25 Kasım 2009 Çarşamba

Freddie Mercury'yi unuttum dün!

Zamanında Michael Jackson'a övgüler düzen, helva yaptırtan, ama Freddie Mercury'nin ölümünü hatırlamayan zihniyeti kınıyoruz.

Karbeyaz Saçımı Yolasım Gelir Üstüne


Bugün normal bir blog yazısı yazacağım. Öğretmenler günüyle ilgili bir anımı anlatıp, aynı zamanda nostaljinin ekmeğini yemeyi planlıyorum bu yazıda. Ayrıca eski ansiklopedilerin çoğunda bu kelimeler "yemeği planlıyorum" şeklinde yazılıyor, çok seviyorum. Refik Halid Karay'la konuşuyormuşum gibi hissediyorum.

Bu anlatacağım olay, artık mayonezin lüks bir besin maddesi olmaktan çıkıp ketçabın ekürisi haline geldiği, etimek'in ve krem şantili etimek tatlısının evlerde fırtına gibi estiği, Tombi'nin Cheetos'a, Panço'nun da Doritos'a dönüştüğü dönemlerle kesişiyor.

Benim için sokağa salındığım an en önemli aktivite gizlice arkadaşımla çöplüğe gitmekten ibaretti. Çöplük dediğim yer, tam olarak çöplük değil aslında ama içinde olan bazı malzemeleri sayayım altı yedi yaşlarında bir çocuk için nasıl bir hazine olduğunu aktarabilmek için; ampul ve gazı az kalmış çakmak(yine olsun yine hepsini duvara fırlatıp patlatırım), motoru sökülmüş ama diğer tüm aksamları sağlam olan bir anadol(ilk direksiyon deneyimleri), kıçı kırık baskıları yırtılmış eşantiyon L.C Waikiki maymunu saati,(tabii o zamanlar lcw'nin çok lüks olduğu dönemler ve çok iyi hatırlıyorum bu saat için deliler gibi kavga etmiştik, sonra ben yere düşüp dizimi yaralamış ondan bir süre sonra oluşan yara kabuğunun da tadına bakmaya kalkışmıştım),kum tepeleri(bu kum tepelerinden en büyüğünün ortasını eşip içine kırık bürosit koymuştuk oturduğun zaman dışarıdan görünülmüyordu.), tonlarca kırık atari kolu, kasetleri, cam şişeler, kapaklar. Yani o yaştaki bir insan için bunların çoğu her şeyin yapılabileceği eşyalar, samimi söylüyorum eğer o çöplükte iki Amerikan nesli büyüseydi, şu an Amerikan Eğlence Endüstrisi dediğimiz kavram çok farklı bir yol almıştı, ve Walt Disney pictures tahminimce daha 70lerde kapanmıştı. Ha kapansın demiyorum, sonuç olarak oradan evlerine ekmek götüren insanlar var, bizim kimsenin rızkında gözümüz yok, ama sadece belirtmek istedim. Ya da kapanmamış olurdu, şu an sadece öyle yazmak istedim. Ha bu arada tam o dönemlerde yine ATV'de Herkül yayınlanıyordu, iki yıl sonra da Recess yayınlanacaktı tahminimce.

İşte çöplükte takılmadığım zamanlarda yan tarafta harap halde bulunan eski bir egzoz tamircisi vardı, orada takılıyorduk. Bir de şu an nasıl tarif edeceğimi bilemediğim için, external tuvalet diyeceğim, ama onların tepelerine çıkıp aşağı atlıyorduk, ya da uçaklara bakıyorduk. Bunun dışındaki zamanlarda da okula gider, alnımızdan terler akana kadar kovalambaç oynardık. Şu an "düğünde mala bağlayıp 4 saat boyunca kovalambaç oynayan çocuk" hakkında da konuşmak isterdim ancak bu çok derin konu hakkında kendimi yetkin görmüyorum, biraz sosyolojik dalgalar okumam lazım. Ayrıca "Weber mi Durkheim mı?" derseniz hiç düşünmem Durkheim derim. Çünkü Emile Durkheim yeryüzünde takım elbisenin en çok yakıştığı isim bence. Weber ise daha çok, yarı amatör bir tenis oyuncusu gibi.

Oldum olası, çamurdan bir şeyler yapılmasından hazetmedim. Bu zavallıca kendini tatmin etme eylemine öyle sinir oluyordum ki, "Al çamurdan pasta yaptım" ne demektir? Aynı zamanda kızların da çay olmadan plastik bardaklarında çay varmış gibi davranmalarına bir dur demenin zamanı geldi. Ey, bu acıları çekmiş artık ebeveyn olanlar!!! Lütfen çocuklarınızın akıl sağlığını düşünüyorsanız bir şişe paşa çayı verin, doldurup doldurup içsinler!!

