22 Şubat 2011 Salı

Hindistan'da Trenin Üzerine İlk Çıkan İnsan Üzerine


Hindistan'da yolcuların bir kısmı, filmlerde de görebileceğiniz gibi, trenin üstünde gidiyor. Açıkçası ben Hindistan'a gittim, gördüm o kadar da çok insan yok. İçlerindeki çocuk ruhundan ötürü böyle yapıyorlar. Mesela bir market arabasının içine oturmak, el arabasına binmek, evdeki koltuk döşeklerinden kale yapmak, traktör römorkunda ayakta gitmek gibi yeryüzündeki eğlenceli ve ekstrem olayları seven bir millet Hintli vatandaşlarımız. Burada yastıktan kale yapmanın da ne kadar tehlikeli olabileceğini anlatmak isterdim, ancak hepimizin anneannesinin, dedesinin evinde(sarayında) devasa bergére'lerin sert döşekleri olmadığı için bunun tehlikesini tam anlatamayacağım sanırım. Ancak bu kalenin yıkılmasını ben çok severdim, daha o zamandan içimdeki yapısökümcülük fırtınası başlamış demek ki. Sonradan pek değerli arkadaşım Derrida(ki duckface fırtınasını başlatanlardan biridir)'yla bu konu hakkında birçok fikir teatisinde de bulunduk.

Evet, bu trenin tepesine çıkan ilk abimiz kimdi? Ben bunu merak ediyorum. Tahminlerime göre bir arkadaşıyla trende otururken:

-Offf abi çok sıcak oldu muson muson terledim şerefsizim, ben tepeye çıkıyorum.
-Lan manyak mısın kondüktör ağzımıza sıçar.
-Siktirtme kondüktörünün bacısını!

Şeklinde geçen bir diyalog ve, kondüktörün umrunda olmadığını görünce atlayan birkaç kovalak vesilesiyle bu moda başladı. Fakat bu moda o kadar hızlı yayıldı ki, muhtemelen vagonun tepesine çıkmanın ekmeğini yiyemedi o abimiz. Mesela "Abi vagonun tepesine mi, haha ya ben buldum onu!" falan diyememiştir. O bir şeyi ilk yapmış, ilk bulmuş olmanın keyfi ancak hemen piyasa olması sonucu bu durum içinde patlar. Ancak benim neden "içinde patlamak" kelimesini bu kadar ayıp bulduğumu hala anlayamamış durumdayım, yaklaşık 12 dakikadır bir kelimeye bir de Googlemaps'e bakıp duruyorum. Evet, yanlış okumadınız, Googletranslate değil, her açtığımızda kendi evimize zumladığımız Googlemaps'ten bahsediyorum.

18 Şubat 2011 Cuma

The King of Limbs Üzerine


Pablo Honey'den sonra tamamen devinim halinde bir gruba dönüşen Radiohead'den, 60'ların The Beatles'ın olması gibi günümüzün de onlarla anılacağından falan bahsetmiştim bir yerlerde bir zamanlar. Mütevazi olmayacağım Le Monde'da bahsettim tabii ki de. Hani bazı gruplar oluyor her albümde farklı işler çıkarmalarına rağmen imzalarını tanınabilir oluyor. Mesela erken dönem hipster bakış açısıyla buna Neutral Milk Hotel'in ilk ve ikinci albümü arasındaki fark gibi bir şey söylerdim, ama normal insan gibi davranırsam Atom Heart Mother ve The Final Cut'ın aynı gruptan çıkmış olduğunun anlaşılması gibi bir şeylerden bahsediyorum.

