31 Ekim 2009 Cumartesi

Entelijensiya(hem ajanlık muhabbeti, hem de entelektüel gibi tınlıyor) Üzerine


Bu gerçeği birbirimizden daha ne kadar saklayacaktık?

Hangimiz Stephen Hawking'in artık Orhan Pamuk olduğunu bilmiyoruz ki?
Böylece Stephen da yıllardır özlemini çektiği Nobele, edebiyat alanında da olsa, bir şekilde kavuşmuş oldu.
Hem de hastayım ayağına yatıp dünya kamuoyundan gizlenip, Nişantaşı'nda ev sahibi oldu.
Zaten en iyi yatırım gayrimenkul!

Bunları uydurmadığımı Orhan the Stephen Pamuk'un Kara Kitap ve Beyaz Kale yapıtlarındaki izleri takip ederek anlayabilirsiniz. Celal Salik/Galip ve (buraya dikkat!!!) Venedikli Köle/Osmanlılı Efendi'yi nasıl anlayamadınız?

Venedik burada Büyük Britanya'yı simgeliyor doğal olarak, Osmanlı da Türkiye'yi. Ayrıca Paşa'nın bu hayattan uzaklaşıp, başka bir hayata yelken açması sizi hiç mi şüphelendirmemişti?
Ya Galip'in artık, Celal'in yazılarını yazıyor olması, hiç mi Stephen'ın aslında hasta olmadığını, hasta ayağına yatıp Türkiye'ye kaçıp Orhan Pamuk yerine yazdığına dair kuşkular uyandırmadı içinizde?

Ben, bir bilim ve sanat aşığı olarak şu an Orhan Pamuk ve Stephen Hawking denilen karakterlerin aynı kişi olduğuna inanıyorum. Başka türlü bu kadar benzerliğin açıklanması mümkün değil. (Özellikle Orhan'ın videolarında gülerken yaptığı mimiklere dikkat edin, resmen My Left Foot'ta Daniel Day Lewis!!!)
Aranızda bazılarınız, aynı zamanda nasıl İngiltere'de yaşıyor ve Türkiye'de de Amerika'da da oluyor diye soruyorsanız içinizden, lütfen gidip yine bu bahsettiğimiz artık kaç kişi olduğu belli olmayan bireyin "A Brief History of Time" isimli kitabını okuyunuz.

Kamuoyu yanıltılmasın!
Zola'ların Flaubert'lerin torunu bir Fransız aydını olarak, Türk ve İngiliz yetkililerden açıklama bekliyorum. Çünkü onlara bir çift sözüm olacak! "Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla, ve tarihle yargıla!

30 Ekim 2009 Cuma

Daniel Day Lewis Üzerine


Geçen yazıda There Will Be Blood'ın ismini anmıştım, az önce My Left Foot'u ilk defa izledim.(Yazıya Yılmaz Özdil sayfa düzeninde devam ediyorum şu andan sonra.)

*

Daniel Day Lewis'a iman etmeye karar verdim.

*

Serpico'yu izlediğimde, Al Pacino için de böyle düşünmüştüm, ama ilk defa bir oyuncuyu gördüğüm sahnede bu sefer daha ne kadar gerçekçi olacak diye meraklar içerisinde bekledim. Ve her hareketine hayran kaldım.

*

Bazı insanlar Yıldız Kenter'i iyi bir oyuncu olarak falan görüyor. İşte bu adamın oyunculuğunu her gördüğüm an Yıldız Kenter'i recmetmek için çeşitli sebepler buluyorum. Gerçi Hülya Avşar'ı güzel bulmakla Yıldız Kenter'i iyi bir oyuncu görmek arasında hemen hemen +1'e yaklaşan bir korelasyon seziyorum, ama burada açıklayamam şu an.

Hatta geçenlerde, A Streetcar Named Desire'ı izliyorduk.(Zannımca yeryüzünde, hakketiğinden fazla değer gören filmlerin en önde bayrak taşıyanlarından bu film.) Filmde, -kitapta da doğal olarak- Blanche DuBois'yı oynayan Viven Leigh isimli bir ablamız var. Blanche'in çeşitli psikolojik sorunları var ve biraz ağlak, biraz sorunlu bir karakter. İzlediğim kişiyle beraber bu karakteri görmemizden takribi 7 dakika içerisinde verdiğimiz ilk tepki: " Bu rol Yıldız Kenter'e ne yakışırdı!" oldu. Çünkü Yıldız Kenter bipolar bozukluğu olan, ve sadece System of a Down gitarcısı gibi sürekli havaya bakarken aynı zamanda ağlayan karakterleri canlandırabiliyordu. Zira filmden sonraki araştırmalarım sonuç verdi, ve Yıldız Kenter'in bu rolü de kaçırmamış olduğunu öğrenmiş olduk. Ayrıca şunu demek istiyorum, filmin her sahnesinde Marlon Brando'nun vücudundan testosteron akıyor. O filmde ziyan olan testosteronlar korunabilseydi, Godfather'da kullanılıp insanların filmi izlerken ölmelerine sebep olabilirdi.

*

Neyse!

***

Beyin felci geçirmiş birini Daniel Day Lewis kadar iyi oynayan sadece bir kişi daha var...