Arkadaşım bir keresinde bu çamur olayını yapmaya kalkışmıştı:"Oğlum gerizekalı mısın? Çamurdan pasta yapılır mı gel arkada ampül ve çakmak patlatalım" dememe rağmen, sadece babaanne evlerine ve köy çeşmelerine satılan metal taslardan birinin içine çamur doldurup kurumaya bırakmıştı. Hayatım boyunca babam sadece bir kere kulağımı çekti, o da bu Özen gerizekalısının çamurdan pastası yüzünden oldu işte. Ayrıca sadece "gerizekalı mısın?" demekle yetinebilmiştim, çünkü İlkokul 3'e kadar hiç küfür bilmiyordum.

Yani bu dönemden bahsetmeye devam edebilirim, ama zaten herkesin çocukluk anıları bu şekilde geçmiştir diye tahmin ediyorum detaylı bir şekilde belki başka zaman daha uzatırım. Asıl beni tam bu dönemde ve tam yukarıda genel hatlarıyla bahsettiğim halet-i ruhiye içerisindeyken vurmuş olan bir anımdan bahsedeceğim.

İlkokul 1'in Öğretmenler Günü'ydü. (Ayrıca İlköğretim Haftası ve Yerli Malı haftası, zannımca yeryüzündeki en anlamsız belirli günler ve haftalardır. Yerli Malı haftasında yabancı malı getiren, kola getiren insan anıları çok var bunları geçiyoruz zaten.) Daha önce Anasınıfı'nda yine hediye almıştık, ama zannımca kovalak velilerde genel bir özellik olan "para toplayıp küçük altına girme" olayını yapmıştık, anasınıfını bu yüzden tam hatırlayamıyorum. Ama o 24 Kasım'ı ömrüm boyunca unutmayacağım!!! O sabah öğretmenime bir kırmızı bir siyah pilot kalem almış, kırmızı pilot kalemin mürekkebinin deposu içinde nasıl aktığına bakıp yine hayran olmuş, ardından da süper paketlemiştim.(Bu arada bazı zamankar "bizim okul pilot bölge olarak seçildi" dendiği zaman mutlaka pilot kalemle bir bağlantısını kurmaya çalışırdım.) Babam da bir gün önceden gül almıştı. İşte elimde gül ve hediye pakedimle öğretmenler gününü herkes kutlarken ben de elimdeki materyalleri verdim. Zaten, ortada ahım şahım hediyeler yok, on kilo civarında doğal ve yapay gül karışımı bir yığın onun yanında da, tonla kalem, bir tane kaşe memur eteği falan vardı. Her şey güzeldi, fakat 3. teneffüsün sonunda çöp kovasında 3 tane gül gördüm. Kovaya yaklaşıyor, yaklaştıkça karşılaşacağım hayal kırıklığının sınırlarını tahayyül etmeye çalışıyordum. Önüne geldiğimde benim gülümün çöpe atılmış olan kırmızı güllerden biri olduğunu fark etmemle dünyamın yıkılması bir oldu. O an verilebilecek herhangi bir mega taso mutsuzluğumu yok edemez, öğle yemeğinde köfte ve patatesin çıkacak olma ihtimali beni hayata bağlayamazdı. O an gözüm, anasınıfından beri platonik aşkım olan Merve'yi bile görmez olmuştu. 36 kişilik sınıfta sadece 3 kişi canlı gül almıştı ve bunlar da korunamayıp mahvolmuştu. "Asıl benim sana olan sevgim mahvoldu." diyemedim, "Al geçen hafta astığın kırmızı kurdeleyi başına çal, benim için o da artık senin sevgin gibi soldu!" diyemedim. Sırama oturdum, harita metod defterime yeni aldığım kalitesiz hatas pergelle yuvarlaklar çizmeye başladım.


23 Kasım 2009 Pazartesi


"I'm not there" Bob Dylan

"I'm not here
This isn't happening
I'm not here, I'm not here" Radiohead, How to Dissapear Completely

"Ben burada değilim." Orhan Pamuk

"That's not me" Brian Wilson, Pet Sounds'dan (Gerçi diğerlerinden farklı bi anlamda. Ama adamın yine de problemleri var, belli olmaz. Bunu da eklemek istedim. Hatta aralarında en neşelisi bu galiba.)

Niye bize en küçük kuzen muamelesi yapıyorsunuz?
Böyle toplamalar yapınca da, oyun dergilerine mektup yollayan elemanlar gibi hissettim şimdi. "Abi benim sistemim şöyle şöyle, ne kadar dayanır?"

Haftanın Modern Talking Klibi - 2


Dieter Abimiz ensede kürklü hayvan beslemeyi ihmal etmemiş. Her Modern talking klibinde olduğu gibi 4 ana elementten ateş, yine vazgeçilmez bir öğe olduğunu kanıtlarcasına bolca kullanılmış.

Aşağıya, "Ben bunu bir yerden biliyorum ama nereden biliyorum?" isimli şarkıyı gömüyorum.



22 Kasım 2009 Pazar

Ademoğlunun çilesi ya da "N'oldu?"


