21 Ekim 2011 Cuma

The Tree of Life Üzerine

"Benim için bir sanat eseri, kabaca "estetik mutluluk" diyebileceğim şeyi sağladığı sürece var olur."
Vladimir Nabokov, Lolita Adlı Bir Kitap Üzerine, 1956

Tabiî burada Nabokov'un "estetik mutluluktan" kastının güzel kozmik görüntüler, yavaş çekimde koşan çocuklar olmadığını tahmin edebiliyorum. Ayrıca Nabokov'un bu anlayışının basit okuyucu için eksik kaldığını Richard Rorty sanırım Olumsallık, İroni ve Dayanışma kitabında bahsediyordu. Burayı bir süredir takip eden herhangi birinin de anlayabileceği gibi ben sanat denilen olaydan kesinlikle anlamayan , sadece sevmediğim şeyleri buraya gelip nefret dolu bir şekilde öfkeyle açıklayan biriyim. En son bir film hakkında bunu Rosemary's Baby'de yapmıştım sanırım tam emin değilim. Mesela resim hususunda hiçbir şey bilmiyorum en sevdiğim ressam Hieronymus Bosch onun da cehennem tasvirlerinden çok korktuğum için kan işiyorum 5 dakika resmi inceledikten sonra, siz varın öyle düşünün.

Şimdi filme geliyorum, fragmanını izlediğimde bir yıl kadar önce "ooo büyük sıçış geliyor eğlence var" demiştim. Bu filmi izlerken sıklıkla "Lütfen Yahweh, bu film vesilesiyle zihniyetini siktiğim New Age olayı tekrar hortlamasın, amen" diye dualar ettim, felsefi yanını geçip müzik olayında da New Age saçmalığının tek işe yarayan yanı Yanni'yi çıkarmış olmasını söylemek isterim. Çünkü adım kadar eminim, Yanni'yle tanışsak birbirimizle çok iyi dost oluruz, inanılmaz sempatik geliyor adam bana. Bu New Age düşünce yapısının ne kadar gerizekalıca bir şey olduğunu ben değil yine sevgili dostum Wikipedia'nın İngilizce makalesindeki ilk fotoğraf söylesinFotoğrafı gördüğünüze göre tüm filmin de genel olarak bu kafada geçtiğini söylemekten çekinmeyeceğim. Bilhassa işte dünyanın oluşumu hayatın anlamı muhabbetine CGI dinozorlar var, biliyorum Jurassic Park'daki dinozorların tamamı CGI kullanılarak yapılmamıştı ama onların yanında resmen Toy Story'nin ilk filmindeki Woody kadar komik duruyorlar, bir arkadaşımla izliyorduk filmi ben filmin tam bu sahnesinde "Eğer, Brad Pitt olsaydım böyle bir prodüksiyonda bulunmaktan utanç duyardım." dedim, ve bunu şaka olarak falan değil, yüreğimden kopan kelimelerle söyledim. Tabii bu dinozoru ilk gördüğüm an "Allah kahrbela" diyerek Zagor'a göz kırptım, Teksas'a öpücük yolladım ve Tommiks'e de yarım kilo sütünü hazır ettim. (Bu arada en çok Teksas'ı seviyordum hayvan gibi cilt cilt okumuştum ortaokuldayken, Zagor'u pek sevmezdim, ama Tommiks okumaktan da çok hoşlanırdım. Ancak Zagor'un "ahyakk" diye savaş çığlığına anlam hala veremiyorum. Belki de devamını okumadığım için belki bir yerlerde açıklanıyordur, bilemiyorum. )