*

Breaking Bad'deki Walter Junior. Fakat onun da biyografisine baktığımda gerçekten beyin felci geçirmiş olduğunu öğrendim.

*

Daniel Day Lewis, Gangs of New York'taki karakterine yürüyüşünü öyle güzel yedirmiş ki, her adımında "Evet az sonra tüylü bir örümceğe dönüşüp, bütün halkı önce salyalayıp sonra da güneş altında kurumalarını bekleyip yiyecek." diye düşünüyor insan. Bir bu var, bir de onun oyunculuğuyla ilgisi olmayan ama There Will Be Blood'da dikkatimi çeken bir olay var. Oynadığı karakterin sonsuz küstahlığı, La Strada'da Zampano'nun Palyaço Gelsomina'ya olan küstah yaklaşımıyla aynı. Zaten Zampano da elleriyle olmasa bile Gelsomina'yı öldürüyor. Tabii There Will Be Blood'daki Peder, Gelsomina kadar iflah olmaz bir neşe kaynağı değil, ya da onun kadar sempati yaymıyor. Ama Gelsomina'nın da birkaç film eleştirisinde Meryem'i sembolize ettiğini okumuştum. Senaryo yazarlarının bundan etkilendiğini söyleyemem, ancak yine de La Strada'daki Zampano/Gelsomina ilişkisinin There Will be Blood'daki Daniel Plainview/Eli Sunday ilişkisine benzediğini düşünüyorum.

*

Daha fazla uzatıp, "Adam gibi adam" falan diyip Daniel Day Lewis'ı Kemal Kılıçdaroğlu durumuna düşürmeden bitiriyorum.


28 Ekim 2009 Çarşamba

Komiseri Vurdum Ancak Polis Memurlarını Vurmadım Üzerine



"Eğer bir müzik grubunda bulunsaydım, Pet Shop Boys'un sessizi olurdum."(p.34, Essais)
Michel de Monteyn

Az önce uyurken aklıma Perihan Savaş geldi. Üzerine o kadar düşündüm ki, Perihan Savaş'ı sevmek için tek nedenimin "Bitirimler Sınıfı" olduğuna karar verdim. Siz bu filme ne hisler besliyorsunuz bilmiyorum ama ben, en sevdiğim filmler listesinde There Will Be Blood'un bir altına koyuyorum. Hem verdiği ümit ve sevgi, hem de senaryonun tamamen bilinçakışıyla yazılması gözlerden kaçmıyor. Sanırım IMDB çalışanları da bu durumu anlamış olmalı ki, sayfasındaki önerilen filmler başlığı altında Nuri Bilge Ceylan'ın Kasaba'sını da dahil etmişler.

Filmin konusundan kısaca bahsedeyim, hayatında hiç televizyon izlememiş okur vardır belki. Sezer ve afacan arkadaşları(evet afacanı bilerek kulandım, bu güzel kelimenin ne kadar az kullanıldığının farkında mısınız?) Özel Sevgi İlkokulunda okuyorlar ve müdürleri Aydemir Akbaş'ın ikinci meslek olarak ucuz erotik filmlerde oynadığını bilmiyorlar. Her gelen yeni öğretmeni okuldan postalıyorlar. En sonunda, filmin başında resmen bir kaltak olan Perihan Savaş geliyor, Sezer'i aç bırakıyor, gözünün önünde yemek yiyor falan. Sonra, bir şeyler oluyor Perihan'dan özür diliyorlar ardından da bilgi yarışmasını kazanıp, Aydemir Akbaş'ın verdiği söz üzerine kampa gidiyorlar. Ancak burada da, her şey değişip polisiye film haline geliyor ve, karısını öldüren bir adamı tongaya düşürmelerini izliyoruz.

Öncelikle, senaryodaki şaşırtmalı ustalığa dikkatinizi çekmek istiyorum, ancak bu okulun özel okul olması, cezalar falan hep yabancı bi filmden çalınmış gibi gelmişti bana. Sonra lisede okurken, benim okul müdürümün de ceza olarak insanlara çapa yaptırdığını ve yatakhanede kalmama cezası verdiğini falan hatırlayınca olaylar biraz daha normal gelmeye başladı. Hele ben müdür olsam, Sezer'in yaşına bakmaz ağzının ortasına iki tane çakardım sanırım. Bitirim değil, bildiğin piç çünkü. Yalnız çok salakça bir sahne var, Ayşen Gruda öğretmen olarak geliyor, ve ardından Sezer ile yanındaki hafif kilolu arkadaş onun gözünün önünde zehir hazırlıyormuş gibi yapıyorlar. Ancak zehiri açık açık limonlu ve portakallı oraleti karıştırarak yapıyorlar. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz, zamanında liseden mezun olup öğretmen yapılanlar bir kısmı gerçekten çok kötü durumdaymış.