Bugün iki meseleden bahsedeceğim birincisi sessiz geçen gecelerin bir numaralı sorusu"N'oldu?" ikincisi de Oktay Sinanoğlu.
-I-
İnsan erkeklerinin saç foliküllerini mahveden soru. Durumu bayağıca tahlil etmek istiyorum sadece.

Öncelikle "sırt yanması"! Ardından vücuda da "faps" diye yayılıyor. Mesela ilkokul ikide Hayat Bilgisi'nden Sonbahar'a Hazırlık ünitesinde, sonbahara girerken hazırlanan şeyleri eksik yazmış ve hayatımın ilk 3'ünü almıştım, itfaiyecilerle ilgili bir şeyler de bilememiştim ama şu an hatırlayamıyorum. İşte bunu ilk kez aileye söyleme olayı o sırtın yanması olayını ilk defa yaşadığım anıydı galiba. Akademik hayatı kusursuz olan insan varsa onun için de şunu açıklayayım. Hani sokakta yürürken belalı bir tip yanınıza gelip "bir saniye konuşabilir miyiz seninle?" dediği an. İşte bu ve benzerleri aynı şekilde bir ilişkide sorulan "N'oldu" sorusu gibi bir şey. Tabii bu alevlenmeden önceki sırt kamaşması kısmı, çünkü soruyu sorduktan sonra 5 dakikalık sessiz kabir azabı seremonisini ardından sırt yanması başlıyor.

Sen kardeşim, sorduğun "N'oldu?" sorusunun yanlış olduğunu düşünme! Çünkü o sırada sorabileceğin doğru bir soru zaten yok. Ayrıca gelen cevabı da hiçbir zaman göğüste yumuşatıp geri yollayamayacaksın. Çünkü, öyle kalın bir cümle olacak ki gelen cümle, yeryüzündeki retoriği en kuvvetli insan olsan bile cevaplaman mümkün değil. Yıllar boyunca, bu tip konuşmalarda giren lafları yedikten sonra deliren ya da uzun dönemli hasar yiyen insanların sayısının hiç de azımsanamayacak seviyede olduğuna inanıyorum. Cümlenin sertliğine göre zaten hesapla artık ne durumda olduğunu, lafı duyduktan sonra o sırtındaki yanma artıyor, dudakların içeri doğru büzüşüyor, damağın kabin basıncı yemiş gibi kuruyorsa bu konuda tek bir söz söyleyebiliyorum:"Hayırlı işler!" Eğer cevap vermeyi planlıyorsan, bu bir 5 dakikalık sessizlikten sonra gelen daha ağır cevap ve sonunda da "allahım lütfen şu an lütfen bir 4 yıl civarı öleyim, sonra kalkıp devam edeyim." hisleriyle dolduracaktır belki bilmiyorum. Benim öyle oluyor en azından. Neyse, ilk mesele buydu.
-II-
Şimdi, ikinci bir konuya geçiyorum. Baktım birkaç kere "bir ara Oktay Sinanoğlu'ndan bahsederim." demişim. O gün bugündür dostlar. Öncelikle Oktay Sinanoğlu'nun zekasıyla, ünvanlarıyla yaptıklarıyla benim bir şeyler söyleyebileceğim bir alandan uzak oluşuyla akademik kişiliğinden bahsetmeyeceğim. Yalnız, zamanında çevrenin de verdiği gazla Bye Bye Türkçe'yi okuduktan sonra ironi kabiliyetinin yerlerde süründüğünden emin oldum en azından. Kitabın ismine bakarak da buna varılabilir, ancak içeriği çok daha ileri götürüyor bunu.