Benim, bu film hakkındaki en büyük endişelerimden biri, filmi anlamadığım ve bu hususta "hey adamım, sen o olgunluğa ulaşamadığın için tam olarak ne anlatmak istediğini anlayamıyor ve filmin içine giremiyorsun." gibi bir yaklaşımda bulunulması olacak ki onlara 16 yaşımda olduğumu ve bu film için "Obü nöyünü onluycom üştö, möğörsö Bruce Willis ölüymüş." demek istediğimi belirtirim. Gerçekten, filmi hakkıyla her yönüyle anlayıp, her saniyesinden tiksindiğimi belirtmekten onur duyarım burada. Bu filmi seven insanların düşünce yapısını anladığım için beğenen kişinin zaten beğenecek yaşa bu zihniyetle gelmiş olmasından ötürü gidip de kişiliğini değiştirmeye kalkışacak değilim. Bu arada Roger Ebert'le genellikle film husundaki fikirlerimiz uyuşur, ailecek de birbirimize gidip gelir, yatıya kalırız, bilhassa bu kanser olayından sonra desteğimi hiç eksik etmedim ama bu filme "Varoluşun tüm yükünü üzerimize vuran ve 2001: A Space Odyssey'in taşağına sahip tek film." demesi beni yüreğimden yaraladı. Hadi beni yüreğimden yaraladı o pek önemli değil, ya peki Kubrick'in şu an mezarında kemiklerinin ters dönmüş olması. Çok açık ve net söylüyorum, bu filmi kozmik görüntüler, sözde varoluşsal simgeler vesilesiyle 2001: A Space Odyssey'le karşılaştıran ahmaktır, bundan da başka bir şey diyemem.

Bu arada simgelerden de bahsetmeden geçmek istemiyorum filmde, çünkü o kadar çiğ simgeler var ki, resmen ergen biri için The Wall filmindeki duvarın yıkılması nasıl bir rahatlama yaşatacaksa, eminim bunu "hmm sinemada bir çığır, kendi başına akıl almaz bir deneyim bu çünkü film diyemiyorum adeta varoluş deneyimini üzerimize yıkan bir şaheser" diyebilecekler için Sean Penn'in bomboş bir arazide bir kapı eşiğinde durması ve o kapı eşiğinin ardında çocukluğunu görmesi o kadar çiğ bir simge ki ben orada resmen kahkahalarıma engel olamadım. Bilhassa kumsalda teatral yürüyüş sahnesi var çok samimi söylüyorum Terrence Mallick'in orayı nasıl çektiğini az çok düşünebiliyorum:"Evet arkadaşlar, şimdi hafif uzağa bakmalı teatral yürüyoruz, evet çarpmadan birbirimize, güzeeel yavaş yavaş. Gri gömlekli kameraya bakma lütfen! Evet şimdi tekrar yavaş yavaş kadraja giriyorsun Sean ve denize doğru yürüyoruz arkadaşlar hep birlikte yavaş yavaş, evet anlamlı ve derin bir şekilde uzağa bakarak." Bu kadar komik simgelerle dolu sinsi bir film izlememiştim hiç. Filmden adeta bu filmi çok sevecek olan zihniyetinin bayağılığı ve sinsi sakinliği akıyor, çok az filmden böyle tiksindim.

Diğer bir olay da Bir Zamanlar Anadoluda'nın bu siktiriboktan filme Altın Palmıye'yi kaptırması, ama artık, Cannes Jürisi yerine ben utanıyorum böyle bir ahmaklık yaptıklarından ötürü. Bir Zamanlar Anadoluda hakkında başka bir yorum yapmayacağım, çünkü saygı duyuyorum bu mağrur ve hakkı yenmiş filme.

Neyse, Yanni Başkan'dan bahsetmişken Star Güzellik yarışması müziğini buraya koyayım da biraz neşemiz yerine gelsin. Ulan şu 7/8'lik mi ne sikse hakkıyla kullanılınca normalde Britanya'lı dostlarımın "cheesy" diyebileceği bir şarkı bile kendini dinletip bacakla ritm tutturuyor ya helal olsun Yanni Başkan.



P.S: Bu filmin nerede oynatılabileceğini buldum, hani yazlık bar gibi yerlerde arkada bir dj varsa dj, ya da nr1 tv çalarken projeksiyon cihazından fashion tv gibi kanallar yayınlanır ya, işte onun yerine bu film de çok rahat yayınlanıp arka plan görüntü gürültüsü olarak kullanılabilir. ama bence onun yerine Baraka'yı göstersinler yani.

P.S2: Bu hususta benzer fikirleri paylaştığım değerli arkadaşım Stephanie Zacharek'in de film hakkındaki yazısını isterseniz şimdi "buradan" yazacağım yere tıklayarak okuyabilirsiniz, buradan.