İkinci bir konu da, Cennet Mahallesi sevgili okur. Bundan daha Temmuz ayında bahsetmek istiyordum, yalan oldu. Şimdi üzerimdeki etkileri de yok oldu zaten. Yine de Cennet Mahallesi dizisini, Maske'nin bir bölümündeki Cehennem tasvirine benzetiyorum. Maske o bölümde Cehenneme düşüyordu, ve Cehennem'de aslında harlanan odunların falan bulunmadığını, herkese zorunlu olarak bir kadın programının aynı bölümünün her gün izletildiğini görüyordu. Bu dizinin de her bölümü aynı ve sanırım 3 ya da dört yıl boyunca insanlar Alişan'la Çağla Şikel'in evlenememesini izledi. Ya anlıyoruz, bir kurgunun olması için çatışma gerekir. Ancak sadece tek çatışmaya indirince bunu çok acaip oluyor. Yani, ortada bi tüfek var, ancak patlayamıyor da!!(Özür dilerim, burada hem Alişan'a laf koyarmış gibi oldum, hem de Çehov'un sözünü ziyan ettim.) Daha fazla uzatamayacağım, zira çok hastayım, böbreklerim çok ağrıyor. Ayrıca kafamın içinde çamur deryası varmış gibi hissediyorum.

Az önce Ferdi Tayfur'dan, Ben de Özledim'i dinliyordum. Uzak mesafeli ilişkilerin nasıl zor olduğunu anlatan bu şarkıyı tüm kader mahkumlarına ve şu an Bolu kapalı cezaevi D3 koğuşunda yatmakta olan amcam Kamber de Monteyn'e yolluyorum. Delikanlı23....
Çok güzel bu şarkı yaaa. Esra.....
Esra istersen seninle buluşabiliriz, numaranı buradan göremiyorum siliyorlar, şifreleyerek aşağıya yaz. Delikanlı23....


(Videoyu hazırlayan arkadaşın ismine dikkat!!!)


24 Ekim 2009 Cumartesi

Songs of Faith and Devotion Üzerine


Depeche Mode'dan bu blog'da hiç bahsetmemiş olmak çok saçmaymış. Tam şu an In Your Room'un 7" Single'ını dinlerken fark ettim. Aslında önceden bir şeyler yazıp taslak olarak kaydetmiş olmam gerekir diye düşünüyordum. Uzunca Black Celebration'dan bahsettiğimi hatırlıyorum bir yerlerde, ama taslaklarda da yok, demek ki yine bi bildirinin arkasına yazıp, cebime koyup, sonra da o eşyayı yıkamışım.

İnsanların, MSN iletisi girmesini denetleyen bir kurum olmalı dostlar. Zamanında, "Noel Baba, lütfen Dave Gahan ve Bono'nun karışımı bi sese sahip olayım." diye bir ileti yazdığımı hatırlıyorum. Şu an pişmanım, ama zamanında "Holy Martyr", "Tears of the Dragon" gibi şeyler de yazmıştım, işte bu yüzden Dave Gahan'lı olanın bu bi üst satırdaki ikiliden en az 3 yıl sonra yazıldığına ulaşabiliyoruz. Ha, mesela "In your eyes, you are alive, In my eyes you're a lie." gibisinden Katatonia şarkı sözleri yazmışlığım var. Bunlar geçmişte kalsa da üzerinde düşündükçe, neden Sartre'ın aksine daha 7 ya da 8 yaşımda kitap eleştirisi yazamadığımı anlayabiliyorum. Dave Gahan'ın sesine iman etmemek mümkün değil bunu biliyoruz, o zamanlar ben de gaza gelip ileti yazmayı uygun görmüşüm, ama çok iyi hatırlıyorum U2'dan sadece Staring at the Sun, Gone'ı falan biliyordum, buna rağmen mallar gibi onu da döşemişim oraya.

Depeche Mode işte, Synth-Pop, Vince Clark falan filan, grubu biliyorsunuz zaten. Fakat Dark-Wave olayına giren her grupta olmamasına rağmen Depeche Mode, Dark-Wave olaylarına girince, ortalama synth-pop erotizm seviyesinden yaklaşık 10 kat daha erotik hale geldi. Mesela, Synth-Pop hali Tinto Brass'sa, Black Celebration'dan sonra Mark Dorcel haline geldi şarkıları. İşte, bu durumun başlangıcını en iyi özetleyen ikiliyi söylüyorum Black Celebration'dan "Stripped" zaten adı üstünde, ve yine o dönemlerde sadece single olarak çıkan Shake the Disease, belki A Question of Time'da olabilir, birilerini seçin işte.

Şarkı dökümünü çıkarmak bana düşmedi, Sofad'a geri dönüyorum, öncelikle bu albümün kısaltılmış ismini her zaman Soad olarak okuyup karıştırdığımı söylemek istiyorum. Sonra albüme geçiyorum.

I Feel You, Walking in My Shoes, Condemnation, ve In Your Room albümden çıkan single'lar. Bu seçimleri yapan arkadaşın gözlerinden öpmek istiyorum hafiften Butch Vig'miş gibi gelmişti bana. Ayrıca Wikipedia'nın Türkçesinde Single'ın "Teklik" olarak çevrildiğini söylememe gerek yok sanırım. Umarım The Beatles'ın Revolver'ini de Altıpatlar olarak çevirirler, bunu yapanların hepsini Muazzez İlmiye Çığ kutsasın. Ruhu kıvansın!