Öncelikle şunu söylemem lazım çok fazla Oktay Sinanoğlu müridiyle tanıştım ve bunların çoğu nasıl açıklasam bilemiyorum ama "Dil Faşisti" diyebileceğim insanlardı. Gerçi böyle çok kötü bir tanımlama oldu, zaten herkes birbirini bu tarzda suçlamaya bayılıyor, ama benim terminolojimde şu an daha uygun bir kelime olmadığı için bunu kullanmak durumunda kaldım. Türkçe'nin en eski dil olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlardı, Beyaz Zambaklar Ülkesinde'yi okumayı öneriyorlardı, ellerinde 84 basım kırmızı ciltli ansiklopedileriyle bir şeyler kanıtlamaya çalışıyorlardı, her görüştüğümde ellerinde konfeti ayarında tonlarca köşe yazısı getiriyorlardı. Dil bir kelimeyi içine sindirdiyse, ve bu günlük hayatta kullanılırken sıkıntı yaratmıyor, aynı zamanda dilin kendi karşılığı olan bir kelime varsa ve bunu sindirmediyse bir sıkıntı göremiyorum. Ancak karşılığı olmadığı halde yabancı dilden geçmiş kelimeleri kökten kazımak amacıyla uydurulan kelimelerden rahatsız olduğum kadar çok az şeyden rahatsız oldum galiba. Bunun en basit örneği olarak, yine müritlerden birinin bana "Televizyon yerine Uzakizle diyelim" demesini örnek gösterebilirim. Öncelikle bu sefalete gülüyorum çünkü Almanca "fernsehen"i doğrudan çevirmek çok üzücü. Nasıl desem bilmiyorum, ama ölü doğmuş kelimeler yaratılmaya kalkışılıyor çok üzülüyorum buna. Geçenlerde Sevan Nişanyan galiba "Üniversite/Evrenkent" meselesini açıklamıştı, her ne kadar eşinin kafasına bok atan bir insan olsa da Sevan Nişanyan buralarda bulunan en taşaklı etimolojistlerden biri sanırım. Bazen dayanamıyorum "ama bilgisayar'ı kullanırken iyiydi" diyen insanlara. Ya uzattıkça saçmalaşabilir ama bu adam MIT'den diploması var diye kendisini Noam Chomsky sanmayalım. Adam kimya mühendisi ey insanlar, kendini de yırtsa benim gözümde "New York'daydım, gördüğüm helele dönercisinden şunu aldım, sonra gidip dev "McLambert Kitap Mağazası" tabelası olan bir dükkana girdim" gibi, sığ tespitlerden öteye gidemiyor malesef. Müritleri de bunu yapmaya bayılıyor zaten, ama hani ingilizce olanını. "Evet senin yazını read ettik" gibisinden, ya hu olmuyor, komik değil laf da giydirmiyorsunuz zaten niye böyle yapıyorsunuz. Bunu yapanlara kendi çapında Bilgisayar Mühendisliği mesleğini benimsemiş Bill Gates'in yazdığı bir programdan hata mesajı yollamak istiyorum: "Bellek read olunamadı!".

18 Kasım 2009 Çarşamba

Morrissey'li Olaya Gelin!!



7 Kasım'da oluyor!

Morrissey'in kafasına şahıs şişe atınca, adam konseri terk etmiş. Buraya bir şeyler yazmak isterdim, ancak bu isyankarlığı bizzat Morrissey'den görün istedim. Ayrıca sahneye şişe atan kişinin Modest Mouse taraftarı olduğu, Moz'la Johnny Marr'ın aralarında bir şey olmamasına rağmen ortamı kızıştırmak amacıyla şişeyi attığı belirtildi.





P.S: Fotoğrafta soldan ikinci kişi, şişeyi attıktan sonra! Moz'un fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmemiş!!! Ardından Oğuz Haksever'le "Ve İnsan"a yollamayı aklından geçirdiyse de, sadece facebook'a profil fotoğrafı olarak koyup: "Bakın ne kadar çılgın biriyim ve aynı zamanda morrissey dinlediğim için de müzikten hafif anlar gibiyim." mesajını vermek istemiş; sonra Liverpool Echo Arena'nın güvenlik personeli tarafından tartaklandığını ve fotoğraf makinasının elinden alındığını iddia eden James Marshall Junior the Second, nasıl da haksız durumdaki bir insanın, ad hominemle götünü kurtarmaya çalıştığını gösterip, karaktersizliğini de perçinleyebileceğini kanıtladığını Dubliners Haber Ajansı bildirdi.

15 Kasım 2009 Pazar

Bundan sonra "Haftanın Modern Talking Klibi" olayına girme kararı aldım. İlk olarak Cheri Cheri Lady'yi gömüyorum.


P.S: Dieter Bohlen'in el hareketlerini birebir yapabiliyorum.

13 Kasım 2009 Cuma


"Fazla acıma, acınacak hale gelirsin."
Bir berber dükkanı duvarı atasözü

Epigraf, birkaç yazı önce de gördüğüm kadarıyla yazının esrarını öldürmüyor. İnyorfeys Orhancığım Pamuk ve Adlî, inyorfeys! diyorum. Ya da demiyorum, öncelikle şunu söyleyeyim. Bu sözü yazan Adlî arkadaşımız eğer daha o dönemde "epigraf" kelimesini kullandıysa onu alnından öpmek istiyorum. Gerçi birinin alnından öpmek bana sadece, gerdek gecesinde Yavuz Bingöl'ün kırmızı tüllü zımbırtıyı kaldırıp alnından öptüğü Zerda'yı hatırlatıyor. Sadece Zerda da değil galiba, bir Türk filmi klasiği, ama aklımda Zerda'yla özdeşleşmiş. Ayrıca hayatımın bir döneminde Zerda izledim, hatta Böyle mi Olacaktı'yı da izledim. Vicdanımı rahatlatmak için söyledim bunları. Hatta Böyle mi Olacaktı reklama girerken ATV maymunlu bir reklam şalalası gösteriyordu. (Zerda demişken, buradan Kıraç'ın favorilerine selam çakmayı ihmal etmiyorum tabii ki!)