11 Ekim 2011 Salı

Britpop Üzerine


En son ne zaman bir Pulp, Suede, Oasis, Blur, The Stone Roses'ın The Stone Roses'ını(burada bilhassa değinme isteğiyle doldum.) baştan sona dinlediniz? Umarım yakın zamanda dinlersiniz, çünkü bu heves dolu yazıyı (What's the Story) Morning Glory ve biraz da sarhoşluk eşliğinde yazıyorum. Çok uzun süredir dinlememiştim, CD'yi bilgisayara taktıktan sonra neşe ve doritos taco doldum Liam Gallagher'ın sesi sayesinde. CD derken yalan attım, kendisini eskitmeyip, torunumun yeğenine parçalanmadığı sürece çeşitli sitelerde satması için oriinalini bırakacağım kasediyle beraber. CD'lerin 14 yıla kadar ömrü olduğunu duymuştum onu bilemem, taş plaklar gibi rezil ve nostaljik arasında gidip gelecek kadar fiziksel bir format olmadığı için önümüzdeki on yıl içinde bir adet torun ve yeğen edinmeliyim sanırım. Veri yitirilmezse oldukça güzel bir şey elimde diyebilirim. Ama elimde 1985 basımı bir The Best of The Alan Parsons Project var. Tabii, Diamond, Price gibi porno için üretilmiş CD'lere çekilmediği için günümüze kadar atlamadan You Don't Believe'i çaldırabiliyorsa sanırım torunumun yeğeninin eline de güzel bir şeyler geçecek ben mortu çektiğim zaman. Yazının özel amacı aslında "mortu çekmek" kullanımı olabilirdi. Çünkü hiçbir zaman bunu kulanacağımı düşünmemiştim ama işte kelebek etkisi falan bu olaya sebep olabiliyor? Ne?

Şimdi bu Liam Gallagher abimiz yakın zamanda Beady Eye diye ekiple bir şeyler yapmaya başladı, başını almıştır muhtemelen hiç araştırmaya niyetim yok. Ancak Noel Gallagher'ın yakında "Noel Gallagher's High Flying Birds" mevzusundan çok güzel şeyler çıkacak. Zaten yazıyı buraya kadar okuyyanlar muhtemelen Britpop olayıyla alakalı olduğu için Noel'in(Sertap, Teo, Okan, Sezen gibi bir yakınlık var dikkat!!!) bir zamanlar "Aga vallahi istesem Definitely Maybe veyahut da Morning Glory standartlarında şarkı çıkarırım ama yapmıyorum çünkü kendimi müziksel mevzularda geliştirmek istiyorum" demişliği var. Bunu böyle dememiştir muhtemelen ama öncelikle 1.Kokaini bıraktığın için yapabileceğin en iyi şarkı Fucking in the Bushes'ı aşmayacak 2. Bunu da düşünmüştüm ama alkol vesilesiyle unuttum. hah hah, durun bir saniye buldum lütfen bunu samimiyetimin yıkılması olarak algılamayın 35 yaş üzerindeki bir müzik insanının insanları çok etkileyebileceği yüreğinden vurabileceği bir iş yapması hemen hemen imkansız bilhassa müzik hayatını ahlaksızlık, oroyinmanlık üzerine kurmuş biri için. Yoksa ben de biliyorum[bunu "biz de biliyoruz" diye yazmıştım ama yazının çok şımarık ve "pretentious"(bak halâ) tonunun biraz azalabilmesi amacıyla 1. tekil şahısa çevirdim] Leonard Cohen'in kaç yaşında müzik yapmaya başladığını, Tom Waits'in en iyi işlerinin ne zaman çıktığını, Satie'nin Gymnopédies'yi ne zaman yazmaya başladığını falan(bu normal gerçi ama araştırmayacağınızı varsayıp kadim dostum Satie'yi de araya sokuşturmak istedim bu arada Ekesikli nasılsın?) lütfen şımarmayalım.