Albüme dönelim, Alan Wilder'la beraber olan son albümleri, Alan'cığım "Bu grupta kimse beni sallamıyo aga, ayrılıyorum ben." diyip gidiyor, halbuki George'da Quiet Beatle'dı ama insanlar ne kadar saygı duydular ona, şimdi gidip Recoil'larda sürtmenin alemi var mıydı be Alan'cığım?

Oha, In Your Room'un Single'larından birini Butch Vig remikslemiş!! Sezmiştim bir bağlantı olduğunu, o tonlara dayanamaz zaten, kendini elektronik müziğe adar, alır keser şarkıyı başka bir şey yapar, yine de kullanır o tonları.

Teker teker şimdiye kadar şarkı tahlili yapmadım pek sevgili okur, eğer öyle bir şey yapmak istesem gider efsanevi diye kabul edilen albümlerden birini alır, muhtemelen de konsept kayıt olduğu için bunu yaparım, ve bunu yaparken o kadar gerilirim ki aslında bu acıyı dindirmek için son seste Iron & Wine dinlerim.

Bu yüzden size albümden tek şarkıdan, ve büyük ihtimalle hayatımda en çok dinlediğim şarkılardan biri olduğunu tahmin ettiğim In Your Room'dan bahsedeceğim. In Your Room'un albüm kaydı çok karanlık, kalitesiz Philips Mavi geceyarısı ampülleriyle aydınlatılmış gibi, Single kaydına gitar basılmış, biraz daha Ultra dönemine yaklaştıklarını gösteriyor bu, ancak single kaydı tabii ki çok daha keyifli, radyolarda çalınabilecek şekilde düzenlenmiş; ancak albüm kaydındaki insanı korkutan Sabah Ezanı tonunu tutturamamış. Yani single kaydı daha melodik, ama bu albüm kapağının o siyah/mor tonundan biraz daha uzak melodilere sahip; daha çok Violator'ın kırmızı/siyahına yakın. Bu yüzden korka korka şarkıyı sevmek istiyorsanız albümdekini dinleyin, zaten şarkının sözlerindeki odada bulunurken öyle kolay gitar tonlarından başka şeyler ortaya çıkıyor. Ya da şimdi Single düzenlemesini dinlerken fark ettim, Dave Gahan daha fazla yardırmış orada onu dinleyin yine de. Karar veremiyorum, ikisini günün belli saatlerinde dinleyin.

Ama lütfen bu da Madrugada'nın durumuna düşmesin, alın dinlemeyeniniz vardır belki diye aşağıya gömüyorum Single'ı.


Gerçi bu da saçma oldu, Depeche Mode'u tanıtmaya kalkışmak ne saçma. Geçenlerde Shpongle yeni albüm çıkarmış, ondan bahsetseydim keşke. Neyse bahsettim yukarıda, Mavi gece lambası falan yazmışım işte, kendince bir görüntüsü oluyor böyle cümlelerin. Hmm sinestetiğim ben, Do'yu kırmızı, 4'ü yeşil, Maviyi Humphrey Bogart, olarak görüyorum falan demiyorum, zaten bunu diyen malların çoğuna da Youtube'da genel olarak Hayko Cepkin videolarının altına yazılan yorumlar girsin. Tanıyorum bu tipleri, erkekleri Sopranino olduğunu falan söylüyor mesela. Hani sorulsun da açıklasın diye, ince ses falan filan, kızları da bir acaip giyim tarzı falan. Ekşisözlükteki troller gibi hissettim kendimi şu an ama, tahminimce bu insanların çoğu baba dayağı yemiş insanlar oluyor. Ondan sonra memleket deli kaynıyor doğal olarak. Hayır dünya standartlarına göre deli taklidi diyeceğim bunlara, çünkü deliliğin de ekmeğini yemeye çalışıyorlar. Hmm ben de manikdepresifim, evet ben de hafiften şizofrenim "Aha bak komik tişört de aldım, I Am not Schizophrenic" hesaabı. Ulan ne pismişsiniz be. Dünyaya zerre yararınız olmadan bu tip şeylerin ekmeğini yiyorsunuz.

Arada bir paragraflık cinnet geçirdikten sonra -gazetelerde falan "cinnet getirmek" diye yazıyor, ne kadar ilginç- geri dönüyorum incelemeye.

Evet albümü dinleyin insanlar, sonra da gidin başka Depeche Mode albümleri dinleyin, sonra başka müzikleri de dinleyin. Bir arkadaşım vardı müzik yazıları yazardı, bitirirken "Müzikle Kalın" yazardı. Çok üzülürdüm bu duruma ama yüzüne vuramazdım. Geçen sene bir ay kadar Blog'u takip ettikten sonra okumamaya başladığı için rahatlıkla yazabiliyorum bunu. Ya da şu an okuyorsa da lütfen artık böyle bir şey yapmasın istiyorum. Kendisine belki burada kalacak yer var ama öbür tarafta yok! Ciddi söylüyorum bunu yapanlar çok kötü durumdalar. Her şeyi eleştire eleştire yazı boka döndü. Albümü de ister dinleyin ister dinlemeyin. Sonra arkadaş çevrenizden biri gelip, "Baksana Placebo'nun I Feel You diye bir şarkısı var." derse de cevap veremez, rezil bir I Feel You yorumu dinlersiniz, zaten her şeyi aynı şarkının, sadece Brian Molko yorum yapmış. O kadar da saçma olmuş ki bu olay, Serge Gainsbourg'a Ersen ve Dadaşlar'ın sadece Ersen'in synthesizer efektleri yapması gibi bir şey olmuş. O Dadaşların da umarım hepsi Erzurumlu'dur, yoksa onlarla da hesaplaşacağız!!!


