26 Nisan 2009 Pazar

La Divina Comedia Reloaded üzerine


"Dev ekranda hesap keyfi, mahşerde çıkar"

Geçtiğimiz tepeler üzerindeki tabelalarda gördüğümüz tek yazıydı bu. Ben ve iki arkadaşım, önceden sadece çizgi filmlerde Elmer ve Bugs Bunny'nin takıldığı bir ortamda bulunmanın heyecanı ve de korkusu içerisinde, mezarlıktan ilk kez geçen gençler gibi birbirimizden ayrılmamaya ölümüne yemin etmiştik. Gerçi öleli de, biraz uzun bir süre olmaktaydı ancak, orada bulunmayan birisi için bu tip bir korkuyu tanımlamak çok kolay değil. Mesela, çok büyük bir fuar alanında bulunduğunuzu düşünün, sonra onu iki milyonla çarpın, (bu benzetme de Trainspotting'deki eroin kullanma muhabbetini andırmakta olsa da gerçekten yaşanan deneyimi, bir insan başka nasıl anlatabilir bilemiyorum.) gelmiş geçmiş herkesin ortamda çıplak takıldığını düşünün. Ben tabii, bildiğim diller sadece Latince ve de İngilizce olduğu için arkadaşlarımı yanıma alıp, eski papalarla takılmayı tercih ediyordum. Şu kadın olan ve de doğuran papa (mama?) var ya, işte onunla takılırken enseme aniden bir darbe yemenin acısı içerisinde kıvranmaya başladım. Ben ikinci sınıftayken ölen arkadaşım Mahmut şu cânım mahşer gününde bile "Atatürk ne demiş? Açık enseye patlat demiş..." isimli ilkokul iki esprisini yapmaya kalkışmıştı. Ancak benim de sinirlerim belli bir noktaya kadar dayanabildiği için, yanımdaki iki arkadaşım Kâzım ve de Barış'a, Mahmut'u kolundan tutması için emrimi verdim.

"Madem öyle, şunun şurasında 20milyar insan arasında Atatürk'ü mü bulamıycaaz hülean" diyerekten Mahmut'u, Kazım ve de Barış'ın da yardımıyla kollarınan tutup, tepe tepe gezmeye başladık, gezmediğimiz ne Müzdelife ne de Mina kaldı, sonunda Ata'yı 200metre öteden gözlerinden tanıyıp yanına koşmaya başladım, ancak tam o sıralarda kendisinin, Rousseau'yla beraber takıldığının farkında olmadığım için muhabbetlerinin ortadan bölmüş bulundum. Tabii ki Ata'nın Rousseau ve de Hugo'yu falan sevdiğini bilmekteydim, bölmek istemezdim şu canım ikilinin bilgi paylaşımlarını ancak, Mahmut'un yaptığı bu şaka yıllardır boynumu bükmüş, sırf birileri bana bu tip bir şey yapmasın diye saçlarımın ense kısımlarını uzatmaya, seksenlerdeki kısa kollu beyaz ceket giyen müzisyenlere benzemeye başlamıştım. Resmen ensemde, kürklü hayvan besleyip büyütüyordum bu tip bir şakaya maruz kalmamak için.

Ata'nın lafını " Bi dakka bakar mısın Kemal Paşa'm? " diye böldükten sonra, bana dönerken, cümlesini "İstiklal mahkemeleri azizim" diye bitirdiği için, ne mahşer ne de cehennemde sırtıma verilecek harlı odun ateşinin korkusu kaldı. Altıncı sınıftan beri gördüğüm en heybetli isim tamlaması olan "İstiklal Mahkemeleri" benim mantıklı düşünebilme yetimi kaybetmeme sebep olmuş tam orada Vakvak ağacının altında bayılayazmıştım. Bayılayazmakla kalmayıp 20 saniye boyunca baygınlık geçirmiştim de. İşte o 20 saniyelik süreçte Allah'ı gördüm. Mahşerde bayılan ilk insan olduğum için resmen arkasına yaslana yaslana gülüyordu. Kalktığım gibi tamamen pragmatik bir insan olduğum için "Olm Allah gülüyodu ben paçayı yırttım artık siz ne yaparsınız bilmem" derken, beni kaldıran Kâzım ve Barış boş anlarında Mahmut'un kaçtığını belirttiler, ikisine de sövdükten sonra, Paşa'nın benim gibi bir korkakla işi olmadığını belirten pusulasını, yaverine ilettiğini öğrendim. Tabii ki "pusula" kelimesi ancak Altın günü yapan teyzelere mahsus olduğu için bunun aslında bir pusuladan ziyada kısa bir not olduğunu fark etmem pek gecikmedi. Ancak, bundan sonrasında benim başıma gelenlerden ziyade, Barış'ın başına gelenlerden bahsetmem gerekir,ancak kısaca bu durumdan bahsedip sonra Barış'a dönmem gerekir. Zira benim için yaşanan hesap günü herkesle eşdeğer rezalette geçmişti. En yakın arkadaşlarım hakkında kurduğum fanteziler, arkadaş ortamlarında hepsinin ardından "Of ben şunu böyle yerim, buna şunu yaparım" diye anlatarak kendimi rezil etmelerim, en yakın tanıdıklarımın ardından konuşmalarım, ve diğer ucuz hareketlerimin hepsi teker teker HD ekranlarda mahşerde yayınlandıktan sonra, biraz düşündüm ve de rahatladım. Bunu yapan sadece ben değildim! Benden başka milyonlarca insan aynı şeyi yapmış, en yakın arkadaşlarım da benzerlerini benim hakkımda söylemişlerdi, bunun için bana helal etmeyen olsa bile ben hepsine hakkımı helal ettim. Ama tabii ki insanoğlunun mallığı bir kez daha gün yüzüne çıkıyor, benim helal ettiklerim dev ekranda gördüklerine rağmen bana da kendi haklarını helal ediyorlardı. Bu gidişle resmen, cehenneme gidecek adam kalmayacaktı.

