolluyorum. Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazdığım zaman Monteynperverler Cemiyeti Bağcılar Şubesi'nden içeri bir adım bile atamayacağınızı bilin. Bakalım masalarını yeşil çuhayla güzelce kaplayıp, kaymasın diye ilkokul sırası örtü kaydırmayıcı mandal kullandığım, nikotinsiz nargile eşliğinde okey oynayan arkadaşlarınızı gördüğünüz zaman da o sikişmişin çocuğu Proust'un fan klübüne üye olmaya devam edebilecek misiniz?)Swaziland'ın en azından Mozambik'le komşuluğu var. Halbuki Lesotho "landlocked" kavramını tamamen yanlış anlamış bir memleket. Coğrafya dersleri de pek keyifsiz geçiyor olsa gerek "Komşumuz: Güney Afrika Cumhuriyeti. Bu kadar"Bazı dış mihraklar Lesotho'nun jeopolitik önemini kıskanmakta arkasından konuşmakta, gözlerini ülkeye dikmektedir. Fakat şerefli Lesotho Ordusu(toplam asker sayısı:7 falan 3 tanesi Kral'ın özel muhafızı) her türlü dış mihraka karşı ulusunu savunacaktır. Ayrıca unutmadan başlıca gelir kaynağı su ve elmas" bir dönemlik coğrafya dersi bu kadar, geri kalan derslerde öğrencilerin test çözmesine izin verilecektir. Bu arada ülkenin boyutu değil mesele, Andorra ve Liechtenstein falan da küçük ama troll gibi bi ülkenin içinde çıkıntılık yapmıyorlar. Neyse, buradan tüm Lesotho halkına saygılarımı sunup, milli marşlarıyla bu yazıyı sonlandırıyorum.

18 Ocak 2011 Salı

Discovery Channel Üzerine




Bir zamanlar hayvanlı, denizli(kameranın yarısının denizaltını, diğer yarısının da denizüstünü göstermesi kadar güzel bir şey çok az var. Ayrıca split-screen uygulamasının tek başarılı olduğu alan da kesinlikle bu tip belgesellerde oluyor. Yarış oyunlarında yarak gibi oluyorlar mesela.) belgesel izlettiren bir kanal olan Discovery Channel'ın birçok alt kanala bölünmesiyle ana kanalının tamamen çöpe döndüğünü görmek biraz da olsa kalbimi kırıyor. Demiyorum ki günün her saati safaride aslanların çiğ et yiyişini izleyelim. Ama ben eğer kutup ayısı yavrusu vatandaş yerine, programda kurtçuk, kalp kapakçığı, koç taşağı, balina siki yemekle övünen bir insan izliyorsam, Benim adım Fransız Monteyn! Ben bu oyunu bozarım" demek istiyorum.(Fransız Monteyn biraz Panter Emel gibi oldu, beklediğim Tatar Ramazan sertliğine ulaşamadı.)

Ayrıca suratımda bu yazıyı yazarken oluşmuş ifadeye "headbang yapan metalci suratı"(bkz.yukarıdaki fotoğraf)(yalnız simitçi bıyıkları çok fena olmuş, durun aşağı paint'te bıyıkları düzeltip koyayım)(paint varken asla photoshop'a ihtiyaç duymuyorum. görüldüğü gibi hiç belli olmuyor rötüştan sonra) diyorum kaşlarım çatık ve çenem büzüşmüş durumda, arkada da Barbar Konan'ın müziği çaldığı için her an elime kesici bir alet(kilit patlatmak için yedigün şişesinden kesilmiş yeşil renk plastik parçası olabilir onlar çok keskin) alıp Discovery Channel'ın binasını basacağım ve pastacıların götüne krem şanti sokacağım. Yarın Le Monde'da okursunuz "Cinnet Geçiren Fransız Aydını M.M.(436) DC binasına kesici aletle dalıp 4 adet dövmeciye barkod dövmesi yaptı" diye.
Bu dünyadaki en sevimli hayvan tembel hayvan ancak, kedi ve köpeklerin mason/yahudi/amerikan olmasından ötürü insanların evlerine daha fazla girdiği bir gerçek.İşte gelip bana zaten çok nadir gördüğüm tembel hayvan yerine dövmeci insan dişisi(tek meziyeti seksi olması bu arada. çünkü her bölüm aynı zaten) göstermelerini istemiyorum. Başka yollarla da ona ulaşabiliyorum günümüz teknolojisi vesilesiyle o tip görüntülere. How its Made? haricinde kanalda şu an işe yarayan kaç belgesel var. Ya hu MTV'nin yaptığı bir programın(Sürüşümü Pezevenkle) aynısını yapıyor bu kanal artık. Nerede o yayın ilkelerine bağlılık! Yazıklar olsun!

