27 Aralık 2013 Cuma

Adolesan Cinsel Röhahı Üzerine



Neler yapmadık ki şu seks için
Kimimiz ailemizin seksini duyup primal fear'dan darbe aldık
Kimimiz şarkı söyledik.
Orhan Bey

Epigrafın sonu için diyorum, ortadan başlayıp alt düzey ekonomi seviyesi restoran personeli seslenişiyle açmak istedim. Günlük hayatta birbirine, Muzo, Yarrağım, Aga diyen insanlar son 8-10 yıldır birbirlerine Muzaffer Bey, Yarrağım Hanım ya da Tarık Akan'ın Aga Tişörtü şeklinde sesleniyor. Köylü burjuva değil, aileden burjuva olduğumdan ötürü gitmedim ama Paper Moon'da bu tip durumlara dikkat ediliyormuş ve sanıyorum ki personel birbirini isimleriyle çağırıyor, samimiyet gösterisinde bulunuyormuş. Açıkçası bir yerde onurlu çalışmanın ön koşullarından biri bu olabilir, bir süre sonra içselleştiriliyor bu rezalet ve bunu dışarıdan sizin dediklerinizin saçmasapan sıfatlar olduğunu anlamaz hale geliyorlar. Bu arada tabii ki, "aman diğerlerinden ayrı görünelim, personele değer veriyormuşuz hesabı" yaklaşım normal "x bey" diye seslenenlerden katmerli bir varoşluğa delalet etmekte. Pisuvara işerken yan pisuvara gelen şahıs yüzünden sidiğin kesilmesi gibi bir şey bu.

Bugün konum ergenlik öncesindeki cinsel uyanışlarımın bir kısmı. Birçok var olsa gerek mutlaka. Fakat The Squid and the Whale hasebiyle net bir örnekten bahsedeceğim. Normalde Jesse Eisenberg'in oynadığı filmleri izlemiyorum. Bunun öncelikli sebebi Michael Cera'yla aynı oyunculuk kabiliyetine sahip olmaları. Yani bir şeyi anlamazmış gibi şaşkınca bakmak, kararsız kalmak ve ağzın gerizekalı gibi açık olması durumu. Oyunculukta böyle kemikleşmiş aptal metotlar bulunabiliyor. Yakından işin içine girmişliğim yok fakat zamanında bir tiyatro oyunu oynarken(ki tiyatro zaten öldü bu konuda tartışmayı dahi abes buluyorum) vurgularımı birisinden aldığımı fark ettiğimde utanarak kabullenmiştim bunu. Ne acı. Bu arada yanlış anlaşılmasın Jesse Eisenberg, Michael Cera gibi oyuncular ya da benim gibi Ecole Normale Superieur'ün Süper kısmında oynama şansı bulmuş insanlar doğal olarak oyuncu, aktör vs. sayılmıyorlar tabii ki. Neyse The Squid and the Whale'in soundtrack'inde Tom Cruise'un oynadığı "Risky Business"de kullanılan bir müzik bulunmaktadır. Bu en başta dinleyebileceğiniz Love on a Real Train'dir. İsteyen filmde ne denmek istediğinden yola çıkar, bir şeyler anlatır vesaire vesaire. Bunları anlamsız buluyorum, fakat bir sonraki paragrafta başka bir şeyi anlatacağım.