Niye bunlardan bahsediyorum bilmiyorum, Radiohead de böyle diye galiba, neyse. 14 Şubat günü albümün yayınlanacağını öğrendiğimden beri kendimi CERN'deki ses geçirmez odalardan birine kapatıp tamamen yabancı seslerden uzaklaştım ve albümün bugün erken yayınlanmasıyla beraber de it gibi indirip dinlemeye başladım. Başkasının bilgisayarına indirmiştim, ve kullandığı ortam oynatıcı(AYYYT! ORTAM OYNATICI!!!) shuffle modda olduğu için ilk dinlememi karışık bir şarkı listesiyle deneyimlemiş oldum. Halbuki Radiohead şarkı dizme sikine en çok önem veren gruplardan biri, misal In Rainbows'u karışık dinleyince, amatör elden çıkmış iyi kabarmamış bir kek yer gibi hissediyor insan. Zaten iyi kabarmamış kekin sahibine bu durumu açıklamak gerçekten çok zor, hatırlarım da bir gün Teyzem geleneksel bir Türk tatlısı olan baklava yakmıştı da, bunu yüzüne söylediğim zaman odasına kendisini kitleyip "Gerizekalı yaaa, bırak gerizekalı yaa dışarı çıkmıycam işte konuşmak istemiyorum!" gibi iğrenç trip atan kız arkadaş moduna girmişti. Ondan sonra sakallarımı ve saçlarımı keseceğime ve tertemiz bir insan olacağıma söz verinceye kadar odasından dışarı çıkmamıştı. Saçları üçe vurdurup suratımı da parlatınca, yaktığı baklavayı elbirliğiyle çöpe atmıştık, henüz üç numaraya vurulmuş kafam henüz çirkin PVC pencereyle kaplanmamış(3 yıl içerisinde kaplandı) arka balkonda rüzgarı yedikçe sızlıyordu. İşte albümü böyle karışık modda dinleyince o henüz üç numaraya vurulmuş kafa sızlamasını hissettim -sizin de bildiğiniz- güvercin ürkekliğindeki yüreğimde.

Öncelikle birçok yerde rastlayacağınızı bir şeyi söyleyeyim ki, albüm The Eraser döneminde çıkan işleri çokça andırmakta. Bu arda eğer The Eraser'ın plağı kimsede varsa aynı CD'deki gibi booklet'inin açılıp açılmadığını söyleyebilir mi? Eğer öyle genişçe açılıyorsa, plağını da alacağım.

Neyse meselenin kaynağına gidiyoruz. Kaynağına mı? Neresi? Ayağa kalktı. Kahramanca sallanıyordu. "Meselenin dibine gidiyoruz. kaynağına gidiyoruz. Kerhaneye!(264) Öncelikle şunu söyleyeyim ki, her şarkıdan çıkacak sample'lar mutlaka milyon tane insan tarafından sample'lanacak, kafa patlatan baslarla yoğrulup günümüz apçı müziği dubstep haline getirilecek. Sonra şu sürekli tekrar eden sekans işinden ben biraz sıkıldım bu yüzden açılış şarkısı Bloom'u sevmeme rağmen, siyah bir kartona gri pastel boyayla çiçekler çizerken midemin bulanması gibi bir durum hissettim. Özellikle şu sürekli tekrarlayan davul ritmi, çiçeklerin saplarını çok ince hissetiriyor, evet aynen böyle oluyor. Ama güzel bir şarkı, sonuçta boru değil Radiohead anasını satıyım.

İkinci şarkı Morning Mr. Magpie doğrudan ambiyans olarak ilk şarkının devamı gibi, tabiî ilerledikçe bu mesele yavaşça değişiyor. Açıkçası bana eşek diyebilirsiniz ama bu şarkıda Thom Yorke'un mırıldanmaları The Clock'taki mırıldanmalarına çok benziyor. O yüzden bu şarkı bana yeni bir soluk aldırdı diyemem. İlk şarkıyla birlikte ele alıp hoş bir ikili olarak görüyorum bunları.

Little by Little, bu şarkı güzel doğrudan dinleyin, sikik sikik yorum yapamam. Sevmezsen gel değiştirelim abla, ben evde kendi çocuğuma da aynısından dinletiyorum çok memnunum. Ders çalışsın diye bilgisayar da aldım. Ya o değil de bu Nigel Godrich de iyice, grubun George Martin'i haline geldi.