İkinci bir konu da, şu American Choppers mı neyse artık baba-oğul motosiklet tamircileri var.(Hep projeleri son dakikaya yetiştiriyorlar bu arada, sorumsuz üniversite öğrencileri gibi işletmeleri var. Eğer kavga etmeseler ve program olmasa dükkanın kapısına çoktan kilit vurulmuştu. Hatta gırtlağa orta parmakla fiske atıp "tıp tıp" sesi çıkartarak açız mimiklerini yapıyorlardı şu an.) Ulan böyle bir ilişki yok, adamlar demek Çankırı'da falan doğmuş olsalar Flash TV'ye "Babam ağzımı bujiyle yardı Yalçın Abi!" diye çıkacaklar. O yüzden -kendilerinin bu blog'u okuduklarını biliyorum- gelin Paul Teutul Sr. ve Jr. insanları, baba-oğul arasında kırgınlık olmaz. Buraya İbrahim Gök'ün şiirkolik.com sitesi için yazmış olduğu "Baba ile Oğul" şiirinden bir kıtayı içeren fotoğrafınızı koyuyorum.

13 Ocak 2011 Perşembe

Osman Cavcı ve Ferdi Tayfur Üzerine


Yüksek lisans tezimi "Osman Cavcı ve Acıbademlilik", doktora tezimi ise "Her Ayna klibinde tecavüze uğrayan kadınlar ve 90'lar Türkiyesi için post-yapısalcı feminist okuma" üzerine yazdım. Her zaman söylemişimdir, Osman Cavcı'yla aynı zaman diliminde yaşamaktan gurur duyarım. Arkadaş çevremde de bunu belirtirim, çünkü "Osman Cavcı Türkiye'nin namusudur!". Fransa için Sergeciğim neyse Türkiye vatandaşları için de Osman Cavcı öyledir. Kendisinin Acıbademli'yi oynadığı televizyon filminde Rafet El Roman'ın eski eşi şu an hatırlayamadığım ama Almanya'ya kaçan insan oynuyordu. Seslendirmişler kendisini, dublaj dünyası gerçekten de inanılmaz abzürtlüklere boğulmuş durumda. Geçenlerde Turist Ömer Arabistan'da filmini izlemeye kalkışmış ancak Turist Ömer'i bir devlet memuru ciddiyetiyle seslendirmiş adamı duyunca "Burası bir eğitim müessesi, ticarethane değil. Ben eğitimciyim, tüccar değil. BEN EĞİTİMCİYİM." diyerek kapatmaya çalışırken bayılmışım. Uyandığımda krem rengi bir halı üzerinde yatıyordum, ve kendi kendime "Acaba böyle sıkıcı ve kötü öykülerin başlamasına vesile olan cümleler kurmama sebep olan etken nedir?" diye düşünüyordum. Çünkü bayılıp çok garip bir yerde uyanma olayının birçok kişi ekmeğini yediği için biz Uluslararası Fransız Aydınları Komitesi olarak artık bunları öykü olarak kabul etmiyoruz Fransa'da. Aslında yattığım bu krem rengi halı da, gayet kuledeki odamın halısı, ben bayılınca Peder Monteyn beni omzunda odaya taşımış.