Hemen güugıl eyleyip, Adlî'nin bir Osmanlı Padişahının mahlası olduğunu, sonra Kara Kitap'ta ona laf giydirmiş gibi görünen Bahtî'nin de yine bir mahlas olduğunu öğrendim. Ancak, bunlar farklı insanlardır belki de, bilmiyorum gadasını aldığım okur. Hem buradaki herhangi bir yazının bir içeriği olmadığı için, Adlî'nin sözüne saygım var. Sonuçta adam Padişah, Topkapı Sarayı'nda görüyoruz hayvan gibi kılıçlar, 7 metrelik kaftanlar falan var. Çok korkuyorum onlardan, gerçekten onun içine sığabilen insanlar mıydı, yoksa "Vezir Bey!! Vezir Bey!!! Benden sonra gelen kuşaklara heybetli görüneyim diye şöyle devasa şeyler üretin de altlarına sıçsınlar!" mı demiştir bilmiyorum.

Diyelim ki, İlber Ortaylı'yla çok yakın bir arkadaşlığınız var, biliyorsunuz kendisi Topkapı Sarayı'nın üst düzey yöneticilerinden biri . Taksim'de içki masasındayken "Sejnn çuokkhz guzall birrrr insanssss kardşim, gell Tokapıdan bir şeyler ayarlayalayalım sssana." diyip Topkapı'nın anahtarlarını masaya koysa. (Bu Topkapı'nın anahtarları çok acaipmiş. Acaba bütün kapıları açan masterkey'yi var mı, yoksa Redkit'teki hapishane gardiyanlarının anahtarları gibi bin tane mi?) Hemen Tünel'den Karaköye inip, oradan da tramvayla Topkapı Sarayına yakın bir yerde inseniz.(Tahminimce İlber çok içtiği için Tünel'de kusacaktır.) İçeri girince İlber'in size hangi eşyayı hediye etmesini isterdiniz? Öncelikle şunu söyleyeyim, Kaşıkçı Elması'nı isteyemezsiniz, satmaya kalkışsanız götünüzden kan alırlar çünkü. Ya da taksanız, Tinerciler acımaz çakıyı saplar. Bu yüzden adam gibi bir şey istemeniz lazım. Şunu söyleyeyim, ben Bağdat Köşkü'nün önündeki altın gibi dalgadan yapılmış kameriyeyi isterim, hemen Evden Eve nakliyat şirketi çağırır, dedemin bağına koydurturum o dalgayı. Ondan sonra paşalar gibi, hatta ne paşası, bildiğin krallar gibi yaşarım hergün orada. Aşağı neyi istediğimi gösteren fotoğrafı, Flash TV habercilik zihniyetiyle kırmızı yuvarlak içine alıp, okla gösterip bir kademe daha atlatıp "burası" yazarak gösterdim.


Ancak, derseniz ki onun taşınması mümkün değil, o zaman kesinlikle tılsımlı kaftanlardan birini isterim. Hastasıyım o tılsımlı kaftanların, hatta piyasaya sürseler giyerim de. Varsın yazıları başka harflerle olsun. Ayrıca görüyoruz ki, "esprili genç tişörtü" modasını başlatanlar da aslında padişahlarmış. Böyle salak yerlere varan zihniyetlere bayıldığımı söylemiş miydim? Bu tip şeyler özellikle Yeni Şafak'ta falan oluyor, köşe yazılarında bulunuyor. "Keman aslında Dördüncü Selim'in icadıdır!" diyip bunu kanıtlamak için deliriyorlar. Yani bunu demiş insan olduğu için değil, şu an aklıma başka şeyler gelmediği için yazdım. Ayrıca doğumgünümde bana tılsımlı kaftan alan kişi en az Kind of Blue'nun 50.yıl özel sürümünü almış kadar sevindirir beni. Bu cümlede çok salak bir caz bilgisi gösterme çabası sezdim, çok yakışıksız bir şey bu. Zaten caz bilgim de yok Miles Davis ve Sun Ra'dan başka, o yüzden yorum olarak laf giydiren olursa çok teşekkür edeceğim. Bütün maddi isteklerimi yensem, bir lokma bir hırka yaşasam,40 yıl çile doldursam bile, tılsımlı kaftanlara olan takıntımı yitiremem galiba.


Bunu gördüğüm an sadece yüce insan ve briyantin şirketlerinin ayakta kalmasının en büyük sebebi, Ayhan Sicimoğlu tepkisi verip: "Hastasıyım!" diyebiliyorum.

P.S: bir önceki yazıyla bu yazının görselleri ard arda gelince çok acaip bir ortam olmuş blog'da, o yüzden buraya alakasız bir şey koymak istiyorum.

P.S2: "Yakışıksız" kelimesi, böyle ne bileyim... Sanki tam olarak 1923 yılından gelme bir kelime gibi. Tam cumhuriyetin ilân edildiği gün üretilmiş bir kelime gibi. Öyle bir anekdot duymuştum, Atatürk annesini görmeye gidiyor, annesi vatan meselesine elini öpmeye yeltenince: "Anaların el öpmesi yakışık almaz! Anaların eli öpülür!" diyor. Sanırım bu yüzden aklımda kalmış. Ama o kelimenin yaygın kullanıldığı dönemde hiçbir kadın naylon külotlu çorap giymiyordu. Çok çabuk kaçan ipek çorap giyiyorlardı bence.