Bu sırada mahşerdeki tek gölgelik mekânda tüm resuller ve nebiler, yanlarına aldıkları şehitleriyle çok sıkı bir muhabbete girişmişlerdi. Muhammed sübyancılıktan yargılanmıyor; Nuh'a da, sırf inanmıyorlar diye hoşgörü göstermeyip öldürdüğü milyonlarca insanın hesabı sorulmuyordu. Ama benim mahallemde şarapçı Şevket Abi'nin burnundan teker teker içtikleri şişelerce şaraplar ağızlarından getiriliyordu. Dostlarım "Bu ne eşitsizlik, dengesizlik!" muhabbetine girmek için yazmadım bunları, sadece orada bulunduğum sürece aklımdan geçenleri anlatıyorum size. Belki de Mahşer'in kuru havası beynimi etkilemiş, böyle Cumhuriyet köşe yazarı isyanında bulunacak düşüncelere gark etmeme sebep olmuştu.

Ortaokul'da din öğretmenimin belirttiği şekilde dev zincirlere bağlanmış cehennem üzerimizden zebaniler tarafından geçirilerek mekânına yerleştirmeye götürülüyordu. Mahşer'de bile işler son güne kalmış, tembelliğin neden 7 büyük günahtan biri olduğu şimdi açığa çıkmıştı.

Bu sırada çıkan birkaç arbededen söz etmem gerekir. Bilindiği gibi İlahi Komedya'nın yazarı Dante, Beatrice adlı bir kadına ömrü boyunca aşık yaşıyor. Hatta Beatrice öldükten sonra da saplantılı bir şekilde ona olan duyguları büyüyor. İşte mahşer'de tanışan Beatrice ve Jean Jacques Rousseau, ayrı yerlere gideceklerini bilmelerine rağmen aralarında çok güçlü duygusal bir çekim oluştuğu için bir papazı çağırıp tanrının huzurunda onları evlendirmesi gerektiğine, en azından kısa bir süreliğine de olsa birbirlerine bağlanmaları gerektiğine inanıyorlar. Her ne kadar papaz: "Tanrı zaten burada gidip direkt onun huzurunda evlenin." dese de, buna cesaretleri yetmeyen aşıklar papazın da yardımıyla evleniyorlar, ve de Beatrice di Folco Portinari, Beatrice Rousseau oluyor. Tabii ki mahşerde haberler hemen yayıldığı için bu herkesin kulağına gidiyor, özellikle Pablo Neruda bu durumdan hiç hoşlanmıyor. Çünkü, önceden Beatrice Russo isminde tanıdığı biri olan Neruda, Nazım'ın yanına gidip "Quieres Pelear?" diyor, tabii ki ömrü kavgayla geçen Nazım bu teklifi kabul ediyor. Neruda ve Nazım, Rousseau'nun yanına gidip "Birader sen Beatrice'le evlenmişsin, ancak onun sahibi var" derken, Rousseau'nun "Bi kere o eli indir!" demesi sonucu, aralarında bir kavga başlıyor, tabii ki bütün aydınlanma dönemi filozofları Rousseau'ya yardıma geliyor, ama aynı zamanda yirminci yüzyıl edebiyatçıları da Neruda'yla Nazım'a yardıma geliyor. Bu sırada Neruda'nın tanıdığı Beatrice Russo'nun ortaya çıkması olayları tatlıya bağlar. Çünkü ortada bir yanlış anlaşılma olduğu Il Postino'daki Beatrice Russo'yla Beatrice Rousseau arasında fark olduğu öğrenilir, fakat şimdi de ortada Dante kalmaktadır. Yıllardır hastası olduğu Beatrice'i, bir aydınlanma çağı züppesinin ellerindedir. Fakat, kendi döneminde edebiyatçı az olan Dante'ye destek için sadece Vergilius ortaya çıkar, o da sonradan kendi hakkında bir kitap yazdığını öğrendiği için ona destek olmayı tercih eder. Yoksa kaybedenlerle pek takılmayı sevmez. Vergilius'un, "Boşver be Dante'cim sana kız mı yok, yeni bir hayata başlarsın." , demesi sonucu Dante'ye ani bir aydınlanma hissi gelir ve hayatında yeni bir sayfa açmaya karar verir, yani en azından mahşer ve sonrası için bunu yapmaya karar verdiğini duymuştum.

Ancak dostlarım, Beatrice'lerimizin hikayesi kadar mutlu bitmeyen bir öykü var ki, onu anlatmazsam Barış'ın hikayesine geçecek gücü kendimde bulamam. Mahşer'de nereye gideceklerini az çok kestirenler de vardı. Bu yüzden de Cehennem'e gideceğini kestirmiş olanlar "Madem karanlıklar içerisinde sonsuza kadar yanacağım, neden son kez biriyle beraber olmuyorum." diye düşünmeye başlar. Herkesin çıplak olması bu sorunun büyümesini tetikler ve de toplu tecavüzler yaşanmaya başlar. Gözlerimin önünde tüm Yozgat'lı Cehennem'e gitmeye aday olanların, Angelina Jolie'ye saldırmaya kalkıştığına şahit oldum ve de işte tam o sırada ne Brad Pitt'in Fight Club'daki artistik pozları kalmıştı, ne de Twelve Monkeys'deki isyankâr durumları, cânânını cehennemlikler karşısında koruyamayan Brad koşarak kaçmış, kendi kasabamın şarapçılarıyla takılmaya başlamıştı. O kadar korkunç bir durumdu ki, insanlar durdukları yerde yine kaosu yaratmışlar, her şeyin karmaşa içerisinde zarar görmesine sebep olmuşlardı. İşte tam o sırada yakın bir yerden yükselen ses, Mahşer'in tamamen sessiz kalmasına sebep olmuştu. Allah sinirinden önüne gelene çekirge gönderiyor, başka rezillere de su baskını gibi felaketler yolluyordu. Ve konuşmaya başlamasıyla o sessizliğin, ruhani bir dolgunluğa dönüşmesi uzun sürmemiş, hepimizin zorunlu huş'u içerisinde kalmıştık. Allah: "Siz, zaten kendi cehenneminizde yaşıyorsunuz, buralarda yanmaktansa kendi rezaletinizde boğulun." diyerek bizi dünyaya geri gönderdi. O sırada dünyada yaşamayanların ruhlarını da daha o anda tamamen sildi.