Şimdiye kadar eğlenme amacıyla birçok aksiyonu tatbik etmiş biriyim. Curcunel olsun, Disneyland Paris'teki birçok atraksiyon olsun, efendime söyleyeyim, otoerotik asfiksi ya da en basitinden chateau'daki hizmetçilerle çeşitli gizli münasebetlere girip Seymen Ağa gibi çocuk yapıp hizmetçileri başkasıyla evlendirme gibi ahlaksızlık seviyesine varan durumlar bunlar. Ancak hiçbiri Peder Bey'in omuzlarında gezdirdiği dönemler kadar keyif verici olamadı, googlescholar'ın (ve birçok sevdiğim insanın misal Sir Isaac Newton'ın)da belirttiği gibi "Standing on the shoulders of giants" hissi tam olarak buna yorulabilir. Hayao Miyazaki'nin "Laputa: Castle in the Sky" filminde bir tane dev robot hanımkızımıza saldırıyor, işte aynı o devi kontrol ediyormuş gibi neşelenmekteydim Peder Bey'in omuzlarındayken, şimdi "biz büyüdük ve kirlendi dünya" dememek için zor tutuyorum kendimi ama onun yerine konserve yaprak sarması şu an aklımdan geçmekte bulunduğu için onu demeyeceğim.

Seslendirme müessesinin en önemli insanlarından biri olan Ferdi Tayfur'u, müzik yapan Ferdi Tayfur sandığım için yıllarca Ferdi Tayfur'un da bir Hakan Peker, Nilüfer ya da Tolga Abi gibi hiç yaşlanmayanlar kabilesinin başındaki kişi olduğundan korkmuştum. Sonradan öğrendiğim kadarıyla müzisyen Ferdi Tayfur'un babası bu adamı sevdiği için oğluna aynı ismi vermiş. Aynı zamanda sinemaya gönül vermiş olan Laurel ve Hardy'yi seslendiren Ferdi Tayfur'un Leblebici Horhor Ağa'da oynamış olmasından ötürü kendisini çok kıskanıyorum. Eski bir filmde oynama şansı verilse mutlaka Leblebici Horhor Ağa'da oynardım, filmin fotoğraflarını ne zaman görsem gözlerini belerte belerte bakan Leblebici Horhor Ağa'ya stüdyodaki görevlinin ağzına sıçan Christian Bale gibi tekmeyle dalardım. Ayrıca Ferdi Tayfur'un bu kadar Hollywood tipli çıkması biraz da olsa bozdu beni. Zaten tam bu dönemlerde Dünya'daki briyantin stoğunun büyük bir kısmı Hollywood'a gönderiliyor diye biliyorum.



P.S: En üstteki fotoğraftaki ablanın kot pantolonunun belinden yola çıkarak filmin 1995 yılında çekildiğini derhal tahmin edebiliyorum. Arka koltukta da doksanlar zayıfı oturuyor.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Çin Yelpazesiyle Mangal Yelleyen Adam Üzerine




Başlıktakine benzer saçma resimler aklıma geldiği zaman telefona kaydediyorum. Telefonla aramızda bireysel twitter ilişkisi gelişmiş durumda. Mesela sarhoş olduğum zaman "like a soul sister and soul brother"(meta fetişizmi?)(Telefon da bok gibi ha, cebime sokarken tuşları kopuyor,The Fly filminde yavaş yavaş dökülen Jeff Goldblum-kendisinden çok korkuyorum, bence ruhunu şeytana satmış olabilir- gibi parçalara ayrılıyor)[Allah kahretsin Geena Davis aka "Sana Gülüm diyemem gülün ömrü az olur"la 3 yıl evli kalmış. Ben de diyorum adamı neden hiç sevmiyorum. İyi Geceler Öpücüğü diye bir filmi vardı kendisinin, hatırlayanlar olacaktır. Eski ajan yeni ev hanımınıydı. O filmi izlediğimde deliler gibi aşık olmuş, hatta "Bence Geena Davis'le beş dakika konuşabilsem bana aşık olur, zaten çok komikli biriyim" falan diye düşünmüştüm. Sanıyorum ki ilkokuldaydım, ve İngilizce'de kurabildiğim en karmaşık cümle "What did you do last Summer" başlıklı ödeve "I went to my chateau then I swim in my lake" falan yazmaktı. Fransızca'dan başka bir dille ilk defa karşılaşıyordum(12 yaşımda Türkçe öğrendim)]yazmışım, üstüne telefon cevap vermiş "ikinci lig oyuncuları süper kahraman yardımcıları gibi", ya da "baloncuk çıkaran oyuncakların tekrar doldurulduğunda aynı randımanı verememesinin üzücülüğü" vesaire vesaire. Büyük bir kısmını ne zaman yazdığımı bile hatırlamıyorum. Yaklaşık 120 tane böyle henüz çözülmeyi bekleyen metin ve sayı karmaşası var. İşte bu işin ustası olan adamdan Luigi Serafini ve bu düzen kendi kendine oluşmuş olabilir mi, diye düşündürten kitabı Codex Seraphinianus'dan bahsedeceğim.