Neyse, her şarkıdan bahsedeceksek bu iş uzun, bu yüzden Feral'ı geçiyorum. Lotus Flower ilk klibin çekildiği parça tam olarak az sonra dinleyip, bunun doğrudan In Rainbows'un da bir parçası olabileceğini siz de görebileceksiniz. Yalnız, Thom Yorke'un çaça dansının aksine ben bu şarkıda ağırdan tulum oynayıp göbek ata ata terlerimi silmek istiyorum, neden bilmiyorum. Ritm olarak da tutmuyor.


"Aman tanrım, bu şapka kimin şapkasıydı, ıssss hatırlayamıyorum bir saniye" diyorsanız aşağı kimin şapkasından giydiğini koyuyorum Thom Yorke'un. Evet Wimpy'nin.


Albümde en sevdiğim şarkılardan biri de Lotus Flower'dan sonra gelen Codex, zaten isminin içinde x geçen her kelime karizma skill'ine +1 kattığı için(x-mas hariç) şarkıyı bu yüzden de sevebilirdim, ancak bu şarkı sanıyorum ki, bulutlu bir günde yapılan uçak yolculuğunda alttaki bulut halısını görmek gibi bir şey. İşte diğer şarkılar hakkında da bir şey demeyeceğim onlar da güzel, dinleyin. Sonuçta Elvis Costello'nun da bir röportajında dediği gibi:"Writing about music is like dancing about architecture..."(Musician Magazine No.60, p.52)

10 Şubat 2011 Perşembe

Andie MacDowell Üzerine


-Ateşe tapan bir kimseden satın alınan bir inek, yeni sahibine kendisini sağdırtmazsa, yeni sahibi ateşe tapanların kılığına girebilir.
-Bravo! Yaşayın Hoca Efendi!
-N'oluyor? Ne demekmiş bu? Açıklayınız!
Harf Devrimi 2005

Efendiler! Bu yazıyı Antonio Carlos Jobim dinlerken yazıyorum. Bu yüzden çeşitli zeka geriliği semptomları tespit edebilirsiniz. Hayır, Antonio Carlos Jobim dinleyen gerizekalıdır demiyorum, ancak dinledikçe zekayı gerilettiğini kendi üzerimde deneyerek tespit ettim. Bugün kadim dostlarımdan birine daha kendisinin Wave isimil güzide albümünü tavsiye etmiştim ki, aynen şunu belirttim kendisinin şarkıları hakkında:"Antonio Carlos Jobim dinlerken, technicolor vesilesiyle renklendirilmiş James Bond filmlerindeki zenginler gibi hissediyorum. Her an henüz sevişilmiş bembeyaz nevresimli yatağımdan çıkıp deniz kenarındaki malikanemde 1 kasa martini içecekmişim gibi düşünüceye dalıyorum. Bir rahatlık var, ancak bir yandan da dünyayı ele geçirme planlarım ve göz, el gibi eksik uzuvlarımın yerine siyah kaplanarak kötülüğümü perçinleyen protezlerimle yine huzurluca Martini'mi yudumlayamıyorum." Bunun yanı sıra Bond filmlerinde şimdiye kadar haşat edilmiş Aston Martin'lerin James Bond'u aslında astarı yüzünden pahalı bir ajan haline getirdiğini biliyor muydunuz? Adam her filmde o güzelim, şu an nedense hepsini ya Starbucks Yeşili ya da 60'lar Fütürizm Metalik Grisine boyanmış olarak hatırladığım Aston Martin'lerin anasını sikiyor. Ayrıca uğramışken buradan Pussy Galore'a da el sallıyorum.