Biz dünyaya geri dönmüş, uygarlığı elbirliğiyle tekrar başlatmaya çalışırken aramızda Barış'ın olmadığını farkettik. Sebebinin neden olduğunu iki yüzyıl sonra dünyanın durumunu kontrol etmek için tekrar geri dönen İsa Mesih'ten öğrendik. Mahşer günü Barış, beni ve Mahmut'u Atatürk olayından sonra bırakıp, Beytullah'a doğru yol almaya başlar. Tek amacı Allah'ı görüp biraz konuşmak olan bu genç, Beytullah'ın kapısında meleklerin sorduğu ahiret sorularına kaçamak cevaplar vererek içeri girer. Aslen Tanrı'yı fizikî gözlerle görmesi mümkün olmayan Barış için, Allah vecd eyler ve insan formunda onunla karşılaşır. Her şeyi bilmesine rağmen olacakların yaşanması gerekliliği yüzünden onunla konuşmaya başlar. Aralarında geçen biraz sohbetten sonra, huriler cennet şaraplarından getirirler. Tabii önceden de tahmin edilebileceği gibi içtikçe sapıtmaya meyilli olan Barış, önce siyaset sonra da din muhabbeti açar ve de sonunda "Bence Allah yok." der. Karşısındakinin kim olduğunu unutacak kadar içmiş bulunmanın cezasını çok ağır ödemeye mahkûm edilir. Sonsuza kadar arada kalmak zorundadır Barış. Araf, bir dahaki mahşere kadar ve de ondan sonrası için de onun yaşayıp ızdırap çekmek, arada kalmışlığın ızdırabını çekmek zorunda kalacağı bir mekân olacaktır.



Not: Bu öykü, "Bob Dylan's 115th Dream" şarkısına saygı amacıyla yazılmıştır.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Redd Yeni Albüm



Son yıllarda Türkiye'de kendi alanında en iyi işleri çıkaran topluluk Redd yeni albümü 21'i geçen hafta çıkardı. Hem de konsept albüm, ve de 21 şarkıdan oluşuyor. Daha ne olsun deyip hemen koşa koşa albümü indirmeyin, bir okuyun yazıyı.

Redd'i ilk defa,"Bahçelere Daldık" klibiyle dinlemiş ve kuşkusuz kendilerinden tiksinmiştim, ama asıl aydınlanma sürecimin bundan daha sonrasında bir döneme denk geliyor. İki sene önce "Kirli Suyunda Parıltılar" albümünü dinlemeye başlayınca, İstanbul'da oturdukları evleri teker teker dolaşıp, ellerini öpme isteğiyle doldum.
Eğer Redd'e başlayacaksanız(ki başlayın), ilk olarak Kirli Suyunda Parıltılar albümünü edinin.

Peki, yeni albümün durumu nedir? Müzikal yapı olarak, kendilerine yine saygı duyuyorum. Ancak besteleri yaparken ya stüdyoya David Gilmour'u çağırmışlar, ya da Redd elemanlarının PF sevdası biraz fazla kaçmış. Yeni albümün ilk şarkısı olan "Çığlık"ı dinlerseniz ve de A Momentary Lapse of Reason'dan One Slip'i dinlerseniz ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Synth melodilerinin tekrarları bile şarkıyla aynı özellikler gösteriyor. Ayrıca gitar soloları için sanırım Bay Gilmour dava açacakmış, yani benim duyduğum bir açıklamaya göre, kendisiyle yakın bir dostluğum olmamasına rağmen gönülden bağlı olduğum için hissedebiliyorum bu niyetini Gilmour Babuaa'nın.

Zaten müzikte anlayamadığım konu, müzisyenlerin konsept albüm çıkarma isteği. Her şarkı kendi başına bir yolculukken bile, 21 şarkıyı birbiriyle ilişkilendirmek pek doğru değiğl sanki. Mesela 21 için konuşursak, belki sözlerde bir devamlılık hissi olabilir,(albümün teması:21. yüzyılda yaşayan modern insan hakkında da az sonra konuşacağım) ancak müziğin yarattığı ambiyans pek ortaklık yaratmıyor, halbuki söz bütünlüğü olmadan benim gözümde Beatles'ın Revolver'ı konsept bir albümdür, çünkü melodiler birbirleriyle yumuşak geçişler içerir vesaire ya da Beach Boys'un Pet Sound'u falan. Neyse, ama burada melodilerde birbirleriyle oluşan bağlar fazla sentetik olmuş. Yani "Baba, diğer şarkıya geçerken fade out yapalım ardından saat sesleriyle bitirir gibi yapalım diğer şarkıyı da saat sesiyle başlattık mı koyarız çocuğu" düşüncesiyle yapılmış gibi duruyor.