Düzen kendiliğinden oluşmuş. Kitap başka bir dünya'daki canlılardan, araçlardan, bitkilerden, fizik, kimya ve mimariden bahsediyor. Ancak, bunu kendi oluşturulmuş alfabesinde anlattığı için, resimlere bakıp "off kimbilir neler anlatılıyor acaba" diye okuyanın içinden geçirmeyi amaçlıyor. Çünkü Serafini Abimiz, asemik alfabeye boğup, zaten okuyanı resimli kitaba bakan çocuk merakına düşürmek istiyor. Harflerin hiçbir anlamı olmadığını 2009 yılında açıklaması ise orospu çocukluğundan başka bir şey sayılamaz doğal olarak. Kitap ilk baskısını 1981 yılında yaptıktan sonra, pek çok insan dili çözmeye niyetleniyor zaten. Bu arada bu dünyanın sayı sisteminin 21 tabanında olduğu bulunuyor mesela. Ayrıca aşağıdaki fotoğraf da tripofobisi olanları biraz rahatsız edebilir.
Hep merak etmiştim bu derdin ne olduğunu, kelebekler hariç başka bir şeyden aktif olarak korkmuyorum zaten. Ancak, bu yazacağım şeyi çeken bilir, özellikle pek sevgili dostum Debussy de bundan muzdaripdi. Tripofobi(Britanyalılar Trypophobia diyor), boşluklardan, yanyana duran böyle birçok aynı şeyden bünyenin çok fena olması durumu. Korku değil lan bu, bak şimdi düşündükçe şey oluyorum, böyle o cisimleri yakıp yok etmek, anasına bacısına sövmek istiyorum. Buraya fotoğraf yerleştirmeyeceğim bûloğu açtıkça tiksinmeyeyim diye, link koyacağım isteyen bakabilir.

-açmayın delikler!-



-açmayın delikler!-

Her yerim kaşınıyor be, bilgisayarın ekranını yumruklayacaktım az kalsın sinirden. Neyse öyle.

7 Ocak 2011 Cuma

Ben Babağın Lanet Yaptı Üzerine


Normalde biliyorsunuz, garip bir şekilde bazı insanlar "taşaklarını" gibi arama sonuçlarıyla bu bûloğa bir şekilde ulaşabiliyor, ya da "biz onu bir regaip gecesi yanımıza alınca mı şaşırdınız" gibi şeylerle. Fakat ilk defa bu kadar Shakespeare(kendisiyle bizzat tanışmış arkadaşlarım var.) kokan bir arama görüyorum. "Ben babağın lanet yaptı" cümlesi, google translate'i akla getirse de, kendisi aynı zamanda Kibar Feyzo'nun directors cut'ında bulunan bir cümle, bunu çok az bilen kişi var. Adile Nachitte'in "Dur o parayla öküz alırız!!!" dediği yerden sonra gelen sahnede Feyzo, bir gece Gülo'nun evinin önünde cikciklemeye(ben aşk kuşuyum) çalışırken; babasının hayaletini görüyor, ve babası buna yavaşça gelip "Ben Babağın lanet yaptı." diyor yani demek istiyor ki, "Ben babanım, Gülo'yla evlenmezsen üzerimden lanet kalkmayacak ve doğal olarak Erdal Özyağcılar da evlenemeyecek." Tabii bu karmaşık sahnenin eklenmesinin gereksiz bulan Atıf Yılmaz çıkartıyor sahneyi. Öncelikle ilk istediği şey bu sahnenin bazı sinema insanları tarafından "hmm bu hamlet olarak da okunabilir" falan demiş olacağından korkması. Slovenya'ya gidip konu hakkında bizzat Zizek'le konuşuyor, "Abi valla bana sorma ben zaten her şeyi cinselliğe falan bağlıyorum, Hamlet mamlet taklaya gelirsin" diyince sahneyi filmden atıyor.