P.S: Masaüstünde bu fotoğraf vardı, şimdi In Your Room'un Single kapağı da uygun olmazdı zaten. Neyse, hem yazıda Iron&Wine'da geçiyor, ona da öyle sevgi dolu bir selam yollamış oldum.

20 Ekim 2009 Salı

Oray the most Powerfulestest Kale of the Elitizm of the İngilizce de biliyorum of the orrayt!


Şimdi bu yazdığım, kısa olacağı için tweet eyleyen biri gibi hissedeceğim. Sonra "@osmantanerkır Haklısın abi, herkes kendince yaşar." gibi bir şey yazmayacak olsam da, yine de kötü hissetim kendimi. Çünkü geçen gün özellikle Oray Eğin'inkini takip ettiğim için biliyorum, "hakkı devrim'de gaylik konusunda bir algıda seçicilik var, bu konuya takıntılı. bütün örnekler ibnelik üzerine... dolapta sanki..." gibisinden bir kere "coming out of the closet"in şuursuzca çevrisini içeren salakça cümleler görüyorum. Zannımca Ercik, Oray Eğin'in imkanlarına sahip olsaydı, aynı noktaya varabilirlerdi, geçen gün Disko Kralı'nda "Okan bu Porno!" dediği zaman bunu fark ettim, daha önce içindeki Ercik'i hiç bu kadar ortaya çıkarmış mıydı bilmiyorum.
Size Oray'dan bir aforizma sunuyorum: "Arda Turan'ın ceketi güzel ama LV tokalı ayabbılar bir kabus... Çocuğu Bayrampaşa'dan çıkarırsın ama Bayrampaşa'yı çocuktan çıkaramazsın." Üstüne çok düşünülmesi gereken, çok taşaklı bir laf. Ortaokuldayken bulsaydım, hiç düşünmeden kompozisyon yarışmasına katılır derece alırdım, öyle bir laf. Bir de formüllü ya, kelimeleri değiştir yerine başka bir şey koy, hemen çok ağır ve içi dolu bir lafmış gibi de duruyor. Sonsuz kombinasyon var, hemen örnekleyelim: "Oray'ın kafası güzel ama yazıları bir kabus. Gazetenden Oray'ı çıkartabilirsini, ama Oray'ı Gazetelerden çıkaramazsın." tam anlamına karşılık gelmedi, ama orada sosyal mesaj vermeye kalkıştığım için kalıbı biraz bozmak zorunda kaldım.

Neyse aslında benim kısaca söylemek istediğim şuydu; geçenlerde Trt'nin belgesel kanalı açıldı, bunun tanıtım toplantısı İzmir'de yapıldı. İzmir'in ve İzmir'linin durumu beni ilgilendirmez, ama çok hafiften devlet bu elemanlara laf geçiriyormuş gibi hissetmiştim. "Al koduum çocuğu, çok kültürlüsün anladık." hesabına, hatta dayanamayıp "Bu da devletin Kültür açılımı" demek istiyorum, biliyorum şu andan itibaren Star Gazetesinin Spor sayfalarının başlıklarını atma görevi verilse yapmak zorundayım, ya da mecburen bir aile babası sıfatına bürünmek zorundayım bu şakadan sonra.

P.S: Trakya'da Kola bayiliği yapan bir abi vardı, aynı Oray'a benziyordu. Hatta, "İkisi de aslında ne kadar çabuk tükenen ürünler sunuyorlar." derim, ama zaten yazının genelinde bu tip şeyler yoğun olduğu için vazgeçiyorum.
P.S2: Olaya gelin!!! Az önce Blogger profiline baktım. Adam resmen kendi Blog'unu takip ediyor ya hu!!! Allah aşkına birileri aşağıya bu konu hakkında yorum yazsın, çünkü şu an gülmekten yazamıyorum ben, o yorumu da bu yazıya dahil ederiz.

19 Ekim 2009 Pazartesi


30 Haziran'da Desolation Row'un da gazıyla, Ophelia'dan kısaca bahsetmiştim, hatta altına o dönem blog'u takip eden Elmira'yla Where the Wild Roses Grow üzerine fikir teatisinde bulunmuştuk. Eğer kelime uymazsa, yine de bir metin içerisinde Teati kelimesini kullanmanın onurunu taşıyor olacağım.

