29 Mart 2009 Pazar

bilim kurgu bilgisi olmayan birinin bilim kurgu öyküsü yazması üzerine



Okuyanlar, bunu yazmak zorundaydım, okumanız için yalvarmıyorum ama bunu tercih ettiyseniz size kolay gelsin diyorum:

"
Kardeşim Deniz, üç ay önce intihar ederek öldü.

Keşke, onun hayatını buraya aktarabilseydim; ama ben bunu anlatacak olgunlukta bir insan değilim. En azından çok basit bir geçmiş zaman anlatısıyla, Deniz'in durumunun nasıl geliştiğini anlatmak istiyorum.

2020 yılı tüm aile fertlerimiz için çok etkileyici bir yıl olmuştu. Küreselleşen dünya ekonomisinin etkileri her yere yayılmaya başlamış, dünyadaki tüm ailelerinin ümidi olmuştu. Ah biz insanlar, bilmezdik ki ilk etkilenecek kuşak olalım dünyayı etkilemeye başlayan olaylardan. Ama bu oyunun bir parçası olmaya karar vermiştik bile. İşte 2021 anayasası 402. madde c. bendi: " 2020 sonrası doğan insan yavruları bundan sonra cinsiyetsiz doğacaklardır, aksinde doğacak bir insan ölümle cezalandırılacaktır. 21 yaşına ulaşan kışlılar kendi cinsiyetlerine karar vereceklerdir." Maddesi ortaya çıktı. Tabii ki benim ülkem buna başkaldırdı, günlerce eylemler oldu, ancak boynunu bükmeye şartlanmış vatandaşlar -inanamazsınız- buna bile boynunu büktü. Yeni anayasa bu tip durumları düzenlerken, ülkenin birçok yerinde ayaklanmalar ortaya çıkmasının sebebi de bu maddeydi. Ah, keşke bunları demez olaydım ama "BİZ İBNE DEĞİLİZ!" yazan binlerce pankart açıldı. Keşke bu durumumuzu ben onlara açıklayabilseydim ama Deniz'in doğumu tam olarak bu yeni kanun düzenlemelerinin 6 ay sonrasına denk geliyor. Bu dönemde doğan deniz herhangi bir dünya vatandaşı vasfına sahip olmuştu. İki cinsel organı vardı ve de ölçülen hormon değerleri gelecekte engellenmediği durumda onun memelerinin gelişeceğini gösteriyordu.

Ailem, bu pilot düzenlemenin öncüllerinden olmanın gururu içindeydiler. Ne ileri görüşlü, ne de devlet yanlısı bir politika izliyorlardı, tek istekleri bir çocuk sahibi olmaktı. Bu isteğe öyle tutkuyla bağlanmışlardı ki, yeni gelen yasaların getirdiği sorunları göz ardı ederek suni döllenmeyi tercih etmenin bir problem olmayacağına inanmış ve de Deniz'in doğumuna hazırlanmışlardı. Bile bile, kendi çocuklarının XXY olacağını bunun oluşmasını istemek büyük bir cesaretti, ancak 20 yıl önce anıldığı gibi süper dişi, ya da süper erkek (ki bunun varlığını ben hiç duymadım bile) olacağı inancına bağnazca düşünmek cahillikten başak bir şey değildi. Şu an gülüyorum ama benim ailemle aynı düşünceye sahip olan en az 3000 aileye ulaşıldı ve bunların da çoğalmasına yardım edildi. Tanrım, bundan sonra başımıza gelen olayları bir bu aileler, bir de sevgili kardeşim Deniz gibi olanlar bilir.