Zizek'in bir röportajında bu adama "Başkan sana Zizek mi diyelim, jijek mi? diye soruyorlar bu da "Valla kafanıza göre takılın doğru söyleme çalışanları duydukça paranoyalardan paranoylara koşuyorum" diyor. İşte tam burada yıllardan beri "emirkusturika" diye ismini söylediğim insana "kusturitza" diyenleri ağır yaraladığım zamanlar aklıma geliyor.(cebimde her daim bir adet köstekli saat ve bir arkadaşımın hediye ettiği Sivas Çakısı taşıyorum.)(köstekli saat kayboldu galiba da "kusturitza" diyenler için çakı hala cebimde) Sen belki Kusturitza diyor olabilirsin aga, benim zerre sikimde değil, ancak ben yanlış biliyormuşum gibi gizliden düzeltmeye çalışırcasına "kusturitza kusturitza" diyerek suratıma suratıma tükürme lütfen. Fransızca kolaylıklar dili olduğu için Montaigne'den Monteyn'e çevirdim mesela zor olmasın insanların söylemesi diye. Özel olarak herkesin yanlış bildiği isimli bir yönetmen bulup suratlarına doğru düzelteceğim. Bir saniye kesin İzlanda'dan çıkar bu. İşte buldum: Friðrik Þór Friðriksson. Bu akşamdan tezi yok bütün filmlerini izleyip kendisini her ortamda öveceğim. Şimdi nereye bağlayacağım için İzlanda dedim ona geilyorum. İskoçya'ya tabii ki. Birbirlerine çok yakınlar sonuç olarak. İşte İskoçya menşeili güzide Post-Rock gruplarından Mogwai, yeni albümünü çıkardı. Yine uzun isimli şarkılar içeriyor albüm, zaten yaptıkları müziğin güzelliğinden sual olunmuyor, Hawk is Howling biraz yarak gibi albümdü, ama bu resmen güzel bir albüm olmuş. Yani şöyle 2 hafta dinlenir mesela kafaya estikçe. Şarkı şarkı inceleyecek değilim. Hazır gelmişken albümdeki en huzurlu parçayı da buraya yerleştirmezsem olmaz, hafiften "A cheery wave from stranded youngsters" kokan bu şarkının adı "Letters to the Metro". Bence metro istasyonunda bekleyip, dünyanın sanki bütün yükü üzerindeymişçesine garip triplere girenler bu şarkıyı isminden dolayı da beğenebilirler. Ardından cama kafalarını dayayıp çok önemli varoluşsal sorulara mutlaka cevap da verebilirler.


6 Ocak 2011 Perşembe

Rüyada İdiopati Görmek Üzerine


Melekli fotoğraf koyup, altına da kötü şiirimi yazarım istesem bu soyut gibi değil gibi başlıkla, ama yapmıyorum. Çünkü gelin dostlarım, aranızda tıp doktoru olmayanlara bir şey anlatacağım . Ya da doktor yakını annesi akrabası vesairesi olmayanlara. Belki ben bilmiyorum, böyle bir uygulama vardır. Doktor annesi tanıdıklarım, her konuda tıbbi önerilerde bulunabiliyor. Sanıyorum ki mezuniyete gidildiği zaman üniversite senatolarının aldığı bir kararla doktor yakınlarına, çevrelerine bulundukları "aa cipralex al çok iyi", "hmm ay migrene kesin zomig ya da avmigran" tavsiyeleri vesilesiyle Honoris Causa tıp diploması veriliyor. Bir de uzmanlık alanı çok geniş spektruma yayılmış.(nasıl nasıl şimdi geniş spektrumlu akraba derim acımam. Bugün zaten buna benzer rezalet bir durumla Marquette'de karşılaştım. Elektrikli ısıtma cihazının üstüne "geniş spektrumlu anti gribal ısıtıcı" yazmışlar. Bir koşu şatoma gidip, alev silahımı alıp "vozzzz" diye hepsini yaktım. Yeryüzünde sahip olunabilecek en sağlam iki silahtan biri bence alev silahı,(diğeri dostluğun gücü falan değil minigun) ya da kadim dostum Britanyalılar'ın da dediği gibi flamethrower denen silah bence. İnsana, hem hayalet avcısı tipi katıyor, hem de The Pianist'teki hastane sahnesini aklına getirip, İkinci Dünya Savaşı'nda çekilen çilelerle ilgili fikirler oluşturabiliyor.
Bill Murray Lise 1'deyken. (Bir insan ancak lise 1'deyken bu kadar ince boyunlu ve zayıf olabiliyor.) (Kendisinin teknik lise çıkışlı olduğunu ise hiç bilmiyordum.)