Geçen gün, vatandaşım şair Rimbaud'yu okurken onun Ophelia şiirine rastladım, ve ben ki eğer çok etkilenmesiysem şiirden, yani: kopyalayıp birilerine göndermek, dize ezberleyip, orada burada kullanmak gibi kötü emellerime alet etmeyeceksem, asla ikinci kez geri dönemeyen biriyken; bunu yaklaşık 6 kere okudum. Galiba şiir yazabilseydim, ya da onu geçtim, ahenkli herhangi bir metin yazma yeteneğim olsaydı, bunu yazmak isterdim. Hatta şimdi Türkçe'sini buraya kopyalıyorum, eğer bulursam Fransızca'sını da kopyalayacağım. (internet'ten buldum, ama sanırım en tavlayıcı kısımlarını kopyalamaya çalışıp dört kıtaya indirmişler. Onlara sadece orospu çocukları diyip, elimdeki kitaptan geçiriyorum.)

Yıldızların uyuduğu, sessiz, kara
Dalgalarda Ofelya iri bir zambak,
Yüzüyor duvaklı uzanmış sulara...
- Avcı borularının ezgisinde bak.

Bin yıl geçti, Ofelya yine üzgün,
Uzun sularda kefen gibi akıyor.
Bin yıldır, gündüz gece, deli gönlünün
Hüznünü meltem yellerine döküyor.

Açıp sularda salınan tüllerini
Beyaz göğüslerini öpüyor rüzgâr,
Söğütler eğmiş omzuna dallarını
Ağlıyor. Uykulu alnında kamışlar.

Yöresinde üzgün nilüferler bazan,
Dağıtıyor Ofelya kızılacağın uykusunu,
Bir kanat vuruşuyla dallar yuvadan
-Salıyor yıldızların altın şarkısını

Sen ey solgun Ofelya, kar gibi güzel!
Sulara gelin oldun ergen çağlarda!
-Çünkü Norveç doruklarında esen yel
Acı özgürlüğün tadını öğretti sana:

Savuran bir soluk gür perçemlerini
Büyüyordu düşlerinin akışında;
Dinliyordun Doğa'nın ezgilerini
Ağacın, gecelerin yakınışında;

Çünkü boğuk sesi çılgın denizlerin
O tatlı, çocuk göğsüne vuruyordu;
Bir nisan sabahı, yorun atlı senin
Dizlerinde sessizce oturuyordu!

Gök! Aşk! Özgürlük! Bu nasıl düş Deli Kız!
Güneş vuran kar gibi eriyip gittin;
Konuşma, sus! Seviyi bizlere dilsiz
O mavi gözlerinle çoktan öğrettin!

-Ve diyor ki Ozan: Aydın gecelerde
Ofelyam çiçekler devşiriyorsun;
Hep böyle yüz ak gelinliğinle suda
Dalgalar beşiğini sallayıp dursun.

Şiirin tarihi de 15 Mayıs 1870. Yalnızlıkların şairi, İbrahim Sadri ve Ahmet Selçuk İlkan sundu demiyorum. Çünkü içinde kötü herhangi bir edebi sanata rastlayamıyoruz. Ha çeviren arkadaş "Seviyi bizlere dilsiz" diye, içinde "sevi" gibi rezil bir kelimeyi geçirerek çevirmiş cânım şiiri, ama yine de çok fazla baltalayamamış durumu. Ayrıca çok az da olsa Fazıl Hüsnü Dağlarca klasik şiirlerinin uyak düzeninde çevrilmiş gibi ama artık bir şey demiyorum ona.

Bunun yanında, Attila İlhan bu adamı okumadıysa, gecekondumun üstüne çıkar, çocuğumun üstüne benzin döker yakarım. (Bir de Attila diye diye yıllarca kafamızı sikti. Aferin doğuştan çok sıradışı bir isme sahipsin koduğum çocuğu diyesim geliyor bazen. Atilla ulan!) Aynı şekilde Cemal Süreya için de geçerli bu etkilenme meselesi bence, ama bu Cemo'nun kendi kendine oluşturduğu bir tarz da olabilir bilmiyorum, ama yine de herifin Banko şiirinde çok fazla Rimbaud kokusu var.

Ha, ayrıca "Çünkü boğuk sesi çılgın denizlerin/ O tatlı, çocuk göğsüne vuruyordu" dedikçe aklıma, ayaklarını trabzanlardan aşağı sallayan Mathilda'yı getiriyor.
P.S: İnternet üzerinden bir kez daha okudum, şiir burada rezil olmuş gibi geldi. Nereden sardırdım diye sormayın Rimbaud'ya son bir buçuk yıldır, edebi olaylara Dylan aracılığıyla yaklaşıyorum. Adam derya olmuş(ooolmuş), ben de bir sandal(saandal)devrilip batmışım, boğulmuşum ben. Diye de bitirirdim, ama burada çok ciddi bir kitleye hitap ediyorum, İbrahim Tatlıses şarkı sözlerinin deforme edilmesine herkesin karnı tok biliyoruz!

6 Ekim 2009 Salı

A Bout de Souffle Üzerine( Üzerinde aksan olan A'yı bulamadım, ama é mesela, onu yazabiliyorum.)

Fransız Sineması'nın çok güzel Yeni Dalga filmlerinden birini izledim dün. Bu tip filmlerden uzak durmama sebep olan tek şey, gelişme dönemimde CNBC-e'nin, bir Macar yönetmenin, dedesinin 63 yaş sonrası oluşan depresif yönlerini, bir yaprağınkiyle karşılaştırdığı yaklaşık dört buçuk saatlik filmler yayınlaması olmuştu.