Şimdi konuya geliyorum, Andie MAcDowell yaşlanmayı engelleyici ürünlerin tanıtımlarını sanıyorum ki 1983'ten beri yapmakta. Bir türlü yaşlanamamasının sebebini şimdi siz değerli okuyucularıma açıkladığım zaman, eminim siz de çok şaşıracaksınız. Kendisi hakkında biraz araştırma yaptım ve tam ismine ulaştım: "Rosalie Anderson MAcDowell" gelin şimdi altı çizilmiş harfleri buraya yazalım: r-o-a-i-n-d-d peki bir de bu anlamsız olan harflerin başka bir kelimenin anagramı olabileceğini eminim birçok iyi niyetli insan düşünmemiştir. Hemen söyleyeyim: Android evet!!! Şahsen kendisini kıskanmıyorum ve umrumda dahi değil, hatta Peder Monteyn'e kendisinin Marlee Matlin olmadığını uzun süre boyunca kanıtlayamam dışında bir derdim yok. Ancak tek isteğim, bir kamuoyu açıklaması yapması ve biz şu kirlenmiş, şu aşağılık, demeyeceğim, bir saniye burada çok klasik bir şey kullanmak istiyorum sıkı durun: modern hayatın çarklarında kendine yabancılaşmış! insanların suratına "Evet androidim, işte maskemi çıkarıyorum. Artık maskelerden kurtulalım" falan diye 80'ler New Age bokuna girmesini istiyorum. Kendisi St. Elmo's Fire diye bir gençlik filminde oynamıştı döneminin gençliğiyle bazısı bu ekibe Brat Pack de diyor, ancak benim kabul ettiğim bir tane ekip var o da Rat Pack olur dememi bekliyorsanız yanılıyorsunuz, Humphrey Bogart'la alakaları olduğu için ben bir karıncayı bile incitmemiş, Monteyn Usta, çeker vururum onları. Hiç birini adamdan sayamam. Gelmişken bu arada Brian Eno'nun mükemmel albümü Another Green World'den güzide şarkı St. Elmo's Fire'ı koymadan şu yazıyı bitirmek istemiyorum.



P.S: St. Elmo's Fire işte, şu gemilerin direklerinde elektrik mevzusundan ortaya çıkan parlak ışıklar falan filan. Merak edenler için diyorum çok detaylı bir okumaya yönlendirecek bir özelliği yok. Ya o değil de bu albümde I'll Come Running diye bir şarkı var, bir ara sürekli bayıla bayıla sokakta "Ayl kamraningtutaaıyorşuuz" diye gezdiğimi bilirim.

P.S2:Anlayamadığım diğer bir konu ise "Andie MacDowell'ı kıskanmıyorum" diye yazmam. Adeta kıskançlık kokularını bastırmak için yazılmış bir cümle gibi duruyor. Vallahi kıskanmıyorum :/ Tamam o Revitalist, Revigen, Rogain bir şey kullanarak genç kalsın aga. Ayrıca kullandığım son iki ticari ismin normalde saç dökülmesine iyi geldiğinden şüpheleniyorum ancak, yenilenmeyle ilgili bunlar geldiği için şey yaptım.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Atlar Üzerine


Atlar güzel hayvanlar. Tamam şimdi gerçek konuya geçiyorum. İngilizce'de şöyle bir söz vardır "Approximately 68 horses are copulating in my head" akşamdan kalmalığı anlatmak için kullanılır. Bazı dillere "Kafamda atlar sikişiyor." diye geçmişliği de var sanırım, tam bir bilgim yok. İşte bu at hayvanları yerine kedilerin kullanılması gerekiyor sevgili dostlarım. Daha mart gelmedi, ancak kedi hayvanları o kadar çok kızışmışlar ki, şato çevresindekileri elimden gelse mektebe kendi ellerimle götüreceğim. Dün gece rüyamda bir kedinin -çok afedersiniz biliyorsunuz böyle ahlaksızlıklara karşıyım. Hani burs veren kurumların bağışçıları olur ya nemrut tipli. İşte en az onlar kadar terbiyeliyim- anüsümü yaladığını gördüm. Sesleri rüyalarıma dahi giriyor artık. Lan bebek isa ve bakire meryem kahretsin, az önce bol miktarda kahve içtiğim için şimdi taşikardi oluştu ve çok heyecanlı yazıyorum mantıklı düşünemiyorum; halbuki blogun konsepti çerçevesinde hiçbir şey anlatmamayı ilke edindiğim için yine bir şey anlatmayacağım. (a show about nothing)

Aslında gelin, anlatacağım. Önceden de insan yavrularından biraz bahsetmiştim, ancak bazı insanlar gelip, "Monteynciğim, çocuğumun vaftiz babası olur musun?" diyorlar, ben de genellikle "Siktir git oradan görmüyor musun? Yazının başlığı "atlar üzerine" şurada ağız tadıyla bir Godfather göndermesi yaptırmadın. Nasıl bir de şakayı açıklamamı bekliyorsun!" falan diyorum.

