18 Şubat 2011 Cuma

The King of Limbs Üzerine


Pablo Honey'den sonra tamamen devinim halinde bir gruba dönüşen Radiohead'den, 60'ların The Beatles'ın olması gibi günümüzün de onlarla anılacağından falan bahsetmiştim bir yerlerde bir zamanlar. Mütevazi olmayacağım Le Monde'da bahsettim tabii ki de. Hani bazı gruplar oluyor her albümde farklı işler çıkarmalarına rağmen imzalarını tanınabilir oluyor. Mesela erken dönem hipster bakış açısıyla buna Neutral Milk Hotel'in ilk ve ikinci albümü arasındaki fark gibi bir şey söylerdim, ama normal insan gibi davranırsam Atom Heart Mother ve The Final Cut'ın aynı gruptan çıkmış olduğunun anlaşılması gibi bir şeylerden bahsediyorum.

Niye bunlardan bahsediyorum bilmiyorum, Radiohead de böyle diye galiba, neyse. 14 Şubat günü albümün yayınlanacağını öğrendiğimden beri kendimi CERN'deki ses geçirmez odalardan birine kapatıp tamamen yabancı seslerden uzaklaştım ve albümün bugün erken yayınlanmasıyla beraber de it gibi indirip dinlemeye başladım. Başkasının bilgisayarına indirmiştim, ve kullandığı ortam oynatıcı(AYYYT! ORTAM OYNATICI!!!) shuffle modda olduğu için ilk dinlememi karışık bir şarkı listesiyle deneyimlemiş oldum. Halbuki Radiohead şarkı dizme sikine en çok önem veren gruplardan biri, misal In Rainbows'u karışık dinleyince, amatör elden çıkmış iyi kabarmamış bir kek yer gibi hissediyor insan. Zaten iyi kabarmamış kekin sahibine bu durumu açıklamak gerçekten çok zor, hatırlarım da bir gün Teyzem geleneksel bir Türk tatlısı olan baklava yakmıştı da, bunu yüzüne söylediğim zaman odasına kendisini kitleyip "Gerizekalı yaaa, bırak gerizekalı yaa dışarı çıkmıycam işte konuşmak istemiyorum!" gibi iğrenç trip atan kız arkadaş moduna girmişti. Ondan sonra sakallarımı ve saçlarımı keseceğime ve tertemiz bir insan olacağıma söz verinceye kadar odasından dışarı çıkmamıştı. Saçları üçe vurdurup suratımı da parlatınca, yaktığı baklavayı elbirliğiyle çöpe atmıştık, henüz üç numaraya vurulmuş kafam henüz çirkin PVC pencereyle kaplanmamış(3 yıl içerisinde kaplandı) arka balkonda rüzgarı yedikçe sızlıyordu. İşte albümü böyle karışık modda dinleyince o henüz üç numaraya vurulmuş kafa sızlamasını hissettim -sizin de bildiğiniz- güvercin ürkekliğindeki yüreğimde.

Öncelikle birçok yerde rastlayacağınızı bir şeyi söyleyeyim ki, albüm The Eraser döneminde çıkan işleri çokça andırmakta. Bu arda eğer The Eraser'ın plağı kimsede varsa aynı CD'deki gibi booklet'inin açılıp açılmadığını söyleyebilir mi? Eğer öyle genişçe açılıyorsa, plağını da alacağım.

Neyse meselenin kaynağına gidiyoruz. Kaynağına mı? Neresi? Ayağa kalktı. Kahramanca sallanıyordu. "Meselenin dibine gidiyoruz. kaynağına gidiyoruz. Kerhaneye!(264) Öncelikle şunu söyleyeyim ki, her şarkıdan çıkacak sample'lar mutlaka milyon tane insan tarafından sample'lanacak, kafa patlatan baslarla yoğrulup günümüz apçı müziği dubstep haline getirilecek. Sonra şu sürekli tekrar eden sekans işinden ben biraz sıkıldım bu yüzden açılış şarkısı Bloom'u sevmeme rağmen, siyah bir kartona gri pastel boyayla çiçekler çizerken midemin bulanması gibi bir durum hissettim. Özellikle şu sürekli tekrarlayan davul ritmi, çiçeklerin saplarını çok ince hissetiriyor, evet aynen böyle oluyor. Ama güzel bir şarkı, sonuçta boru değil Radiohead anasını satıyım.

İkinci şarkı Morning Mr. Magpie doğrudan ambiyans olarak ilk şarkının devamı gibi, tabiî ilerledikçe bu mesele yavaşça değişiyor. Açıkçası bana eşek diyebilirsiniz ama bu şarkıda Thom Yorke'un mırıldanmaları The Clock'taki mırıldanmalarına çok benziyor. O yüzden bu şarkı bana yeni bir soluk aldırdı diyemem. İlk şarkıyla birlikte ele alıp hoş bir ikili olarak görüyorum bunları.

Little by Little, bu şarkı güzel doğrudan dinleyin, sikik sikik yorum yapamam. Sevmezsen gel değiştirelim abla, ben evde kendi çocuğuma da aynısından dinletiyorum çok memnunum. Ders çalışsın diye bilgisayar da aldım. Ya o değil de bu Nigel Godrich de iyice, grubun George Martin'i haline geldi.

Neyse, her şarkıdan bahsedeceksek bu iş uzun, bu yüzden Feral'ı geçiyorum. Lotus Flower ilk klibin çekildiği parça tam olarak az sonra dinleyip, bunun doğrudan In Rainbows'un da bir parçası olabileceğini siz de görebileceksiniz. Yalnız, Thom Yorke'un çaça dansının aksine ben bu şarkıda ağırdan tulum oynayıp göbek ata ata terlerimi silmek istiyorum, neden bilmiyorum. Ritm olarak da tutmuyor.


"Aman tanrım, bu şapka kimin şapkasıydı, ıssss hatırlayamıyorum bir saniye" diyorsanız aşağı kimin şapkasından giydiğini koyuyorum Thom Yorke'un. Evet Wimpy'nin.


Albümde en sevdiğim şarkılardan biri de Lotus Flower'dan sonra gelen Codex, zaten isminin içinde x geçen her kelime karizma skill'ine +1 kattığı için(x-mas hariç) şarkıyı bu yüzden de sevebilirdim, ancak bu şarkı sanıyorum ki, bulutlu bir günde yapılan uçak yolculuğunda alttaki bulut halısını görmek gibi bir şey. İşte diğer şarkılar hakkında da bir şey demeyeceğim onlar da güzel, dinleyin. Sonuçta Elvis Costello'nun da bir röportajında dediği gibi:"Writing about music is like dancing about architecture..."(Musician Magazine No.60, p.52)

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Copyright © 2010 MONTEYN