Şimdi, anlatacağım mevzuya geliyorum. Rüyada idiopati falan görmedim, 20 dakika önceye kadar kendisi hakkında bir bilgim de yoktu. Eğer konuyu yanlış aktarırsam birileri uyarabilir. TDK mesela çok yanlış aktarıp "kapan duygu" ismini koymuş. Keşke Elif Şafak'a kitap ismi olarak önerseymiş bunu, daha uygun olurmuş. Olay şudur, apse, dediğimiz olay mesela tıbben tam sebebi açıklanamayan bir durum. Tıp işte bu açıklayamadığı olaylara böyle bir isim vermiş. Yalnız arayınca, cevval ve esrik şiirli bûloklarda bu konunun aşkla falan bağdaştırılıp çok kötü bir şiire dönüştürüldüğüne denk gelemedim, o yüzden şimdi, bu bûlokta konuyla ilgili kötü bir şiir yazma ve aynı zamanda altına ya da üstüne, bilek kesmeli fotoğraf koyma kararı aldım.
İdio(t)pati(?)(m)

Bugün doktordaydım...
Aylardan beri süren kalp ağrısı se(n)bebiy(ş)le...
Ağrının sebebini bulamadı...
İdiopatiye boğulduk...
Aşk kırıklığıydı belki de!!ünlembir1!
Ya da gönül sürçmesi...


P.S: "Aşk kırıklığı" şeyine gülerken biraz altıma kaçırmış olabilirim bilmiyorum.
P.S2: Halihazırda tıp falan demişken "proton pompası inhibitörü" kelimesini ilk defa cümle içinde kullanıp ufak mutluluklarla hayatı yaşanılır kılacağım. "Dün, eczacıyla tartışırken cebime bir kutu proton pompası inhibitörü etkili ilaç attım."

4 Ocak 2011 Salı

Beklenmedik İzleyici Artışı Üzerine


Bilseydim, çok önceden Chuck Lorre'u aşağılardım ya hu, demek patlama yaşatacak olay Chuck Lorre'a bir şeyler demekmiş, ulan seks tutuyor diye, seksli şeyler de anlatmıştım(blogun içinde lütfen aramayın, seksli dediğim kamyonu devirmek falan yani) da artma olmamıştı, bilsem Chuck Lorre'a her yazıda lanet yağdırırdım, kendime de kurşun döktürürdüm.(isa siki) Burada bir bit yeniği olduğundan şüphelendiğim için şimdi nasıl olmuş da bu olay gerçekleşmiş diye araştırmaya başlayacağım, kendimin bir dakikasını sizin ise 1 saniyenizi alacak bu olay.