Buraya kadar okuyan var mı ya hu? Çünkü ben yazarken bile kendimce eğlendiğim için, başkasının bu noktaya kadar okumasını beklemiyorum o yüzden onlara son zamanda oldukça sık Déja Vu yaşadığımı anlatacağım. Benim Eton'ın ortaokul bölümünde bir adet Teoloji Öğretmenim vardı. Yalan atmayacağım Eton'da da "Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi" vardı. Kendisi Malatyalı'ydı ve bağırınca beni en çok korkutan insanlardan biridir, birkaç teenage slasher filmi hariç. İşte normal 11 yaş soruları "ne zaman gusül abdestlkişlkfddislkfişksdjf gibi şeylerden sonra bir gün biz "Öğretmenim(eğitim hayatım boyunca hocam demekten tiksindim, hiçbir osuruk amacı olmadan Hocam kelimesi bana sadece "baca" kelimesini hatırlattığı için) bu Déja Vu nasıl oluyor?" diye sorduğumuzda bizi şöyle yanıtlamıştı: "Gençler size Levh-i Mahfûz'u anlatmıştım, buraları dikkatli dinleyin çünkü aranızda Büyülü Gerçekçilik tarzında kitap yazacak olan varsa bunun ekmeğini çok güzel yiyebilir. İnsanların ruhları doğmadan önce bir yerde bulunuyor(işte buranın adını hatırlasam ben de bir adet böyle kitap çıkarabilirdim, malesef bu yüzden Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazmak durumunda kalıyorum.) burada Levh-i Mahfûz açık ve sırası gelen ruh doğmadan önce kendi kaderlerinden birkaç sayfayı okuyabiliyor. İşte doğduktan sonra yaşadıklarımızı tekrar yaşamış olduğumuz hissi sadece, oradan hatırladığımız sayfalardan ibarettir."

Tam o an aramızda 131 Marquez ve 647 Fuentes isimli arkadaşlarımız çıkıp gittiler ve bir daha dönmediler. Yıllarca Fuentes'i Fante isim benzerliğiyle karıştırıp kitaplarını okumadım ve böyle ergence şeyleri sen yazmış olamazsın dostum dedim, ta ki Artemio Cruz'un Ölümü'nü yine Fante önyargısıyla okumaya kalkışıp eşekiğimi anlayana kadar.


9 Ekim 2011 Pazar

Yerde Yatan Çiçekli Adam Üzerine


Kimse bana Samsun'un 2010'dan beri Bordeaux'nun kardeş şehri olduğunu söylemedi, şimdi öğrendim. Gitmedim bilmiyorum, güzel bir yer olduğuna eminim Samsun'un anlatacağım olay da yaklaşık 1 bilemediniz 2 ay önce gözde tatil mekanlarımızdan Nice'in yaklaşık 635 kilometre uzağındaki Bordeaux'da Mme. Monteyn'le gezerken başımıza geldi.

İnsan, bazı güzel filmlerden çıktığı zaman kısa süreli olarak sokakta da sinematik hissiyatlar içerisinde yürüyebiliyor. Mesela bu fotoğrafa çok uzun süre baktığımız zaman beynimizde İsa resminin(bence Hz.Ali'ye daha çok benziyor) göz yorgunluğu vesilesiyle oluşması gibi bir şey. Bu benzetmeyi o kadar kısa sürede buldum ki, şimdiden "teşbihte hata olmaz" lafının başlamasını/yaygınlaşmasını sağlayan kişinin adına ayazmalarda mumlar yakıp damlalarının suya düştükçe katılaşmasını izlemeyi planlıyorum. Yalan değil, hala yanan muma parmaklarımı sokup mumdan parmak izlerimin kopyasının heyecanı içerisinde yakınımdaki en yakın arkadaşıma hediye edip, ilişkimize küçük sürprizlerle heyecan katarım. Mumun parmaklarda ani donuşu sırasında ısı transferi ancak çok uzun süre çişi tuttuktan sonra işemeye başlarken gelen ürpermeyle denk tutabilirim. İşte anlatacağım olay da tam olarak bununla alakasız.

Sokakta Mme. Monteyn'le yürürken bir marketin önünde(çok afedersiniz ama televizyonlardaki "özel bir şirkette çalışıyorum" saçmalığı gibi oldu biraz)yukarıdaki fotoğrafa benzemeyen ancak ona tekme atıp devirseniz aynı gördüğümüz halde olacak bir adam sızmıştı. Buraya kadar her şey normal, bugün ben sızarım yarın siz sızarsınız, sarhoşken Araf'a düşmüşlüğüm de oldu o yüzden sorun yok.(gerçekten, ciddiyim. ayrıca şu anda imleç kayboldu o yüzden bazı cümlelerin içinden sürpriz cümleler çıkarak sizi şaşırtabilir. bu da mum izi olayının yazı dünyasına tezahürü olsun!) Ancak adamın elinde bir çiçek buketi de vardı. İşte başta bahsettiğim hayattaki ani sinema hissiyatı burada geçerli oluyor, çünkü aslında şimdi okurken size daha çok Ferhat Göçer/Gece Yolcuları klibinden bir parçaymış gibi gelse de, aslında insan sarhoşken insanları aramanın totemi haline gelebilecek birini görüyor. Oraya bir heykeli yığılsa iyi olur.