Tabii ki ben o zamanlar en fazla 8 yaşlarımdaydım, karşı cinsiyette birine bile cinsel istek duymaya en az 4 yılım vardı. Ancak annemin hamile kalması ve çevredeki birçok apartman'dan gelen tepkiler benim bilinçsiz olmadığımı ortaya çıkartmıştı. Nurhan, Melahat ve Fatma teyzeler artık annemle konuşmuyorlardı. İsterdim ki, annem bu süreç boyunca yalnız kalmasın, ben onun isteklerini karşılayabileyim, ancak 8 yaşında olmam en büyük engelleri benim önüme koyuyordu. Anneciğim beni hala sokakta oyunlar oynayan, konsollarından oyun paylaşan çocuklarla karıştırıyordu. İsterdim ki, aptal durumuna düşmeyeyim, ama ne yapabilirdim ki? Cebimdeki bir kaç bakır bozukluk ve de kısa şort pantolonumla annemi nasıl etkileyebilirdim, nasıl ona 8 yaşımda olmadığımı kanıtlayabilirdim? Tabii ki buna bile cevap bulamadım, annem yurdumun devlet hastanelerinden birinde Deniz'i doğurdu. Bu arada yeni gelen hükümet, cinsiyet koşullarını sürekli değerlendiriyordu. Tek cinsiyetli dünyaya gelen çocuklar devlet krematoryumlarında ücretsiz olarak yakılıyordu. Bunun en önemli sebebini söylemek gerekirse: "Madem Tanrı çift cinsiyetli insanların var olmasına izin veriyor, biz neden bunun olmasına sebep vermeyelim"di. Yani muhafazakâr hükümet, tanrının yöntemleri üzerinden çıkarımlar yapıp bu sonuca varıyordu. Ancak, unutmamalıyız ki, bu hükümet İslam’ın kararmış köşelerinden ziyade, hala karartılmaya çalışan, ancak dikkatli bakılınca görülebilen aydınlık kenarları üzerinden işliyordu. Tabii ki benim ülkem gibi bir üçüncü dünya ülkesinde bağımsız olarak karar verilen bir yasa olmamakla beraber, yine de yeni gelen hükümet bunu destekliyordu.

Peki, bunun sonuçları ne oldu?
İnanılmaz yerlere varacağını düşünen bazı insanlar hayal kırıklığına uğradı. 2041 ve 2042 yıllarındaki cinsiyet tercihleri ortalama %50yi gösterdi,insanlar bir kez daha muhafazakâr zihniyeti, en beklemedikleri yerden vurdu: Cinsellikle! Düşünebiliyor musunuz? İstenmeyen ve de başarısız olması beklenen sistemle başarılı oldular.

Ancak, istemezdim ki Deniz'den bahsedeyim...
Dayanamıyorum. Bu çileli dönemi Peder Bey ve de Valide Hanım'la beraber ben de geçirdim. Bu yüzden kısaca hayatımda beni etkileyen tek insan olan Deniz'den bahsetmek boynumun borcu...
2020 yılında doğduğunda onu kucağıma aldım, tabii ki onlarca gazeteci de arkamdaydı, zira yeni kurulan düzene uygun ilk bebekti. Tabii ki gelecekte kendi cinsiyet tercihine uygun bir isim bulduk. Böylece, neyi seçerse seçsin, onun için rahatsız edici olmayacaktı. Zaten; Fikret, Deniz, Görkem, Bilge gibi isimler revaçta oldu. Herkes bu tip isimleri tercih ediyordu, nasıl olsa 21 yaşında cinsiyetini tercih ettiği zaman ismi aynı kalmasına izin verecekti.

Keşke Deniz'im için de böyle olsaydı...
Ama onun için cinsiyetten öte ruh meselesiydi bu. Birçok kişiyle beraber oldu. Ama hepimizin geçirdiği gibi, en büyük sorunlarını, ergenlik döneminde geçirdi. Kendinden büyük erkeklerle takıldığı zaman onu transseksüel sanıp iğreniyorlardı; bunun yanında kızlarla takılmaya kalkışmazdı bile zaten, androjen görünümü her şeyi ele veriyordu. Ergenlikle beraber hem sakalları hem de göğüsleri ortaya çıkmaya başlamıştı. İşte bir kaç yıl sonra tercihinin ne olacağına dair tahminler yürütülmeye başlamıştı bile. Unutmamalıyız ki, 2000li yıllarda bile medya çok gelişmişti ve bu tip anketler yapıyordu. Günümüzde nasıl olacağını siz tahmin edin artık...

Yıllar sonra, o gün gelip çattı 2041 yılı birçok insan için anlam ifade etmeye başladı. Çünkü Deniz'le beraber aynı yılda doğan en az 670 kişi cinsiyet tercihlerini yapacaklar ve buna göre yeni oranlar hesaplanacaktı. Tabii ki ilk olarak benim kardeşim( ona kız ya da erkek kardeşim demememi bağışlayınız) bu duruma ilk girenlerden oldu, eline bir adet klasör ve bu klasörün içerisinde bu tercihine dair etkileri belirten kâğıtlar yerleştirdiler.

Ancak, tek bir şeyi unutmuşlardı...
O yaşta çift cinsiyetli olan insanlarda hala testosteron salgılanıyordu...
Sonradan kayıtlardan izledim, Deniz klasörün metal parçasını koparmış ve boğazına saplamıştı.
Şimdi düşünüyorum da, ikimizin de en sevdiği filmin Baba 3 olması bir rastlantı değilmiş sanki..."



PS: nasıl da buldum bilim kurgu hikayesi fotosunu. Resmen bu tarz için özel üretilen aptal fotolar var.