Ha kurşun dökmek demişken, tabii Türkiye Büyükelçiliği'nde bulunduğum sıralarda kurşun döktürmüşlüğüm oldu, sanıyorum ki bir erken dönem Black Sabbath, efendime söyleyeyim, böyle cadılı madılı ambiyans istiyorsa genç metal grupları, kurşun döktürmelerini tavsiye ediyorum.(Genç Metal gruplarına tavsiyeler kitabım yakında raflarda olacak. Hatta bir tane örnek vereyim kitaptan:" Evet gençler benim de metal yaptığım bir zaman oldu. Kurulma aşamasındaki bir grubun yapmaması gereken ilk şey Megadeth-Metallica tartışması bana kalırsa. Çünkü günlük hayatta yaşarken kimsenin sikinde olmayan bu olay, Duke Ellington mı, yoksa Brian Eno mu karşılaştırması kadar can sıkıcı bir şey. Ayrıca bu tartışmadan sonra Dave Mustaine gelip de, "çok sağol kardeşim, beni o pislere karşı çok içten korudun haklı olan da sensin." demeyecek. Hatta gelmemesi normal bir şey, mesela yine 15 yaşlarndayım, enstrüman sahibi olmak için çeşitli hayallerim var. Flea o zamanlar bana kalırsa en iyi bas gitar çalan insan olduğu için, şu ağza takılan maskelerden takıp, kafamı sıfıra vurdurduğum fotoğrafımla beraber "Abiciğim yap bi güzellik ölümcül hastalığa tutuldum, bir tane gitarını yolla bari." gibi mektup atıp planlıyordum. Ha bunu yapmadım mı sanıyorsunuz? 14 yaşımdayken benzerini Levent Yüksel fan sitesinde bir forumda "Abi bas gitarımın teli koptu, seni çok seviyorum, evimin adresi bu, çok fakirim lütfen bir takım gitar teli yollar mısın?" yazmışlığı olan bir insanım, uluslararası çalışmamamın tek sebebi aklımın başına biraz da olsa gelmesi.) bir teyzenin evinde, çıkan şekillere antropomorfik anlam yüklenmesinden tutun, kaynayan metalin yapısından ötürü kabarcıklar çıkarması vesilesini "hıı bak göz varmış göz" denmesine kadar her türlü pislik bu evlerden çıkıyor. O zaman ben de ortaokul din öğretmenim(lyceé de normale supérieuere)(ben normale değil supérieure kısmında okudum)(bu tip şakaları sadece babalar ve emekli öğretmenler yapar sanardım, meğerse her erkekte hortlamaya yatkın bir hastalıkmış, "orta yaşlı erkek kötü şaka sendromu") Muesluem Guellue'nün dediği bir şey söylüyorum bu başkasına laf atan teyzelere "Gıybet yapmak, ölü kardeşinizin çiğ etini yemek eşdeğer tutulmuştur." Hadi bakalım şimdi, komşu Hatice teyzenin gözü olsa bile üstünde maçan sıkıyorsa konuş şimdi. Zaten demiştim, zorunlu din dersi yüzünden şu yaşıma(463) geldim hala bazı geceler altıma kaçırıyorum

Hahım, herbokubilenadam şey yapmış, çünkü yaptığım hesaplara göre normalde 59'uncu izleyiciden 60'a geçmek en az iki ay alacak, 100'üncü kişiyi gördüğü zaman muhtemelen göt kıllarım tel kadayıf olmuş, okuyan insanlara "yavrum içlik giymeyi unutma", "para durumun nasıl", ya da "aman olaylara karışma" gibi şeyler söylüyor olacaktım. Kendisine teşekkür ediyor, hatta bir adet şarkı yolluyorum.


P.S:Bu arada, yeni yıllı, listeli yazı yazamadım, geçen seneki gibi "Golden Hacı Kokusu Awards" veremedim, Taner Yıldız'a falan. Neyse, 2010 yılının en iyi albümü My Beautiful Dark Twisted Fantasy bence, hip-hop'a dair önyargısı olanlara şarkılardaki sample'ların King Crimson'ın 21st century schizoid man'inden tutun, Gil Scott-Heron'a kadar gittiği ve bilinçli sözlerle döşendiğini belirtmek isterim. Ayrıca 2011'den de beklendim bacağımın atmaması, amınakoym yine bacağım atmaya başladı. Bizimkiler'deki Taktak Sedat'ın "tak" demesi yerine bacağının o sıklıkta kasılıp attığını düşünün.


P.S2: Fotoğraftaki alet "Krom Beş Servolu Motion Kontrollü Islak Mendil Paketleme Makinesi" ağza takılan maskelerden ararken buna denk geldim. Eğer satın almak isteyeni, ihtiyacı olan okur varsa diye linkini buraya yerleştiriyorum.
 
Copyright © 2010 MONTEYN