8 Kasım 2009 Pazar

4444 dua, Susuzluk, Radiohead!!!


4444 duayla karşılaştınız mı siz?

96 ya da 97 yıllarında çevremdeki birçok evde görüyordum, ama aklım almıyordu. Akıl almaz bir büyü, dünyadaki bütün sorunları çözen kutsal sözcükler diye düşünüp dokunamıyordum. Üstü İslamik sembollerden nasibini almış ve kötü kompakt bir fotoğraf makinasının ucuz kodak filmle çekilmiş gülleriyle süslüydü bizim evdeki. Başka evlerde daha kötülerini gördüm. Bizim güllerin etrafı sapsarı çerçevelenmişti ama seccade yeşili, iman kırmızısı, huşu mavisi olanlarını da gördüm.

Bir duanın 4444 kere okunması sonucu isteğiniz oluyordu. Aslında Proto-thesecret diyebilirim. Bu işe giren kişinin tüm enerjisiyle, imanıyla kendini o alana odaklayıp bunu zikretmesi gerekiyordu. Zaman daraldıysa komşulara belli sayılarda paylaştırılıp, herkes aynı noktaya odaklanıp iman yolluyordu. O zamandan Var mısın, Yok musun'daki "büyük hissediyorum", "ben sürekli mavi" açıyorum olaylarının temeli atılmış, yaşlı teyzelerin ellerinde bunların gerçekleşme ihtimalinin daha da mümkün olduğuna inanılıyordu.

Ama, ne zaman kitabı elime almaya cesaret ettim -annemin altın gününe gittiği bir gün- kitabın sıradışı büyülerle dolu olduğunu anladım. Aslında büyü değil, ama mesela Kutsal kitap dediğimiz olay işin Okuluysa, bu dershane gibi bir şeydi. Ya da daha çok, diğer dualar çakıysa, bu kitap İsviçre Çakısı gibiydi. Paket programla her türlü sıkıntınız halledilir! Büyüye karşı, kocanın bağlanmasına karşı, evdeki cinlere karşı, hamile kalmak için dualar, ve Muhammed'i rüyada gördürten dua. Allah dedim, millet onlarca yıl uğraşıyor sonunda üç beş büyü yapıyor, ben daha bu yaşımda bütün dünyanın sırrına vakıf oldum. "Bekle beni, geçen hafta okulda ağzımı kıran çocuk, anneme söylememe gerek yok, geceleri altına sıçırtacağım seni!"

Kitabı karıştırdığımı hatırlıyorum, ama aynı zamanda sürekli aklıma onunla eşdeğer dönemde bin kere baktığım ve içinde ritmik sayma ünitesi olan matematik kitabı geldiği için şu an tam nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyorum onun yerine 3-6-9-12 diye giden ve, 5-10-15 (benim en sevdiğim!) diziler geliyor. O âdi kitabı da açınca hemen cildi parçalanıyordu. Allah bin belasını versin Milli Eğitim Yayınlarının, ömrüm boyunca hiç parçalanmayan Sosyal Bilgiler kitabım da olmadı, litrelerce kalitesiz uhu harcadım yapışsınlar diye hepsi iyice mahvoldu, kağıttan defter kaplarımı da mahvettiler.

İşte, bu duayı gördüm, tabii zaten her şeyden çok korktuğum için duayı da okumadım, sonra rüyada bunu görme muhabbeti bir kere de ortaokulda tekrar etti. Bu sefer Malatya'lı devasa din öğretmenimizden başka bir açıklama geldi: "Mesela, bir insan susuz kalıp uyursa, rüyasında kana kana su içtiğini görür ya, Hz.Muhammed'i görmek için de bunu yapıp, çok fazla dua okuyun." dedi. Ulan susuz kalmamız gerekiyorsa, aynı şekilde dinden elimizi ayağımızı çekmemiz gerekmiyor mu? Nasıl bir analoji bu diyemedim, zira o zamanlar bu susuz kalma ve kana kana su içtiğini görme cümlesi çok büyüleyici geldiği için konuya pek odaklanamadım.

İşte rüyada birini görmekle ilgili olay da dün akşam başıma geldi, dün akşam rüyamda Radiohead'i gördüm. Aylardır dinlemiyordum, demek ki gerçekten onsuz kalınca görüyorsun. İnsan aşktan uzak kaldıkça sürekli, rüyada tekrar tekrar görüyor ya, benim de Radiohead için olanı zuhur etti.