27 Mart 2009 Cuma

the piper at the gates of dawn üzerine


Bir zamanlar en sevdiğim grup, Pink Floyd üstüne çok az konuşup sonra da ilk albümleri olan, The Piper At The Gates of Dawn hakkında bir şeyler saçmalayıp sonlandıracağım bu yazıyı. Öncelikle şunu belirteyim ki benim favori PF albümüm kesinlikle The Piper At The Gates of Dawn değil; ya The Final Cut ya da Atom Heart Mother olabilir emin değilim.
İlk cümleyi okudum ve de hiçbir yaratıcılık beklemiyorum yazıdan. Neyse, başlıyorum...

1967, syd barrett, psychedelic, space rock, interstellar overdrive...
Bunlar böyle giderek bir Ertuğrul Özkök, ya da en azından Abbas Güçlü yazısı girişi hissi uyandırıyor.

a.Ertuğrul Özkök için benzer giriş: "ordu, darbe, elitlik, ezik okuyucu"
b.Abbas Güçlü için benzer giriş: "eğitim, okul, sınav, merhaba ben işe yaramayan önerilerde bulunmaya bayılıyorum"(sonuncusu madde olmadı gerçi, ama olan oldu bir kere)

İlk olarak, gelecekte kesinlikle Bay Barrett'la ilgili yazı yazacağım, ama şimdi burada bahsetmeyeceğim ondan. Sadece bu yeni basım CD'nin üstünde Bay Barrett'ın bulunması hoş, çok uygun da olmuş, ama onun yerine albüm tasarımını basmaları daha iyi olurdu sanki. Çünkü, albümün kapağındaki o "Emel Sayın filmlerindeki çiçek dürbünü gibi bir şeyden bakıp onu bin tane görme" tasarımı albümün havasını daha iyi yansıtıyor sanki. Neyse,girişteki sıralamaya göre, "1967" diyor ve yazmaya girişiyorum. Sgt. Peppers Lonely Hearts Club Band'le aynı stüdyoda yan yana kaydedilen bu albümü bir çoğu Space Rock'ın temel taşlarından biri olarak kabul eder. Aksini iddia eden varsa ve bunu kanıtlayacaksa da umrumda değil, benim için oturmuş bu önyargı sürekli bir mutluluk sağlıyor yaklaşık 4 yıldır sanırım. Space Rock dediysem "Interstellar Overdrive"ı bunu ilk örnek olarak göstereyim, çünkü çok açık bir şekilde, adeta kör göze parmak ayarında kafalar bir milyon olmuş halde yazıldığı belli oluyor şarkının. Şarkının şunlar denilerek yazıldığını hissediyoruz, "Dayı, kafayı çok pis yükledim, hayvan gibiyim, alayım elime gitarı da şöyle tellere ne geldiyse vurayım" ayarında yazıldığı hissi veriyor. Arada gitar bitiyor ve tamamen klavye giriyor, işte orası dörtlünün tribinin başladığı ve kafaların yüklendiği saniye. Neyse, o dönem zaten kafası ramazan pidesi gibi olmadan şarkı yazanlar dışlanıyorlar galiba: Hendrix, Jefferson Airplane vs.

Benim derdim 2007de çıkan 40.yıl kaydıyla ilgili, bir kere 2007 demek istemezdim çünkü, Türkiye'ye çıkışından iki ay sonra bile Invaders Must Die gelmemişken, nasıl olup yayınlanışından bir ay sonra bu albüm gelir hala inanamıyorum. Ama geliş tarihi olarak 2007 Kasım diyeyim en azından. Neyse geçiyorum bu ilgi çekmeyen bilgileri ve anlatıma doğru kayıyorum...

Az kalsın bazı rastlantılar sonucu ben bu kaydın hem mono hem de stereo kaydına(yani 40.yıl baskısına) sahip oluyordum, ancak yine bazı rastlantılar sonucu ne mono ne de stereo kaydına sahip olabildim. Tabii ki, yasa dışı müzik indirme bağımlısı olduğum için 40. yıl özel basımına kitapçığı dahil ulaşıp indirdim. İşte her şey bundan sonra başladı...