İkinci derdim, seçilen temanın anlatılışının kötü oluşu. Şarkı sözlerindeki lise isyanını görebiliyoruz. Mesela Don Kişot'a bakalım:

"hadi değiştirelim her şeyi
devrim olsun bunun ismi
başlıklar değişsin
çirkinlik ve güzellik hepsi"

"Dostum, devrim demişsin ama bu ergen isyanı" demek istiyorum grup elemanlarına. Yani bir önceki albümdeki sağlam sözler, bu albümde temaya uygun şarkı yazmak kaygısıyla baltalanmış gibi. Hele son 100 yıldır "yabancılaşma" teması üzerine binlerce eser yayınlanmışken, üstüne yeni bir laf söylemeden yapılanları tekrar etmeyi pek yakıştıramadım Redd'e. Neyse, nasıl olsa PF hayranı oldukları için kendi The Wall'larını yapmışlar, o da rezil bir albüm. İnsanların kağıtlara duvarlara "We don't need no education" falan yazmasına sebep olacak bir albümden ne beklenebilir. Aman ne kadar etkili bir laf, çok sağlam bir slogan, diye düşünüp kimse bundan etkilenecek değil, belli bir yaş grubu hariç. Hatta sanırım Beşiktaş'ta bir dershane'nin zili de böyle çalıyormuş. Yani,kaynağından alıp, adamlarına geri satıyorsunuz, tabii ki Türkiye öğrenci profilinin %92'si mal olduğu için bu olayı bir şey zannediyor. 6 kişi toplandığı zaman "Abiee, bizim dersanede wedontneednoeducation çalıyo yeaaaa" diyip gururlanıyor, ortamda forsu oluyor.
Tabii ki bütün şarkılar için bunu söylemiyorum, ama albümün genelinde bir ıkınma hissediyorum ben demek ki ilk şarkı olan çığlık'taki ıkınma sesleriyle doğan arkadaş sürekli ıkınarak hayat hikayesini anlatmaya devam ediyor. Mesela "Özgürlük Sırtından Vurulmuş" diye bir şarkı var ki, sözleriyle müziğiyle gerçekten insanı etkiliyor.

Albümün son kötü yanını da söyledikten sonra müzik muhabbetine döneceğim, albümün çok kötü bir kapak tasarımı var.( Yukarıdaki fotoğrafta bunu görebilirsiniz.) 1998'de 3DMAX'le hazırlanmış, oynayan bebek animasyonundaki bebeği ağaca göbek bağıyla bağlayıp sembolik anlatımlara akılmış, ancak pek olmamış. Ama bir de albümün booklet'ine bakıyoruz ki o da ne? Şimdiye kadar Türkiye'de hazırlanmış en iyi albüm booklet'lerinden biri! Bu kadar mı güzel tasarım yapılır arkadaş. Adnan Elmasoğlu denilen şahsı kapak tasarımından ötürü ağzını kırıp, yaptığı booklet'ten ötürü ağzı kanarken gazlı bezle dudaklarının kenarında kurumuş kan artıklarını ve kurumuş salyalarını silmek onu teselli etmek istiyorum bu güzelliğinden ötürü.

Şimdi, müzik hakkındaki yorumlara gelelim: çok iyi. Daha detaylı bir yorum yapmanın pek mantıklı olmadığını düşünüyorum, Redd zaten kendi müzik tarzında devam eden en iyi gruplardan biri, yine kaliteyi masaya vurmuşlar abilerimiz. Bu adamlar sırf yeni albümler yapsınlar diye herkes albümünü alsın istiyorum. Çok korkuyorum gün gelir de albüm yapmazlar diye. Albümden iyi şarkıları seçip "Beni ilk dinleyişte çarpan parçalar şunlar oldu şekerim" gibi bir anlamsızlığa gireceğimi düşünenler yanılmaktadırlar, melodik yapı olarak albümün zayıf bir yanı olmadığından ötürü baştan sona dinlenmesi gerektiğine inanıyorum.

Sonuç olarak 21, Türk popüler müziğindeki ilk konsept albüm olabilir, ama kimseyi kandırmam yani. Bilen varsa bana da öğretsin.

Yirmibir Yirmibir
Israrla Dinleyiniz...
(70ler televizyon reklamı kokan bitiriş yaptığım için sitenin yuçüb gibi kapanmasından korkmama rağmen. Sırf 70ler reklam sloganı bağımlısı olduğum için bu tehlikeyi göze alıyorum.

16 Nisan 2009 Perşembe

hücum kayıt


Bugün öykü yazacaktım, ancak az önce yaşadığım bir deneyim o kadar sinirlendirdi ki beni, buraya yazıp zehrimi akıtmam lazım.

Yaklaşık, yarım saat önce amfideyken, birileri hapşurdu. Tabii buna sinirlenecek değilim, ancak ıslak odunla sırtına vurularak sakat bırakılası biri, sırf yanında hanım kişi bulunduğu için "Kaliteli yaşa, ehekemehekere" diyerek bağırdı.

Keşke şu yazdıklarımı okuyabilseydi, ancak internetle tek ilişkisinin facebook olduğunu tahmin ettiğim bu kişiye Allah müstehakını versin demek istiyorum, belanı versin de demiyorum. Çünkü onun hak ettiğinin daha beter bir şey olduğunu düşünüyorum.

Son 10 yıldır "İyi yaşa!" muhabbeti yayılmaya başladı.
EY İNSANOĞLU BİZ KEYFİMİZDEN ÇOK YAŞA DEMİYORUZ.
Türkçe'ye bu terimin girişi çok eskiye dayanıyor, ruhun ağızdan çıkacağına inanan topluluk, hapşuran kişiye ölmesin, ruhunu korusun falan diye bunu demekte.
Yani kimsenin, zaten "aman çok yaşasın, bana da sen de gör" desin de birlikte uzun uzun yaşayalım diye bir kaygısı yok.