Grup halinde Lunapark'lardaki balerine binmişler ikili ikili oturmuşlar, Thom Yorke'u yalnız bırakmışlardı. Zaten oldum olası Johnny Greenwood'a bir nefret besliyorum düz uzun saçlı olmasından ötürü, Thom'u yalnız bırakınca iyice dellendim. Gerçek hayatta görsem ilk olarak: "(parmaklarımı birbirleriyle birleştirip dert anlatan adam moduna sokarım önce)Johnny'ciğim bak lütfen! Düz saçlı bir erkeğin saçları uzayınca çok kötü duruyor lütfen yapma bunu. Biliyorum sahne karizman olduğu için insanlar bunun sende güzel olduğunu falan sanıyorlar, ama sen bu oyuna düşme, lütfen saçlarını beyefendi gibi kestir. Ayrıca daha fazla uzatıp işin tadını kaçırmak istemiyorum ama Eniştem de sana aynen şunu iletmemi istedi: "Saçını uzatıp anneni örnek alacağına, bıyıklarını uzatıp babanı örnek al." derdim ona. Neyse sonra Balerin dönmeye başlıyor, baştan bakıyorum Thom sağ tarafta oturuyor, tabii balerin dinamikleri ve merkez kaç kuvveti etkisiyle sola kayacağını tahmin ediyorum. Thom'un yanına ben oturuyorum ama dönerken götüm sıkışmasın diye ben sağ tarafa oturuyorum. Bindiğim gibi hepsine bağırarak: "Ulan koskoca Radiohead'siniz şu yaptığınız rezalete bakın!" diyorum, grubun kelinin bana döndüğünü hatırlıyorum ve balerin dönmeye başlıyor ardından, Johnny'nin elinde kırmızı/siyah damalı bir telecaster gördüm ve uyandım.

Evet, bir çocukluk anısı gibi başlayıp rüyayla karışıp hiçbir yere varmayan yazının daha sonuna geldim. Gerçi bundan önce böyle bir şey yazdığımı hatırlamıyorum, neden daha dedim onu da bilmiyorum. Aslında rüyayı anlatmaya kalkışmıştım ama o 4444 dua kitabının sarı rengini ve oradaki rüyada isteyerek birini görme olayı aklıma gelince bana bir hal geldi.

P.S: Son 4 kelimeyi Sabri Bey'e gönderme yapmak için yazdım, yazmasam ölürdüm. Ha bir de bu, Ed O'Brien isimli arkadaşımızın, U2'daki Adam Clayton'ının çocuğu olduğunu düşünüyorum. Herhalde : " Bak oğlum okulu yine hobi olarak okursun, ben sana yapma demiyorum, ama lütfen biraz gitara ver kendini. Aman oğlum en iyisi sanat! Sen ayağını sanattan içeri atmaya çalış. Bir kere kafan rahat! Arkanda yılların birikimi var! Bak şimdi biz de çok kötü albümler çıkarıyoruz ama emeklilik maaşımı Bono tıkır tıkır ödüyor" falan demiştir.

P.S2: Ha-ha o kitabı buldum. Sarı rengi görüyorsunuz değil mi? Ayrıca çok iddialı bir şekilde "4444 DUA BUDUR!" yazmasından ötürü gülmekten karnıma ağrılar giriyor. "4444 Dua Yazıcıları Derneğini düşünüyorum sonra. Sakallı agalar birbirlerine sinirlendikleri zaman tesbih fırlatıyorlar, Zeyna'nın halkasını fırlatması gibi. Şu an bu anı düşünüp çok korktum, o yüzden bitiriyorum.

P.S3: Balerin dinamikleri ne ya?

6 Kasım 2009 Cuma


"Sabri Bey N'apıyorsunuz?" Esra Ceyhan, 2009

Orhan Gencebay için, "Rock yapıyor." diyen insanların deli olduklarını biliyoruz. Sonuç olarak, adam kafasına göre müziğini yapmış zamanında(bu cümleye az sonra döneceğim, çünkü "Müziğini yapmış zamanında", "Abi çeşit çeşit insan var." demek gibi bir şey) ve hele bir Sevemedim Kara Gözlüm yorumu var, öyle I Died for You gibi Power Ballad'ları indirir sanırım, ama şimdi bir tavrı olduğu için rock yapıyor denilir mi? O durumda Arabesk'i, Indie Rock'un alt türlerinden biri olarak mı kabul ediyoruz? Ya da Bergen, Türkiye'nin Cat Power'ı mı oluyor?

Tamam, çok seviyesizce benzetmeler bunlar, ancak şarkılarını yaparken Orhan Gencebay'ın düşündüğünü sanmıyorum. Arabesk konusunda en fazla Ali Tekintüre, Tezcan Yıldız, Erol Budan'ı falan biliyorum. Aslında Rock'ın isyan şarkılarının çoğu çözüm önermeyen salak sözler içerdiği için, bu konuda Arabesk'le benzeşebilir belki. Hemen örnekleyelim bunu: The Wall.