Mesela, stereo kaydın kafayı hayvan gibi yaptığını tabii ki biliyoruz; bike, lucifer sam ve de Pow.R Toc H. 'tan filan, ama bu özel basımla beraber gelen mono kayıt çok farklı bir etki yaratıyor zihinde. Sanırım, Bay Barrett'ın sesini hiç bu kadar soyut duymamıştık, yani plağın mono basımını 1967de alanlar ve de plak toplayıcı hasta ruhlu naylon poşet Issız Adamlar hariç. Soyut deyip açıyorum insanlar, çünkü böyle "soyut" deyip bırakınca, resmen Pelin Batu kalitesizliğinde bakmış olacağım cânım albüme. Eğer Roll'da okuduysanız, çok rahat bir şekilde, hatta beyninizi formaldehit çözeltisi içerisine koysanız bile "koşayım, arada karizmatik ve de elit laflar edeyim, sonra da albüme: 'dinleyin işte canım'ın karizmatik versiyonunu koyayım" diyerek yazdığını göreceksiniz. Böyle karizmatik yazdığını sanıp, okuyanların ne anlayıp anlamadığını sallamayan, R.E.M'in İstanbul konserinde, eline verilen Times New Roman, 12puntoya basılı A4 kağıdındaki bir gram samimi hisler duyamadığı kağıtları okuyup dudaklarıyla milleti etkileyebilecek seviyede kötü bir müzik eleştirmeni. Evet, çirkefleştim ve de yüzyüze gelip onu ezme ateşiyle yanıyorum. Sırf o konserdeki doğa moğa ayağında konuştuğu samimiyetsiz tavrının videosunu gösterip hiç konuşmadan yüzüne karşı onu rezil etmek istiyorum.

The Piper At The Gates Of Dawn'ın monosu inanılmaz bir deneyim, önceden bin kere hem stereo'sunu orijinal cd kaydından dinlemiş, hem mp3'ünü(empithrii değil, ben pelin batu değilim, empiüç diyorum bu yüzden) dinlemiştim, ama bu tamamen farklı. Sanırım buna ingilizce "fake stereo" deniliyor. Yani çeşitli oyunlar yapıp o rezil mono kaydı bize stereo gibi yutturmak oluyor. Bu arada, şunu da söyleyeyim ki, bunu The Beatles da yapmış, yani çeşitli insanlar "Yeaa abie yeaa The Beatles tek kulaklıkla dinlenmez" derse, ona atmanız gereken kafa şeklini çok yakın zamanda açıklayacağım zaten. Çünkü hem stereo hem de mono kayıtlar piyasaya sürülmüş bu dönemlerde.
Nasıl dinlenmez???? Dylan, Beatles, Soft Machine bu insanlar hep stereo gibi gösterip mono vurmayı tercih etmişler kendi dönemlerinde yeni yeni stereo çıkmaya başladığı için. Hatta Dylan, "Nashville Skyline" dahil, hem mono hem de stereo bastırıyor galiba, bu da en azından 1969 sanırım. Hatta bir sitede, hem mono hem de stereo baskılarının albüm kapaklarını ayrı ayrı göstermiş, gerçi çoğundaki tek fark <=STEREO=> yazısı oluyor, aynen de bu şekilde oluyor o yazı.

Ehh bunu da yaptırdınız ey okurlar, şarkı şarkı size bunları kısaca açıklayağım:
1.Astronomy Domine: İlk olarak bu şarkıyla ilgili utanç verici bir anımı anlatıp sonra şarkının mono ve de sterero karşılaştırmasına gireceğim. Yıllarca şarkının adının "astronomidomayn" olduğunu sandıktan sonra David Gilmour'un "Remember That Night" DVD'sinde bunu "astronomidomineee" diye telaffuz etmesi sonucu büyük bir şok geçirmiştim. Evet, bu kalitesiz burjuva utancından sonra şarkıya devam ediyorum. Stereo kaydının girişini çok sağlam olduğu kesin, radyo dalgası şeklinde konuşmayla başlayan giriş, mono'dan daha iyi, ve de bas yürüyüşü çok iyi duyuluyor. Peki, nedir bu mono kaydı bu kadar etkileyici yapan??? Çünkü (ehh Bay Barrett demeyi de kesiyorum artık) Syd'in sesi, mono'da daha temiz geliyor. Bu diğer şarkılarda da aynı. Çünkü Stereo'da geriden gelen Richard Wright sesleri geri vokalleri Syd'i bir miktar kapatıyor. ARKADAŞIM ADAM ZATEN UTANGAÇ, NİYE BİDE LAFINI KESİYOSUN!!!!! Diyorum rahmetli Richard'cığıma.

2.Lucifer Sam: Bu şarkının stereo ya da mono kaydını dinlemek farketmiyor, ikisi de kafanın içini kaleydoskopa çeviriyor. Çokrahat bir şekilde şarkıda yeşil rengi koklamak mümkün. Yeşilin daha iyi koklanabildiği bir şarkı duymadım. Hatta renkler Aphex Twin hariç, hiç bu kadar koklanabilir olmamıştı.