Dile oturmuş, kullanılan bir şeyi böyle gerizekalıca deforme edenler beni çıldırtıyor. Çok ciddi söylüyorum hem iyi yaşa, hem de -bunu ilk defa duymama rağmen- kaliteli yaşa diyenlerin hepsinin ağzına titanyum kaplama muştayla vurmak istiyorum. Umarım beyin sarsıntısı geçirip bu anlamsız isteklerinden vazgeçerler diye.

Temenniye bak ya,"iyi yaşa!". Vay çok pozitifsin dostum, seni tebrik ederim, hatta adresini yollarsan, sana cilt cilt NLP teknikleri kitabı ve de ekstra olarak bir tane de "the secret" yollayabilirim. (hadi yine iyisin The Secret'ın sadece kitabını değil yanında filminin DVD'sini de yolluyorum). Onları bitirdiğin zaman Doğan Cüceloğlu'yla besliycem seni, ne biçim bir canavar olursun o zaman bilemiyorum.

Kaliteli Yaşa, diyen arkadaşa hiçbir şey diyemiyorum zaten, artık o kadar kızışmış ki, böyle Orta 2 esprilerini bağıra çağıra 200 kişinin ortasında, "belki dikkat çekerim lan!" diyerekten söyleyebilecek kıvama gelmiş. Raging Bull'da Robert de Niro, güzel bir hanımla takılırken, sırf kendini kontrol altına almak için donundan içeri buzlu su döküyor.( Fotoğrafı direkt filmden print screen yaptım, Gogol'da aratınca bulamazsınız, dünyada ilk defa Monteyn'de) İşte, o insanoğluna bu yöntemi tavsiye ediyorum, çünkü ancak böyle fiziksel bir yöntem paklayabilir. Beyne, limiti artı sonsuzda olacak şekilde basılan testosteron hormonu malesef sinirleri felç etmiş, sadece limbik beyin işlevselliğini korumakta, ki zaten limbik beyin dediğimiz de kertenkelelerde de olan bir şey. Olmadı artık sonbahara kadar seni bir şekilde kayıt altına alıp, bir hücreye yerleştirmek durumunda kalacağımızı belirtmek isterim. Kuzuların sessizliğinde Anthony Hopkins'in yüzüne takılan olayın aynısının ağız için olanını geliştirdim, onun da takılması durumunda mutlu yarınlara elele koşacağımıza inanıyorum.

Hatta sana şiir yazdım.

Lafı eveleyip gevelemeyeceğim
İnşallah rahatlarsın demek istiyorum sadece,
Bildiğin gibi değil aslında; çok kötü durumdasın farkında değilsin,
İşte, insanoğlunun hormonları ne yaparsın,
Desem de
O kadar hayvansın ki, baş harflere baksana

15 Nisan 2009 Çarşamba

yedi uyurlar vs yedi cüceler çözümlemesi


Monteyn Edebi çözümleme servisi iftiharla sunar:
Yedi Uyurlar ve Yedi cüceler çözümlemesi
Bugün size, yıllardır çocuk öyküsü basan kurumlar, Walt Disney(hah ilk çekilen uzun metrajlı çizgi film ne sanıyordunuz?), ve de bazı dini kurumlar tarafından çok fazla ekmeği yenilen iki olgudan bahsetmek istiyorum. İlk olarak, "iki olgu" dediğim için allah benim belamı versin. Ama sorarım sana okur, o kelime yerine başka kelime sen bulabilir miydin?

Neyse, bu bir öykü olmayacak,(yoksa olacak mı?), yaptığım çok derin çalışmalar sonucu ulaştığım verilerle size gerçekleri anlatacağım. Konumuz Yedi Uyurlar ve de Yedi Cüceler.

Hemen Yedi Uyurların hikayesine kısaca değinelim, demek isterdim ancak tabii ki hem İslam hem de Hristiyanlık ayrı yorumladığı için hikayeyi, ben en kaba hatlarıyla bahsedeceğim.

Bundan tam 2000 yıl önce olmasa da, hemen hemen 2000 yıl kadar önce 7 tane inanan arkadaş kafalarına göre takılıp, her akşam ibadetten ibadete koşup sevapları leblebi gibi toplamaktaymışlar. Ancak, aralarındaki bu iman etme olayı. "İnanalım, inanmayanları da uyaralım" durumuna gelince, çevresindekilere "imana gelin" falan diye zorlama yapmaya başlamışlar. Ancak bu yaptıklarını sadece halka değil, aynı zamanda bir gün imparatora da dayatmaya kalkışınca, Paganlıkla uğraşan imparator dayanamaz ve bunları değnekle kovalamaya başlar. Tabii 7 uyurlar da mal olmadığı için, kaçarlar ve bir mağaranın içine saklanırlar. Fakat dostlarım, onların Muhammed gibi, mağaralarının önlerinde ağ örecek bir örümcek veya yuva yapacak bir güvercin olmadığı için, hükümdar bunları o mağaranın önünde yakalar, fakat, aile terbiyesiz almadığı için, direkt öldürmek yerine: "Acı çekerek ölsün itler bana ne?" der ve mağaranın önünde beton döktürüp, kocaman bir de yazı hazırlatır:
"Bu betonu kırmayınız
İmparator" deyu.
Tabii betonun üstüne harç yumuşakken "Lale seni seviyorum" ya da 24.02.250 gibisinden tarih atmalar yazı yazmalar olsa da sonuç olarak imparatorun yazdıklarından tırsan insanlar betona dokunmazlar, ve de yedi uyurlar kafalarına göre takılırlar. HA bu arada yalnız değiller, Kıtmir diye bir köpek var yanlarında, o da uyumaz yalnız, tepelerinde bekler, 300 yıl falan uyur arkadaşlarımız, sonra uyandıklarında yine ortamın kötü olduğunu fark edip, uyurlar.