Yeni Dalga'ya karşı da aslında ön yargıyla yaklaşmaktan ziyade, bir ürkeklik vardı içimde. Şimdi Goddard'ın ya da Truffaut'nun filmlerini hiç izlemediğinizi ve ilk kez isimlerini duyduğunuzu düşünün...

İkisinin de isminin, karikatürlerdeki sıçma efekti gibi durmasının yanında, sizin oldu mu bilmiyorum ama, ortaokuldaki ruh hastası Sosyal Bilgiler öğretmeniymiş gibi geliyor ikisi de bana. Çok detay soru soran mesela, ya da tuzaklı sorular hazırlayan insanlarmış gibi hissediyorum.

Sonra, film başladı.

Burada filmin Brechtyen yanlarını saymak istemiyorum, zira zaten yarım yamalak bilgim var hakkında. Jean-Paul Belmondo her göründüğünde ciğerlerimizi parçalıyor. Yalnız, anlayamadığım konu, Pimaş Boru kalınlığında sigaraları nasıl içtiği. Sanırım, ağzında olmadığı çok az sahne var zaten. Ayrıca Belmondo Selamı diye adlandırılan, baş parmağı dudak üzerinde gezdirme hareketini lütfen ayna karşısında önce deneyin, ondan sonra sokakta yapmaya kalkışın. Ben denedim, sanki salçalı ekmek yemişim ve artık salçaları suratımdan temizlemeye çalışıyormuşum gibi duruyor. Ondan sonra da aklıma, suratı kakolu dondurmayla bulanmış çocuklar geldi, bu yüzden Belmondo Selamı'nın herkese yakışmadığını söylemek isterim siz dostlara. (Jean-Paul Belmondo'nun doğuştan solaryuma girmiş bir tipi mi var, yoksa o sıralar yanarak mı bu rengi tutturuyor anlayamıyorum hala.)


Bir de Jean Seberg var, filmde oynayan abla. Kendisini 79 yılında, daha yeni 40 yaşına girmişken kaybetmişiz. Allah sevdiği kullarını yanına erken alırmış diyebiliyorum kendisi için. Kadraja her girdiğinde insanlığımdan utandım. Hele sonlara doğru, kafiyeli bir Fransızca konuşması var ki, geri sarıp üç kere izlemek zorunda kaldım. Gökten düşmüş bir melek kendisi derdim, ancak Fallen Angel ayarında Speed Metal şarkı ismi akıllara gelebileceği için vazgeçiyorum bundan. Yahu, Madame Tussauds'da heykeli bulunası bir insan. Ya da bulunmasın, öyle rezil balmumu heykeller var ki!! Conan O'Brien bir ara Tom Cruise'la Fonzie'ninkini satın alıp, Psycho'nun çekildiği eve götürmüştü, o noktadaydılar.

Film akıyor, zaten yaklaşık bir buçuk saat uzunluğunda. Her sahnesinde, insanı 60'da Paris sokaklarında, ihanet, tutku, ve aşka sürüklüyor, diyorum. O kadar, liseli veya üniversiteli zerre sinema eleştiri bilgisi olmayan insan cümlesi kuruyorum burada. Ayrıca, film Goddard'ın ancak, senaryonun özü de Truffaut'ya ait. Clash of the Titans ulan!!!

5 Ekim 2009 Pazartesi

Duygusal gibi!


Büyürken, Discovery Channel izlemiş olanlar bu acıyı paylaşacaklardır şu derbeder gönülle.

"Yüzüne karasinek konan küçük çocuk."

Bu, bir Ara Güler fotoğrafı da olabilir, ya da şu akbabalı fotoğrafı çektikten sonra intihar eden Pulitzer ödüllü arkadaş. Öyle derin bir bilgim yok. Ama birinin yüzüne karasinek konmuşsa, o kadar üzülüyorum ki haline; resmen RedKit'te akbabaların üstünde dolaştığı cesetler geliyor aklıma.

Bundan faydalanıp, ekmeğini yiyenler vardır, ki ben sosyal sorumlulukları yerlerde sürünen bir zavallıyım; ancak birinin yüzüne karasinek konduğu an kendimden geçiyorum. Elmacık kemiğinin üstünde uçmayan, rahatça yaşayıp, hayatını idame etmeye çalışan bir karasinek. Buradan sömürü öyküsü çıkarmaya kalkışan da en adi göttür.

Onlara verilen yardımların yararını çok gördü bazı terbiyesizler. Alem Dergisi falan filan! İnşallah geceleri rahat uyuyorlardır. Tek hamleyle bir öğün verebilecekleri site var iken. Ha bu sitenin de yaptığını yıllardır anlayamıyorum, gerçekten günde bir öğün veriyor muyum? Hiç sanmıyorum! Madem, ben tıklayınca yemek verilebiliyor, neden elinizde olan en çok imkanı kullanmıyorsunuz? Bunu dijital alemde yansıtmak da başka. Ama üzgünüm, Birleşmiş Milletler'in yaptığı yüzsüzce bir girişimi görüyorum burada. Gün boyunca uğraşsam gerçekten 15 000 civarında insana bir öğün yemek verebilir miyim?