3.Matilda Mother: Günlerce "deeerevazekinghurüulddılend" diye gezdiren bu şarkıda bas Syd'le ortaklık kuruyor, ayrıca gelecekte grupta baskın rolü oynayacak Waters'ı çok rahat duyuyoruz, tabii ki grubta Syd'in ezilmediğini keskin Telecaster tonlarından anlıyoruz, ama mono bünyede daha farklı bir etki yaratıyor kuşkusuz. Ona da şimdi geçiyoruz. İnanamıyorum, şarkı o kadar aralıklarla dökülmüş pembe ki, keşke biz uyurken duyu organlarımız tamamen kapanmasaydı ve de pembeler ülkesine gidebilseydik bu şarkıyla. Bas, mono kayıtta gitarı destekler bir halde olmuş, davul tamamen arka plana itilmiş. Şarkı da Syth'lerin ve de Gitar tonlarının baskınlığını duyuyoruz. Bu da neye yol açıyor??? Şarkının hafifleyip ton atmasına. Stereo kayıt daha kapalı bir his verirken, mono çok farklı bir sevimlilik veriyor.

4.Flaming: Mono kaydını yayınlasalar çok daha iyiymiş. Çünkü, burada Syd'in sesi, monoya indiği için bulanıp psychedelic hava yaratıyor.(hah psychedelic'i doğru yazdım.) Ayrıca şarkıda anlamsız zil sesleri, stereodan daha iyi. Ama önceki bir kaç şarkıda bahsettiğim gibi yine geri vokaller baskınlık sağlıyor Syd'e, ama işte kaderin bir oyunu diyebiliriz.


Sıkıldım, diğerlerini de siz dinleyip kafanıza göre yorum yazın. Ama gelip stereo halinin mono'dan daha iyi olduğunu iddia edecek olan varsa seve seve kavga etmeye de hazırım. Champs Elysees sokaklarında, sarhoşlar ve de fahişeler arasında ekmek kavgasıyla büyüdüm ben. Kavgayı da bilrim, Le Ballyci çocukları(Enfant de Bally) da.

Aman, The Gnome'u unutmayacağım bu şarkılar arasında, çünkü anlayarak dinlediğim ilk ingilizce şarkı kendisi,bu kadar çocukça yazılmış sözler olamaz, bir şarkı insanı salıncakla sallanma isteğiyle ancak bu kadar doldurabilir. Kaldığım şatonun hemen arkasında salıncak olduğu için ben bu ihtiyacımı çok rahat karşılıyorum, ya siz?

Ve de son olarak şarkı sözleri:

"Everybody knows that the war is over, everybody knows the good guys lost"

24 Mart 2009 Salı

sabahlamak üzerine


Monteynden Kampanya
Sabahlamak ile ilgili
1değil... Zıbammm
2değil... Zıbammm
Tam 3 adet VARAN

VARAN 1: Beyin ne kadar ilginç bi organ değil mi?
Beyin, eğer sabahladığını hissederse hiç düşünmeden kendiliğinden bir tavuk göğsü, efendime söyleyeyim, bir kazandibi kıvamı alıyor.(beyin bile hiç düşünmeden kararlar alıyo böyle sıradışı durumlarda) Özellikle sabahlayanlar CAT'e girseler, kesinlikle şunu söyleyebilirim ki normal beyin kıvamını yitirmiş %60 muhallebi kıvamına ulaşmış olduğu görülecektir. El-göz koordinasyonunda yavaşlama ve eğer bünyeye kahve yüklenmişse, uyumak istemeye rağmen uyuyamamak. Uyumak isteyip yatakta yorgan tekmelemek ne kötüdür ey insanlar. Sanki çevredeki bütün sıcaklık uygundur, ancak gözlere o sıcaklığın zuhur etmesi sürekli engellenmektedir.Hepsi tamamen bu canım organın rezil edilmesiyle gerçekleşiyor. Sabahlayan ve aynı zamanda o gün uyumayacak olanlarla ilgili bir hadis aktarmak istiyorum: "Ah sabahlamış ve o gün iş yapmaya devam edecek olanlar ki vay onların haline"(Kevs-ül Er, 25) Aniden insanların çeşitli sebeplerden sabahlamasına o kadar sinirlendim ki, her an Şener Şen cinneti geçirebilirim.