İşte tam bu anda Grimm masallarındaki Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'e bağlıyoruz olayı. Öncelikle belirtmeliyim ki, eğer Topkapı Sarayında, ikibuçuk metrelik dökme kılıçları ya da en az bir repçi kolyesi ağırlığında olan zırhları gördüyseniz, çevrenizdekilerin de gaza getirmesiyle beraber "Vay be eskiden insanlar ne kadar büyükmüş", gibisinden bir muhabbete başlamanız kaçınılmazdır. Ancak, büyük bir yanılgı içerisinde olduğunuzu belirtmek isterim, çünkü bu bilimsel olarak mümkün olmayan bir şey. Günümüzdeki beslenme şartlarıyla o zamanın beslenme şartlarını karşılaştırırsanız eğer, günde bir somun ekmek yiyen insanla, omega üçünü de, doymamış yağ asidini de alan insanlar arasında elbette gelişmişlik farkı olacağını anlayabilirsiniz. Bunu ne şu anda uydurdum, ne de desteksiz atıyorum, çok ciddiyim bundan ikibin yıl önce insanlar bizden daha küçüktüler. Bakmayın kiliselerde çarmıha gerilen İsa'yı Dave Mustaine gibi çizdiklerine. Neyse, işte tam bu noktada Yedi Uyurların o kadar da büyük insanlar olmadığını tahmin edebiliyoruz.

Peki küçüklüğümüzden beri okuduğumuz Grimm kardeşler yıllardır bize masal mı anlatıyorlardı Pamuk Prenses ve Yedi Cücelerle?

Asla...
Her ne kadar Grimm Kardeşler masal anlatan insanlar olsa da, çok ciddi oldukları anlatıları çok gizli mesajları vardır. Sorarım size hepimiz prenses tarafından öpülmeyi bekleyen kurbağa prens değil miyiz?(cinsiyetçi yaklaşımıma saldıran olacak varsa halihazırda: "hepimiz öpülmeyi bekleyen bir kurbağa prensesiz" diyeyim de içi rahat olsun onların da) işte bu gizli mesajlarını teker teker işleten Grimm kardeşler de aslında Yedi Cüceler'de Yedi Uyurlara gönderme yapmak istemişler. Tabii ki onlar, eskiden yaşayan insanların ufak olduğunu biliyorlardı.

"Peki kurt ne arıyor?" diye soru gelirse de, mağara da boşu boşuna Kıtmir'in olmadığını söylerim size. O kadar süre güneş almayan hayvancık, Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Köroğlu" filminde güneş almadan 3 ay kapalı mekanda duran at nasıl bembeyaz olduysa ve de Bolu Beyi'ne laf sokma olarak gönderildiyse; Kıtmir, 300 yıl güneş almayınca arsızlaşıp kurtlaşmıştır. Hatta artık bir adım daha ileri gidiyorum ve de şahsına saldırıp onun çakallaştığını iddia ediyorum.

Peki Pamuk Prenses ne arıyordu?


Benim pembe yanaklı, sevgi dolu okurlarım, yıllardır simge simge diye yırtıyoruz kendimizi. Pamuk Prenses aslında Kıtmir tarafından yenilen 7 uyurların imanını simgelemektedir. Yani, aslında en başından beri düşman ne imparator'du, ne de imansızlardı. Yanlarında taşıdıkları köpek aslında onları mahvedendi dostlarım.

Bir masalın ve de dini olayın çözümlemesinin daha sonuna geldik. Ayrıca sanki bundan önce 300kere böyle çözümlemeler yapmış gibi davranmış olabilirim ama affedin beni.


İşte bugünün alakasız sözleri:

"I got no means to show identification
I got no papers show you what I am
You'll have to take me just the way that you find me
What's gone is gone and I do not give a damn
Empty stomach, empty head
I got empty heart and empty bed
I don't remember
I don't remember"




PS: Yorum yazanlar sözüm size (dota tayfa sözüm size!), yorumlarınızın altına cevabımı yazıyorum. Dikkatinizi çekerim yukarıda bulunan bu ortaçağ resminde çizilen Kıtmir'in yüzüne kimi çizmişler? Ya dostlarım, Kıtmir kimmiş aslında? Ünlü bilgin Sibel Can'ın da 1996 yılındaki bir gospelinde dediği gibi. "Kork benden, sürüm sürün sürünmekten"...

7 Nisan 2009 Salı

Dolap Adam'ın Öyküsü'nü Yazmak Üzerine


Ben dolap adam. Arkadaşlarım bana "Dolap" demediği için çok mutluyum. İnanın bana, yeryüzünde, sadece 1 kişide görülen bir hastalıktan muzdarip olmak insanı pek iyi hissettirecek bir şey değil. Ya da toplumda farklı biri gibi görünmek çok büyük bir avantaja yol açmıyor. İnsanın kafasında kocaman DOLAP yazısı şeklinde olmasının çok yadırgandığı da kesin. Düşünün altı milyarda bir görülen bir hastalığınız var. Eğer, David Lynch'in The Elephant Man filmini izlediyseniz, tahminimce halimi anlayacaksınız. Tabii beni kurtaracak Dr. Frederick Treves'im olmadığı için hayatıma bu şekilde devam etmek insanlar için komik surat olmak zorundayım. Kendi öykümü anlatmak istiyorum size.

Annem, Temmuz 1926'da çok sarhoş olduğu bir gece, yazlık evlerin vazgeçilmez eşyası, seyyar fermuarlı bez dolap içerisinde uyuyakalır, tam bu sırada menstürasyon döneminde olduğunu bilmeyen annem sabah uyandığında şiş karnını görünce "aa ne var burada" der, ancak kader ağlarını örmüş ve de biricik anneciğim Ahşap Mobilya tanrıçası Bellonas ve de eşi İstikbalis tarafından çoktan lanetlenmiştir.