Öncelikle; "Hayatımda en sevdiğim dördüncü şey The Wall albümüne saldırmaktır." (Essais, p.229) Çünkü, sözleri Bike ya da Lucifer Sam kadar naif olsa güzel bir albüm olacakmış. Sonra, söz yazma konusundaki başarısı, şarkı yazma yeteneğinin çok çok gerisinde olan Roger Waters böyle sözler yazmış. Hala liselerde dilden dile dolaşır. Müzik olarak da gerçi overrated bi albüm, Don't Leave Me Now, Run Like Hell, Comfortably Numb, falan albümdeki en iyi şarkılar sanırım. Allahtan The Final Cut çıkıyor bir süre sonra da, hayvani güzellikte düzenlemelerle şarkılar yapılıyor. Mesela What Shall We Do Now'un Türkçe Wikipedia sayfasında: " Oldukça sert bir modernleşme ve tüketim hırsı eleştirisi yapılır."gibi bir cümle var. Tahminimce, Yurtsever Cephe'li öğrenciler tarafından yazılmış. Roger Waters'ın sürekli İkinci Dünya Savaşı'nın, babasının orada ölmesinden ekmek yemesini, karaktersiz insanların hastalıkları ya da başlarına gelen bir felaketin ekmeğini yiyip, dikkat çekmeye çalışması gibi görüyorum.

Neyse, Arabesk de, aslında bir çözüm vaadetmiyor, sadece eleştirisini yapıp bırakıyor biliyoruz zaten. Hatta bazen eleştiriyi falan da geçiyor, zira "Hayat Kadını, Allahsız Sürtük" isminde şarkı biliyorum. Bu da ancak Laibach'ın sisteme geçirirken aşırı sert görünmesiyle aynı olduğu izlenimini veriyor. Yukarıdaki şarkı bilinçli olarak feminizme karşı yazılmış da olabilir bilmiyorum. Her cümle de biraz daha gerçeklikten koptuğumu fark ettiğim için, yazının bu kısmını burada sonlandırıyor ve siz değerli okuyuculara süper bir haber veriyorum: 19 EKİMDE LEONARD COHEN'İN 1970'DE ISLE OF WIGHT'TA VERDİĞİ KONSER KAYDI YAYINLANDI! Hem de bootleg gibi pis kayıtlar değil, bebek götü gibi tertemiz. Arada patlayan havai fişekleri falan da yoksayıverin işte, ve sadece ses değil a dostlar!!!!! GÖRÜNTÜ KAYDI DA ALINMIŞ!!! Tabii, bu kayıtları şu güne kadar yayınlamayanların hepsi kötü insanlar. Onları sevmiyoruz! Onların hepsi baba dayağı yemiş rastalı çocuklar!



5 Kasım 2009 Perşembe


Siyah beyaz olmayı en çok hak eden müzik videosu olabilir. Araya renk koyamıyorum, hani bazı görüntüler oluyor, mesela Schindler'in Listesi'nde kırmızı palto giyen kız. Siyah/Beyaz'ın içinde öyle güzel duruyor ki onlar, SinCity'de Clive Owen'ın giydiği kırmızı ayakkabılar da öyle. Şarkı benim için TRT 2'de tam 20 yıldır yayınlanan ve tahminimce 20 yıldan beri dekoru,jeneriği değişmeyen PopSaatinden başka bir şeyi hatırlatmıyor. Ayrıca RockMarket'in yayından kalkana kadar ısrarla aynı jeneriği kullanmasına büyük saygılarımı iletiyorum. , Ortalama Türk Rock'ını temsil eden program, klasik yayın akışı: Metallica-One/Sepultura-Roots Bloody Roots/Ganz- Don't Cry/Alternatif bir şey/ diye gider. Özellikle 80lerde genç olan insanların çoğunun Deep Purple mı Led Zeppelin mi, Black Sabbath mı tartışmaları yaptığını hala duyabiliyorum.

İstiklal'de Balık Pazarı'na gidip, Golden Kokoreçten sonraki pasaja girin, orada plak satan amca var. Hayatı bu tartışma üzerine kurulu. Genel olarak hedef gösteren asimetrik harekatlı bir şeyler yazıyormuşum gibi hissettim şu an ama gerçekten öyle. Bu ülkede bir nesil Bulutsuzluk Özlemi'yle yetişti. Aşağıya Klips ve Onlar adı altında en az Insane Clown Posse kadar korku saçan isme sahip grubumuzun Eurovision şarkısını yerleştiriyorum. Bunların röportajını okumuştum, Melih Kibar falan çok umutluydu, şarkının içinde farklı dillerde sevgi dostluk, mesajları, subliminal bir şeyler var diye.


Yalnız klavyeci abimiz neden mezuniyet cüppesiyle çıkmış onu anlayamadım.
Gitarı da Dieter Bohlen'in kuzeni çalıyor, zira gitarı yumruklama stilleri aynı, hemen aşağı bir adet gömelim. Ha Modern Talking'e laf atan olursa onun ağzını yüzünü kırarım o ayrı bir konu.




 
Copyright © 2010 MONTEYN