VARAN 2: Ama o yatağa yattığın an ki his var ya...
İşte ikinci sabahlama klişesini Kayseri'den Mustafa Türkyılmaz'ın katkılarıyla Monteyn okuyucularına sunuyoruz. O hissi şu an edebiyatın, en önde bayrak taşıyanı gelse kimseye aktaramayacak o mutlak huzur hissini. Bu yüzden ben sırf bu huzuru anlatmak için bir çok kaynağı araştırıp bir şiir buldum, buraya aktarmakta bir sorun görmüyorum şu an:

Hani yıldızlar yanıp sönerken
Hani bir yıldız düşer de insan
Hani bir telaş duyar da birden
İşte öyle birşey

Hani yağmurlar yağar ya bazen
Hani gök gürler ya arkasından
Hani şimşekler çakar peşinden
İşte öyle birşey,işte öyle birşey

Şair ne güzel demiş değil mi değerli okuyanlar derdim. Ama bunu demem durumunda, " Radyo Baran, damara Devammmm.." hissi uyandırmış olmaktan korktuğum için, bu sözleri yorumsuz bırakmayı tercih ediyorum. Ayrıca bu sözleri buraya yapıştırdığım için de lanet olsun. Ama kimse yazılara yorum yapmadığı için, daha isyankar şeyler yazmaya karar vermiştim; yoksa zerre umrumda değil. Zaten sözleri kopyaladığım internet sitesinde de bir milyon tane yazım hatasıyla sözleri aktarmışlar. İbret abidesi olsun diye "birşey"i de düzeltmedim.

VARAN3 Uyuyanların şaşırması...
Sabahlayanlar bilir, çevrenizde uyuyan insan sizi iş başında bırakmışsa ve uyandığında bunu yapmaya devam ediyorsanız eğer, mutlaka ama mutlaka, "yeni uyanmayla bünyesi çalışmaya başlamamış insan reaksiyonu" vereceklerdir. Hemen en önemli örneğimize bir göz atalım:

"Babııa, vay uyumamışsın"

Kimseye yararı olmayan, sohbet başlatmayan, resmen ölü doğmuş bir cümle.
Lütfen ama lütfen sabahlayan ve beyni artık muhallebi kıvamına girmiş insanoğluna bu zulüm yapılmasın. Zihin katliamı yapılıyor resmen!!!

Eminim daha beterleri de vardır, ancak bu üç varanı da okuyan sabahlama durumunu yaşamış insanların, benimle aynı duyguları paylaşacağını tahmin ediyorum.

Ve bugünün sözleri:

"And we're changing our ways, taking different roads"


P.S:Varan kelimesini, 1997deki Arcopal Tabak vesaire reklamlarından beri duymamış biri olarak, okudukça okumak istiyorum. Tamamen heybetten oluşan bir kelime. Girişe mecburen kampanya olayını koymak zorunda kaldım. Çünkü bilinçaltıma Varan kelimesi tamamen, kampanya,damping, inanılmaz gibi çağrışımlar getiriyor.(Fotoğraftaki bardaktan evinde olmayanlar bana ulaşabilir, mutfağın %30'unu Kolanın verdiği Harry Potter ve 2002 Dünya kupası bardakları kaplıyor, ardından %27'lik bir oranla bu arcoroclar takip ediyor. Öyle bir mutfak düşünün ki yarısından fazlasında bardak istiflenmiş. Tabii ki Château de Michel de Monteyn'de yaşadığım için, mutfağın yarısından fazlası dolu bile olsa geri kalanında iki tane aile yaşayacak kadar boş alan kalıyor.)

22 Mart 2009 Pazar

Niyet ettim allah rızası için Proust üzerine...


Ölüm yatağında, muhtemelen sanrılar içerisinde olan Marcel Proust'u görüyorsunuz. Fotoğrafın adı, insanı ezmeye yönelmiş "Proust on His Dead Bed". Zaten "Dead Bed" gibi bir kelime ahengi yarattıktan sonra, o fotoğraf şu monteynin bile olsa heybetli dururdu.

Proust'u okumaya bu hafta başlıyorum. Kayıp Zamanın İzinde'nin ardından, 2 tam ve de bir adet yarım yamalak, modern tıbbın "eylembilim" diye adlandırdığı hastalığa yakalanmış kitabı var. Ancak edebi coşkunluğunu KZİ'de görüyoruz. (Çıldırıcam, kitabın ismini kısaltıp kezei, şeklinde okuyunca bile bir ahenk oluşuyor.)

Ama her şeyin yanında ey okuyan insan, kitabın orijinal adının:

À la recherche du temps perdu

olması nasıl bir insanı etkileyemez. Şu an internet bu romanın harflerini eksiksiz kabul etse, hiç düşünmeden isminin hakkını satın alır ve altına kocaman bir proust resmi girerim. İsmin altına bu blog'u girmeyi de çok uzun süre düşündüm bu sanal evrende, ancak altına herhangi bir kelimemi eklemek romanın heybetine bir darbe vuracakmış gibi geldi. Yani, yani okumaya başlamadan yücelttim, aynısı zamanında Ulysses'te de olmuştu, ona başlamış ancak ileri bir tarihe ertelemek zorunda kalmıştım. Bu da belki öyle olur, bilmiyorum.