Şimdiye kadar hiçbir bebekle oynamadım ve sevgi gösterisinde bulunmadım. Açıkçası bebeklere karşı bir nefretim yok, sadece ortak nokta bulmakta zorlandığım için aramızdaki ilişki ortaokul arkadaşınla 9 sene sonra görüşen insanın "bi ara içelim abi ya" demesi gibi bir şey, ancak bu bile değil. Bebeğe "Bi ara içelim abi" desem ne cevap alacağımı kestiremiyorum. Evet, sevimli varlıklar, ancak bunun tamamen biz normal insanların(bebeklik,çocukluk ve ergenlik yavaş yavaş gerileyip yok olan bir sarhoşluk) onlarla ilgilenmesi için çeşitli oyunlarla kafalarının ve gözlerinin büyük olduğunu biliyor muydunuz? Muhtemelen bilenleriniz vardır, bu büyük kafa, büyük gözler falan onlara bakmaya itip duygularımızı sömürüyor başka da bir özellikleri yok. Evet biliyorum "Daha 3 yaşında ama internete giriyor abisi." ancak bu benim o kadar umrumda olmayan bir olay ki, şu an siz bu cümleyi okurken "umrumda" mı yoksa "umurumda" mı diye yazılır, orada ses düşmesi olur mu gibi olaylara daha çok önem veriyorum. Açıkçası konuşurken "Abi ya The Final Cut'ı dinlemiş miydin?" diyemeyeceğim birisi benim canımı sıkıyor.

Evet, çocuk ve bebeklere saygı duyuyorum, ancak çocuk/bebek sevmeyen birine zorla "al telefonu" diye verilince açıkçası benim esrik ve güvercin ürkekliğindeki yüreğimde eski sevgilimle bir buçuk yıl aradan sonra konuşurmuş gibi gergin bir his oluşuyor. Eminim, birçok bûlok'ta da şu "bilgisayarla oynasın mı?" konusundan bahsedilip şakası yapılmıştır. Ancak, şunu demek isterim ki, bir tane bile çocuğun herhangi bir araba yarışı oyununu dahi doğru düzgün becerdiğini göremedim,değişen renklerin saykedelik etkisi serotonin salgılanması için kimyasallar gönderiyor. Nelerden bahsediyorum ya hu, zaten 10 gündür yazmıyorum. Hayır şu yüzden yazmıyorum, Sorbonne'dan, Şatoma geri döndüm 10 gündür hiçbir çocuk kuleme yollanmasın diye bilgisayarı iki yıl önce siktirettim, 4 bir yanı kitaplarla kapladım. Bir tane güzel ve dikkat çekici bir poster dahi bulunmuyor. Hatta uzaklaşmaları için size kulemin duvarlarına astığım haritaları sayacağım "güneş sistemi,dünya, avrupa, fransa, everest, mezopotamya" gördüğünüz gibi ben de yahudi/amerikan/mason çıktım ve dünya üzerindeki çeşitli emellerimi şu an adını bilmediğim ancak içinde ahşap gemi bulunan filmlerde kaptanların altın bir pergele benzeyen aletinden kullanarak haritalar üzerinde çeşitli çizimler yapıyorum. Bir de sekstantım vari onu neden kullanıyorum bilemiyorum.

Önümüzdeki yazıda: "Genco Erkal'ın Nazım Hikmet'ten yediği ekmeği kimse yemedi üzerine" ciddiyim mirasçıları bile teliflerden falan bu kadar kazanmıyordur. Neyse, yapsın o da güzel. Ya durun neşeli müzik koyayım buraya da:
 
Copyright © 2010 MONTEYN