Bugün bahsedeceğim diğer bir konu ise, bugün Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazarken aklıma geldi. Ecole Normale Supérieure'ün Süper kısmında okurken olsun, gerek Créche of Türk Telekom'da okurken olsun okullarda şimdiye dek hiç sıçmadığımı fark ettim. Daha kibar bir yoldan anlatmak isterdim ama geçenlerdeki "Requiem for a Dream'de Jennifer Connelly'nin ağzına veren zenci dayı" olayından sonra eminim birçoğunuzun benden bu hususta bir beklentisi kalmamıştır, bu yüzden söylemek istedim. Yalnız olmadığımı tahmin ettiğim için yazdım, sonuç olarak bu internet günlüğü denen olayda hem üzüldük, hem güldük. Bugün de içine kapanık, şair ruhlu, çevik, şahin bakışlı ve ahlaklı biri olmamı kesinlikle şimdiye kadar okul tuvaletlerine sıçmamış olmamdan kaynaklandığına inandığımı anlatmak istedim sadece. Pis lokantardan bile daha beter olan bu mikrop yuvalarına da asla "eğitim sisteminden kıyma makinesine girip tek tip bireyler olarak çıkıyoruz lanet olsun dostum bilirsin ya, isyan benim ruhumda var." diyip dışkılama olayına sembolik bir anlam yüklemeden sadece hijyen vesilesiyle yaptığımı söylemekten gurur duyarım. Bugün blog'u bitirirken son zamanlarda dinlemekten keyif aldığım ve arkadaki orkestranın nereden sample'landığını soracak olan olursa William Sheller'ın Lux æterna albümünün ilk parçası Introit'den alındığını belirteceğim bir Deltron 3030 şarkısıyla bitiryorum. Ruh-ül Kudüs ve Bakire Meryem sizinle olsun.

4 Ekim 2011 Salı

George Brassens ve Fabrizio de André Üzerine



Bugün asıl konuya gelmeden önce size biraz Roscoe'dan bahsetmek istiyorum. Öncelikle hemen kendimi özgüvensiz bir şekilde kanıtlama isteği içerisinde bulunduğum için tabii ki "Grup Midlake'i daha ilk albümlerinden beri takip edip, dinliyorum çokta beyeniyorum yaua?" diyip, zihinsiz bir sidik yarışında kendimce eğlenmiş olayım. Bir de bir şey söylemem lazım halihazırda burada "beyeniyorum" falan yazmışken. İnternetlerde, "bebeyim" yazıp çeşitli cümle bitişlerinde sanırım sarkastik olmaya çalışanlar var. Ancak, nasıl desem bilemiyorum bu yüzden canım anadilim Fransızca'dan bir kelime aktarıp buraya pathétique demek istiyorum. Hayır hayır bu yeterli değil, öfkemi dindiremedi, bunu yapanların hepsinin Bakire Meryem ve Ruh-ül Kudüs belasını versin. Cogito'nun İroni sayısı da götlerine girsin. Oh rahatladım, şimdi şarkıdan bahsedeceğim. Zaten, okuyucu kitlemin çoğunun bu şarkıyı bildiğini tahmin ediyorum. Yani 153 kişiden, rahat bir 60'ı falan biliyordu bence. Şimdi anket yapıp "Roscoe'yu biliyor musunuz?" diye yazmak isterdim ama hem 14 tane falan oyu farklı bilgisayarlardan ben vereceğim hem de şımarıp "Peki nasıl bilirdiniz?" diye şaka yapmaktan korktuğum için böyle bir girişimde bulunmuyorum.