Eh, madem kaptırdım, artık söylüyorum, hani ileti olarak facebook'ta, msn'de insanlar : "Mezarıma bunu yazın hüleen: şarkısı yarıda kaldı aklı da karıda kaldı(burada sayfa referansı verilmeli tabii ki)", ya da "evet hayat felsefeme karar verdim, "beynim cam kırıklarıyla dolu doktor...., (sayfa yine)" diyen insanlar olur ya, işte onlardan biri olmamak için başka bu ismi almaya yüzüm olmadığına karar verdim. Benim ortaokuldan beri hastası olduğum monteynimin ismini deforme etmek daha doğru olacaktı.

Edebi kuvvetine dair bir çok şey okudum, ancak Proust'un hayatı ve ya diğer eserleri hakkında zerre bilgim yok; ama ismi gördükçe romanına böyle bir ismi seçecek insanın zeki olmamasının mümkün olmadığını hissediyorum(üzgünüm, aynı fiilleri aynı cümle altında kullanma hastalığına yakalandım
). Sen gel: À la recherche du temps perdu, gibi okurken zihinde petibör bisküvi hissi yaratan bir roman ismi yarat. Sonra biz ölümlülerin bunun hakkında yorum yapmasını bekle. Benden yaşlı, ve hatta ölü olmasına rağmen bi çift sözüm var ona:

Marsiıl, edebiyata gelince onu iyi bilirsin, ama böyle bir isim seçtiğin için adisin olm sen.. İncil'de şöyle der: "Benim adım Marcel Proust olmasına rağmen, Kayıp Zamanın İzinde isimli bir kitap yazmayacağım, ve bu yüzden de yanağımın diğer yüzünü benden ikiyüzyıl sonra gelecek edebiyatçılara çevirdim"(Yohanna 18:3) ... Ayrıca "une minute". En sonuna da onu ekliyorum ki popülizm girişimim tam olarak sonuçlansın.


Yazıyla hiç bir bağlantısı olmayan şarkı sözüyle bitirme geleneğimi tekrar başlatmaya karar verdim:

Isn't it strange, how little we change?

Bu arada, bilgisayar oyunları çıkmadan önce, önincelemesi olur, ilk cildi 95(tam değer valla, kesinlikle sallamadım) yıl önce yayınlanmış bir romanın ön incelemesi böyle kalitesizce ilk defa yapılıyor.
Varsa da çıkarsın dosyalarla konuşsun.
Biz 2 aylık bloggercılığımızda yolsuzluğa hiç yer vermedik!!!

Önceden bir kişiye yollanmış bir öykü üzerine

Milattan önce 400 sularının klasik bir bahar sabahı gibi başlamıştı...( Şimdi kullandığımız Gregoryen Takvimiyle ölçersek 21 veyahut 22 nisan'a denk gelmekte, ancak tarihte bir kesinlik bildiremiyoruz, malum o zamanlar tarihle ilgilenen insanlar bile kör olduğu için tarih yazımcılığının da ne kadar detaylı olabileceği kuşkusuz ki üzücü bir gerçektir. Bünyede adrenalini tetiklemek istediği kolaylıkla anlaşabiliyor. İşte döneminin güçcüz edebiyat dilini ancak bu kadar dile getirebilmiş.)

Eflatun, 18 yaşlarında Atina'nın en bıçkın delikanlılarından biriydi, genç kızlar gözlerini süzüp süzüp bakıyorlar, ancak Eflatun kusursuz aşkı aradığından mıdır, yoksa kendi döneminde çok moda olan homoseksüellikten midir, tek bir allahın kuluna pas vermiyordu.

Ancak!!! Yatalak annesinin yanından güneş doğduktan hemen sonra ayrılan Eflatun'un, gün içinde başına geleceklerden haberi yoktu.

O gün Sinoptan gelen bir arkadaşıyla buluşup kolezyumda, şimdi bizim futbol olarak nitelendirdiğimiz, ancak o zamanlar "trtşeşbixerbe" olarak geçen oyunu oynamaya söz vermişler, bir gün önceden Glaucon'un kıraathanesinde takımları ayarlamışlardı. Ancak kolezyumda maç yapmaya yetecek kadar para toplayamadıkları ve aralarında kolezyumun sahibinin torunu,yeğeni falan olmadığı için kolezyumun yanındaki büyük amfitiyatroda maçı yapmaya karar verdiler. Tabii o zamanlar oralarda bekçi falan yoktu, zaten Atina'nın her yeri mermerken hangi insan gidip oradan mermer çalabilirdi?