İşte, benim doğum sürecim bu olaydan hemen 3 ay sonrasına denk gelir, tabii ki "DOLAP" yazan koca kafam annemin karnında durmama izin vermemiş ve de prematüre bir bebek olarak dünyaya gelmiştim. Şu güne kadar da çelimsizliğimin tek sebebi budur zaten. Lanet olsun sana da kocana da Bellonas. Resmen Zeus'un yaptığı partiye çağrılmayan şu fitne fesat tanrıçasının altın elmayı ortaya atması gibi, annem neden ahşap dolapta uyumadı diye dolap kafamı, annemin karnına attın. Neyse, hikâyemin devamını getirebilmek için sakin olmalıyım.

Evimiz, şehir merkezinden uzak olduğu için çayırlarda büyüdüm. Bisiklet öğrenmeyi, kafamın dengesizliği yüzünden çok geç öğrendim. Zaten aşağıda bir yerlere bisiklet sürmeyi öğrendiğim gün çekilmiş fotoğrafımı koyacağım. Neyse çocukluk dönemim boyunca 62'den tavşanlar ve de M harfinden yapılmış kuşlar en iyi arkadaşlarım oldular. Tavşanın ağzı yoktu, kuşların hiçbir şeyi yoktu; ama en azından melül mahzun duruyorlar, 62'den tavşanlar çayırlarda koşuyor, M harfinden kuşlar ise sürekli uzaklara gidiyorlardı. Onu hiçbir zaman anlayamadım işte, neden M harfinden kuşlar her zaman bir yere gidiyordu, neden bizim ufak kulübemize yaklaşmıyorlardı.

Asıl önemli olaylar, ben tam ergenliğe girmeden önce 1939'da Hitler'in Polonya'yı işgal etmesiyle başladı. Öncelikle size biraz Hitler hakkında bilgi vermek istiyorum. Kendisi Hans, Ulrich ve Klaus Hit, kardeşlerin Almanya'nın 19uncu yüzyıl genetik denemeleri sonucu birleştirerek ortaya çıkardığı biridir, soyadının Hitler, olması hala onların üçünü birden zihninde içerdiğinin bir kanıtıdır. Nasıl Ninja Kaplumbağalarda Rocksteady insan-gergedan senteziyse, ya da nasıl en iyi arkadaşı Bebop insan-yabandomuzu senteziyse işte Adolf bu şekilde Hit'lerin senteziydi.

Duyduğumuza göre farklı insanları toplayan Hit kardeşler, kendilerinin de aslında genetik bir ucube olduklarının farkında değillermiş gibi, bir gün adamlarını yollayıp annemle yemeğimizi yerken beni almış ve kapısında "Çalışmak Özgürleştirir." yazan bir kapıdan içeri sokmuşlardı. Ah dostlarım, nasıl bilebilirdim ki, zaten çalışmaktan tiksinen biri olarak buradan çalışsam da kurtulamayacağımı. Koluma "dolap" yazan bir pazubant taktılar, Museviler'de Davut yıldızı, çingenelerde kahverengi bir üçgen varken, ben onların arasında bile farklı kalmak zorundaydım. Hatta her birinin kollarına dövmeleri, çalışma kampının listelerine işlenmişken, benim kolumda bulunan numara, çalışma kampının demirbaş listesine işlenmişti. O zamana kadar sadece annemi tanıyorken, binlerce insan içerisinde kalmış, her gelip geçenin bana bakıp güldüğü biri olmuştum. Geceleri Subaylar biraz içtikten sonra beni çağırırlar tipime bakarlar sonra gülüp geri gönderirlerdi. Oradaki herkes gibi ben de kaçmayı planlıyordum, çünkü yakılan cesetlerin küllerinden Musevili Sabun, Polonyalı Mendil, gibi malzemelerin yapılmaya başlandığına dair söylentiler gelmeye başlamıştı. Aslen ben de bu konuda merak içerisindeydim, küllerimden sabun falan yapılamayacağına göre, muhtemelen bir kontrplak fabrikasına aktarılırdım. Neyse, ölüm konusundan bahsetmek istemezdim size dostlarım, şimdi benim öykümün biraz daha ümit aşılayan yerlerine gelmek istiyorum: "Kurtuluş". Bu konuda yazılmış romanların bahsettiği ve de yaklaşık %98'ini Steven Spielberg'ün çektiği filmlerin sürekli içerdiği, insanı yaşama isteğiyle dolduran etken yani.