Bu tip, yüzsüzlüğü yapan kurum ve kurumların tümü orospu çocuğudur. Reklam gelirleri mi? Hiç sanmıyorum. 0.001 dolarlık bir gelirle insanları beslemek mümkün olmasa gerek. Elimde bir çözüm yok. Sadece böyle bir utanmazlığa dayanamadığımı belirtmek için söyledim.

Vakıflarda burs verirken, bir yandan da dudaklarına silikon yaptıran terbiyesizler gibi olmak istemiyorum. Ama son 4 yıldır, aklıma geldikçe bu siteye girip bir öğün yemek vermeye çalışıyorum.
Ahh ağlayabilirim, kaç kişiyi doyurdum ve ne kadar sosyal bilinci olan bir insanım diye. Ama dediğim gibi, o memelerine silikon yaptırmaktan geri kalmayan onursuz işadamı eşleri gibi hissediyorum. Onlara sınav burada değil! Öteki taraftaaaaaa!!! desem, açlıktan ölenleri kurtaramam ki. Umarım İngilizce bilenleri de vardır da, Dr.Oz'u izleyip sağlıklı yaşam hakkında bilgiler alıyorlardır. Böylece 257 yaşına kadar yaşayıp Kenan Erçetingöz'le Orgy alemlerine dalabilirler.

Herkül'ün bebekliği bile olsam, elime gelen yıldırımı üstlerine yollardım. En azından GTA San Andreas'taki deri kıyafet giymiş gibi görünen yanık tiplere benzesinler diye.

No offense!!!(ingiliceye saldırmalı biri burada!!!!! O kadar ünlem artırarak kullanıyorum hemde!!!!!!)
Hileyi uygularsanız siz de göreceksinizi o utanmaz bağışçıların kömür yanığı ama parlak yüzlerini veya botokslu yüzlerini çirkin suratlarını.

2 Ekim 2009 Cuma

Madem Geniş Omuzluyum, Neden Yanımdaki Dar Omuzluyu Cama Sıkıştırıp Domine Edip, Aynı Zamanda da Sağ Kolunun Hararet Yapmasını Sağlamıyorum Üzerine


Varoluşsal bunalımdayken, güneş ışığı gözüne kaçtı diye fellah öldüren adam var. İşte bu olayı az önce minibüs gibi, anarşinin hakim olduğu ortamda az kalsın ben de yaşıyordum. (Minibüsteki para akışı, önceki yazıda da belirttiğim gibi tamamen kakafoniden ibaretmiş gibi görünse de, aslen doğaya dikkatsiz bakan gözlerin anlayamadığı harmoni gibi. "Onlar ki, gözleri vardır Minibüs harmonisini görmezler, vay onların haline.")

"Bir yandan güneş, bir yandan geniş omuzlunun kol sürtmesi yakar Allah deyu deyu!" şeklinde içimden geçiriyordum. Müsamaha gösterdikçe, yayılıyor devleşiyordu. Adamdan alabildiğim tek intikam, dün giydiğim tişörtü bugün de giydiğim için yaydığım kunduz kokusu oldu.

Neyse, başka bir konuya geçiyorum. Bundan iki yıl önce galiba, Post modern pazarlama teknikleriyle ilgili bir kitap okumuştum. Orada Disneyland'in ve Las Vegas'ın her şeyden, her yerden bir parça alıp kendi bünyesinde birleştirerek, gelenlere gerçek dünyada, bir rüya yaşatmayı amaçladığından falan bahsediyordu. Bunu Ankara Belediye Başkanı Sayın Melih Gökçek'in de hedeflediğini, az önce kurmuş olduğu yeraltı çarşısının içinden geçerken fark ettim. Öncelikle o kadar dallı budaklı ki, tahminimce köstebek yuvalarına, ya da karınca akvaryumlarına bir gönderme yaparak, halka köstebek ya da karınca olma deneyimini yaşatmak istiyor.

Tabii, karınca çok küçük bir varlıktır, halk da kendini küçük hissetsin diye yapıyor bunu, falan diye psikososyal çözümlemelere girip kimseyi üzmek istemem.

Neyse efendim, bu çarşıya girdiğim an kesif bir ayak kokusu aldım. Baştan ne olduğunu anlayamadım, sonra yine bu postmodern vahanın aynı zamanda mescit görevi gördüğünü fark ettim. Şimdi burada mutaassıp okuyucular falan varsa "o ayak senden daha temiz, pis münafık" muhabbetine girmesin, değil işte. Leş gibi de ortam kokuyordu. Ben şehrin imajına falan bakmam ve de umrumda değil, meclisin bahçesinde de kılınabilir sonuç olarak muz cumhuriyetlerinde olur böyle şeyler. Hatta, Bağcılar'da 212 diye bir alışveriş merkezi var. Orası daha ilk açıldığı gün çimlerde din gösterisi yapan aga gördüm. Sarhoşlar tarafından işenmiş toprakta namaz kılmanın şeriata uyduğunu sanmam. Fark ettiniz mi bilmiyorum, ama son cümlede Nihat Genç siniri vardı.

Zaten Nihat Genç müzik yapsaydı tahminimce Rage Against the Machine ayarında bir şey olurdu.

 
Copyright © 2010 MONTEYN