Maç başladıktan 5 dakika sonra, insanlar amfitiyatro toplanmışlar, bunun bir çeşit komedya olup olmadığını tartışıyorlar, ayrıca aralarında Eflatun'un başvurduğu üniversitede hocası olacak çirkin adam falan da vardı. Ancak Sinoplu arkadaşının topa abanması sonucu, amfitiyatrodan dışarı çıkan top, zaten bir bayırın eşiğine kurulmuş olan Atina Akropol'ünden aşağı yuvarlanmaya başlamıştı. Normalde "atan alır" kuralı geçerliyken, Eflatun'un aşırı ahlaklı olması hatta ve hatta kendine ahlakı dert edinmesi yüzünden, topun peşinden tabanı yanmış köpekler gibi koşmaya başladı. Top durduğunda, Eflatun'un rengi değişmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu, ancak onu karşılayacaklardan haberi yoktu. Topu aldıktan sonra akropole tırmanırken çeşme başında bir kızın amforasına su doldurduğunu görüp sessizce izlemeye başladı. Aniden "Yüce Dionysos(Zeus demiyor o yaşlarda, içki problemleri falan var bu yüzden normalda bir Tracchia tanrısına tapıyor, Dionysos), adeta Apollo'nun güneşe verdiği emirle beraber saçmaya başladı ışık gibi, adeta Atlas'ın sırtındaki Cennet gibi bir kız" dedi. Ancak Eflatun yaratılışı biraz utangaç idi, bu yüzden kızla diyaloğa giremedi. (Zaten üniversiteyi bitirip diyalog, ahlak falan diye saçmalamasının da temellerini buradaki trauma'ın oluşturduğunu belirtir bazı tarihçiler. )

Fakat, Atina'nın nüfusu küçük olduğu ve hemen hemen bir çok kişi birbirini tanıdığı için, kızın adını beyaz kumaştan başka bir şey satmamaya yemin etmiş inatçı esnaf Kalamon'a sormaya karar verdi. Zira herkesin, Atina'nın düşman işgalinde giymek zorunda olduğu beyaz kumaş giymek zorunda olması sonucu zaten Kalamon voliyi vuruyordu, hem yazın da genellikle beyaz tercih ediliyordu. Neyse, Kalamon'dan kızın adının Chios olduğunu öğrendi, tepeyi çıkarken kızın ismini ağzında sakız varmışçasına durmadan zikrediyor, zikrettikçe huş'u buluyordu.

Maça geri döndüğünde, arkadaşlarına aralarında kızı tanıyan birinin olup olmadığını, aynı zamanda da artık Chios'un onların yengeleri olduğunu, eğer ona ters bir bakış atan olursa, bizzat babasının Eflatun'a 15inci doğumgünü armağanı olan, kamayı hiç düşünmeden saplayacağını belirtti. Bu arada arkadaşlarından biri de kızı tanıdığını hatta komşusu olduğunu söylemişti, ancak kötü bir haberi vardı kız ailesiyle beraber Mısır'daki dayılarının yanına taşınıyordu. (sonradan ege'nin karşı yakasında "kerpiç kerpiç üstüne düzdüm bir sıra/leyladan haber aldım gitmiş Mısır'a" şeklinde yazılan türkü de aslında Eflatun'un duygularının bir tercümanı olarak sayılır)

Sabah kalktığında, evlerinin önüne gitmişti, evlerini toparladıktan sonra, ilk gemiye binişlerini izledi, Chios'un ardından da bir damla göz yaşı süzüldü. Ancak babasının ekonomik durumunun kötü olması ve annesinin yatalak olması bu yüzden de evin tek çocuğu olan Eflatun'un ona bakmak zorunda olması yüzünden ardından gidemedi..
Aşkı yıllarca içinde büyüdü, geceleri rüyalarında hep Chios'u gördü, ama nafileydi artık Eflatun da aşkını kalbine gömmüştü, tek kişilik aşkın tanımını yüksek lisans tezi olarak yazıp, ızdıraplar içerisinde yaşamış adeta Atinaca bilinen bir meczub olmuştu.

Eflatun'un aşkına dair söylentiler yayıldıkça efsanesi yayıldı, zaten yazdığı bir kaç felsefik kitap falan da ününü arttırdı,ancak onun ünde parada şanda şöhrette gözü yoktu, yıllarca Chios'un aşkıyla yanıp tutuştu.İşte bu yüzden batı dillerinde Eflatun'un yaşadıklarına bir saygı olarak, Eflatunî Aşk anlamına gelen Platonic Love kullanılageldi.
 
Copyright © 2010 MONTEYN