Roscoe'yu dinlerken merak ediyorum size de oluyor mu, sanki önceden bir hayatım varmış ancak bu Borges'in Öteki Soruşturmaları'nda paso bahsettiği gibi 5 saniye önce farklı bir evrenin kurulması gibi ardımda kalmış gibi geliyor. Yani, şarkı bende tam olarak melankolik bir his tetikleyemiyor. Roscoe'yu dinlerken sürekli ahşap bir evde sütlaç ya da keşkül yapıyorum gibi geliyor. Bilhassa Keşkül diyebilirim bu hisse, renk bakımından Roscoe keşkül rengi bir şarkı çünkü. Böyle muhallebi kıvamında. Zaten, Midlake'in bu şarkıyı yaptıklarında ne hissettiklerini kestiremiyorum. Hiç şarkı yapmadım ama, bazı grupların mesela efsane değerine oluşacak bir şarkı yaptıkları zaman nasıl bir şey hissettiklerini anlayamıyorum. Hayır bu Oliver Stone'un The Doors filminde gibi ona buna oral seks yaptırmakla da oluşan bir şey olmasa gerek. Yani mesela değerli okuyucular, (burada efsanevi olan ve düzgün bir şarkı düşünme süresi giriyor aslında U2'yu falan baştan eledim ha. Daha havalı bir şeyler arıyorum, dostum bilirsin ya, o beyaz kıçı ısırmak için sabırsızlanıyorum ha!) There is a Light, That never Goes out yazıldığında zaten kabarmış tavuk gibi egolu Morrissey ve Johnny Marr ne hissetmişlerdir. İngilizce ne demişlerdir bilmiyorum, ama Türkçe şöyle bir şey olsa gerek "Abi, şu an mükemmel bir ana tanıklık ediyoruz, jangle pop, indie rock denen olayın resmen temeline kazığı çakıyoruz. Bence hemen lanet olasıca bir aseksüellikle kutlamalıyız bunu." gibi bir şey olurdu.

Şimdi başlıktaki konudan bahsetmek istiyorum. Öncelikle ben değil, George Brassens'in Türkçe Vikipedi'deki başlığı bu konu hakkında biraz bilgilendirsin sizi: "Sadece gitar çalarak söylediği şarkıları aşk ile özgürlüğü övüyor, burjuvalar, papazlar ve geleneklerle alay ediyor. Diğer Fransız şarkıcılarını çok etkiledi." Sanırım, daha fazla bilgiye ihtiyacınız olmayacaktır, bilhassa makale bütünlüğü ve anlatımın akıcılığı açısından çok tatmin edici ama ben biraz daha kendisinden bahsedeyim. Kendisi çok yakın bir tanıdığım ve üvey dedem olurdu. Zaten şimdi fotoğrafından da anlayabileceğiniz gibi, müzisyenlik ve dedelikten para kazanmıştı kendisi profesyonel olarak.Kendisini dinleseniz solcu bıyığının yanısıra(Vikipedi'de de bahsedildiği gibi papazlara dine allaha küfretmesi falan filan) inanılmaz "mihmih" diye gülen insan ses tonuna sahip bir insandı kendisi. Jacques Brel gibi, titililikten, tek bağırsaklılıktan, akciğer sönmesinden ölmemişti. Bu arada Jacques Brel denince de, aklıma Hansel'in çikolatadan evi kemirmeye başlamadan önce, hastalıklı, zayıf hali geliyor ve az çok kendinden tiksiniyorum bu yüzden Jacqes Brel'in. Tabiî biraz Kemalettin Tuğcu'nun Mercan Kolye'sindeki üvey anne gibi davrandığımın farkındayım, ama yapılacak bir şey yok, birkaç şarkısı hariç kendini de pek sevmem.

Fabirizo de André'yi ise yaklaşık 3 aydır dinliyorum. O da yine, fahişeleri, papazları, fakirleri allahı falan anlatan biri. Yani Türkçe Vikipedi sayfası olmadığı için tam olarak ne anlattığını çeviri halinde size sunuyorum ama gençliğinde bir orospu çocuğu olduğu kesin gibi, hemen fotoğrafına bakıp bu önyargıyı perçinlemeyi size de öneriyorum.Yaşlanınca, sonradan toparlanıyor, adama benziyor da, bu tip fotoğrafların daha o zamandan modası geçmiştir de, işte sosyal paylaşım siteleri daha yoktu o dönem. Non al denaro non all'amore né al cielo isimli albümünü dinlemeyi buradaki tüm okurlarıma önerirken niye bu ikilden bahsedip sizin içinizi baydığımı sorabilirsiniz. Çünkü Brassens sadece gitarla şarkılarını söylese de, bu ikilinin şarkılarında bir ortaklık seziyorum, bazen Fabrizio de André'yi dinlerken gözümden bir damla yaş geliyor, ve Brassens'i hatırlayıp anıyorum, ve diyorum ki iyi ki müzik var.





P.S: Bu blog tarihinin en bayağı bitirişini de yaptım ya, şu günden sonra iflah olmam artık. Bu arada şarkıları dinlemenize gerek yok öylesine koydum.
 
Copyright © 2010 MONTEYN