Çok soğuk bir kış gecesi, önceden planlarımı yapmış, kafama yastığımdaki samanları parçalara ayırıp aylarca uğraşarak ördüğüm peruğu takmıştım, en azından kulaklarımı oluşturan d ve p harfleri kimliğimi açıkça ortaya koyuyordu. Benim tellere yaklaşmama izin verilmiyordu, çünkü p harfinden oluşan kulağımın kertiğiyle tellere tutunup momentumumu alıp tellerin diğer tarafına geçeceğim korkusu vardı subayların üzerinde. O gece, tuvalete gitmek için izin istedim subaydan, sonra tuvalete yönelip, cebimde olan peruğumu kafama taktım. Artık p harfi görünmüyordu. Gizlice Yatakhanelerin olduğu bölüme en yakın tellere yaklaşıp, p harfinin sapını dikenli tellere geçirdikten sonra diğer tarafa geçtim, tabii ki artık özgürdüm, ancak yakınlarda tanıdığım kimsenin olmaması yanısıra, yüzüme bakan herkes a ve o'dan oluşan gözlerimi görüyordu. Bu yüzden Polonya sınırlarından çıkıp Türkiye'ye gelmeye karar vermiştim, peki soracak olursanız: "Neden İsviçre gibi tarafsız ve gelişmiş bir ülke varken Türkiye gibi tarafsız ancak gelişmemiş bir ülkeyi tercih ettin?" diye, size ancak Boğaz Havası diyebilirim dostlar. O nemli hava ahşap kulaklarımda o kadar güzel bir etki yapıyor ki...
Eğer uygun aralıklarla vernik attırırsam, kulaklarımda inanılmaz melodiler duyuyorum, ahşap üflemeli gibi olan kulak yapımdan ötürü. Tabii ki verniği unutursam da şişme yapıp dayanılmaz ağrılar çektiriyor. Ülke, beni seve seve kabul etti, zaten duyduğuma göre Einstein'la aynı zamanda mektup atmışız, tabii ki İsmet Paşa'm Einstein'ın ve bilimin ülkeye gelmesini değil, benim ve çeşitli saçmalıkların ülkeye gelmesini, halkının böyle bir dönemde mutlu olması gerektiğinin farkındaydı. Çok sağ olsun İsmet Paşa beni bir uçakla Romanya sınırından aldırtıp bizzat köşkünde karşıladı. Çok iyi bir adamdı vesselam. Gelmemle beraber ülke'de yaşananları, İsmet Paşa'yla olan anılarımızı size başka bir zaman anlatacağım dostlarım.

5 Nisan 2009 Pazar

Bulantı üzerine değil



"Varlığım ciddi ciddi beni şaşırtmaya başlıyordu.
Ben yalnızca bir görüntü değil miydim yani?
"Bak hele, asker asıl benim!" dedim birden kendi kendime.
Yalanım yok, bu sözüm güldürdü beni. "

Bu alıntı Bulantı'dan. Okuyalı iki ay oldu sanırım. Kitapta aramaya kalkıştım, tabii ki kendi başıma cümlenin bulunduğu sayfayı tespit etmem mümkün değldi. Sonra Bulantı'nın online metnini bulunca, ctrl+f yapıp asker geçen bütün cümleleri okumak zorunda kaldım.

Bulantı,insanı zaten yavaş okumaya iten bir kitap, ya da belki öyle değildir bilmiyorum. Ama ben 1 ayda, elime aldığımda üç beş sayfa okuyup ancak bitirebilmiştim. İşin kötü yanı, kitap sıkıcı da değil. İlkokula giderken "Korkak Kahraman" diye bi kitabım vardı, ne zaman okumaya kalkışsam mutlaka sızıyodum. Aslında onun üstüne çay dökülmüştü, kuruyunca çaydaki şeker sayfalarla kimyasal bi reaksiyona(valla tdk'nın sitesinden baktım "reaksiyon" şeklinde yazıldığından emin olmanın gururu içerisindeyim) girip, laktik asit üretmiş, tabiî ki sobanın bulunduğu oda 60 derece, diğer odalarda yaklaşık -27 derece olduğu için, sürekli sobalı odada bulunmak durumunda olan ben, muhtemelen o laktik asit buharını genizlere yiyip sızmaya başlamış olabilirim. Yani en mantıklı açıklaması bu bence. Hem bilimsel, hem komik gibi ama aynı zamanda içinde "soba" kelimesi geçtiği için boynu büküklüğümü "Avenue des Champs-Élysées"de geçirdiğim metal bidonda yakılan odun başında evsizlerin ısınması zamanlarımı hatırlattı. (Bu arada metal bidonda odun yakmaktan A Takımı ve Savaş Ay'ın yediği ekmeği de kimse yememiştir. Savaş Ay öyle bir insan ki, adam bi şapkasından bi de şu önündeki metal bidondan yaz kış demeden vazgeçmedi. "Helal olsun Savaş Abi" diyebiliyorum bu ilkeli davranışlarına bir saygı gösterisi, efendime söyleyeyim bir tribüyut, bir sevgi hezeyanı olarak)

Neyse, sanırım Bulantı, bu sızma durumunun yenilenmiş sürümünü bünyeye zerk etti, "Okumaya kalkışıp beynin tam o saniyelerde bitmesi". Her okumaya kalkıştığımda, maytap gibi yanıp ptısphf efektiyle kararıp küle dönüyodu beynim. Kitap bitti, incelemesini de yapıcak değilim, alıntı yaptığım bölüm beni çok etkilemişti. Ama tabii bu tip ucuz bloglarda anlatılacak şeyler değil bunlar. Şatomda Monteyn Denemeler 2'yi yazıyorum. Metal Fırtına serisi gibi olmayacak benim yazdığım kitaplar, ikincisi de aynı kalitede olmalı diye şuralarda sürünüyorum.


"I was riding on the mayflower
when i thought I spied some land
ehihehe tekrar tekrar" demek istiyorum.
(Bu, çok gizli mesajı çözen 6.kişiye iki adet Şok marka bulaşık süngeri hediye. Neden 6? Çünkü, ceptelefonu tuştakımlarında Monteyn'in M'si 6'da. Peki bu blog'u okuyan 6 kişi var mı? Hiç sanmıyorum.)

PS: Savaş Abi fotoda nasıl bakmış ama, kesin yine tinerci, tecavüzcü, mağdur, molla, travesti, uhu çeken,6 aylıkken tuz ruhu içtiği için göbeğiğnden beslenmek zorunda kalan(ki bu bölümü unutamıyorum, "best of a takımı" dvd'si olsa kesin koyardım bu bölümü), damardan koluna koka kola aşılayan, kolonya içen, uç insanlardan birine laf yetiştiriyor.
Ah Savaş Abi, mahvettin kendini tinercilerle balicilerle.
Bu arada Sartre, beni affet. Başka bir zaman gönlünü alıcam senin.
 
Copyright © 2010 MONTEYN