Love on a Real Train, bu 1995-2015 arası Amerikan Dysfunctional Ailesi Bağımsız Filmleri standardı içinde kendi başına ayrılmış bir müzik seçimi şaheseri. Bir ergenin şehir şebekesinin voltajının azalıp artarcasına  oynayışlarıymışcasına cinsel uyanışına ideal tren pistonlarının seslerini birebir yansıtıyor. Tangerine Dream'i tabii ki övecek değilim. Zamanında müzik hakkında yeteri kadar konuştum diye düşünüyorum. Dinleyenlerin tümüyle aynı hissi paylaşmayı beklemiyorum fakat nasıl bir şey olduğunu anlatacağım. Tarihsel süreçte kendimi 0 olarak alırsam -3 ve +1 yaşlarında erkek kuzenlerim bulunmaktaydı. Biz cinselliği toplu keşfettik. Hani ortaokulda evinize çağırıp pornoyla beraber olan otuzbir çekme ayinleri hesabı. Gerek uydu yayınları, gerek sinsice çaldığımız vhs kasetler olsun böyle hastalıklı bir yapıydı. Bunun tabii ceremesi çekiliyor falan sonradan fakat o anda ayı gibi yün kazağa kerkinen ergen kedi yavrusuymuşcasına yastığa yüklendiği oluyor insanın. Biz de bunu yaptık.  İki yastık arasındaki boşluğa kerkindik hiçbirimiz hiçbir şeyi bilmiyoruz. Venus Tv, 69 X tv falan filan derken hasbelkader bu tip olaylara toplu bir sidik yarışıymışcasına girişmiş bulunduk. Bu yaşlar, ortaokul ve lisedeki aptal ve zorunlu erkek muhabbetini yapan herkes biliyordur "seninki renkli mi aga", "yok benimki şeffaf" hikayesinden de önceki aptal adolesan uyanış dönemine denk geliyor neredeyse.


Bu dönemin genelini düşündüğüm zaman o zaman hissettiğim heyecan ve ne yapacağını bilemezlik duygusu tam da bu şarkının o yeknesak ritmine uygun geliyor bana. Bu noktada olayı kendimle ve filmdeki ergen arkadaşla bağdaştırdığım zaman çok da anlamsız eşleşmeler bulmuyorum. Film zaten sik gibi o yüzden spoiler falan vermiyorum. Filmdeki bu 12-14 yaşları arasındaki arkadaş bu şarkının çaldığı anlarda ya kızlara bakıp öc alırcasına otuzbir çekip oraya buraya menisini sürüyor ya da gerçekten o yaşlarda bira/viski olaylarıyla pre-alkolik konumda yine cinsel uyanış yaşayıp hayvandan farksızcasına çoğalmanın yokluğu içinde tamamen boşluğa yolluyor spermleri. Bu dönemi düşündüğüm zaman aile yönünden boşanmanın eşiğinde olmayı bırakın bu konudaki gelişimimi bozabilecek bir problemim dahi yoktu, sanıyorum ki bu konudaki en şanslı ve mutlu bireylerden biriyim. Fakat bunun dışındaki çarpıcı bir anıyı net şekilde hatırlıyorum. 

Biz yine bahsettiğim bu iki kuzenimle hiçbir şey bilmez erken ergen deneyimlerimizden birini yastığa kerkinerek yaşamışız. Gecenin ikisi civarı uyandım. Bu esnada 10-12 yaşlarında olduğuma eminim. Beyaz külot giyiyorum ve mayoz bölünmenin tek hücreden başladığına dair bir bilgim var. Bu esnada elimi beyaz küloduma götürüyor ve spermden habersiz, zihnimle külottaki bir pamuk parçasının elime gelmesiyle gözyaşlarına boğuluyorum. Bu küçük pamuk parçasına "evladım, oğlum" diyerek ağlamaya başlıyorum. Yani zihnimde o andan itibaren bir daha çocuk sahibi olamayacağıma dair absürt katastrofik bir an işleniyor. Ne anlamsız ve ne komik. Ayrıca neden "oğlum" olduğunu şimdilerde sık sık düşünüyorum.

Aslında bu komik olarak da anlataılabilirdi, fakat anlatmadım çünkü mizah zaten bu saçmasapan işler üzerinden çok sık faydalanıyor. Böyle bayat bir konuyu kullanmak istemedim.

Bu da benim böyle bir otuzbirim.

6 Aralık 2013 Cuma

Üstte Görünsün Diye 1 Yıldız Vermek Üzerine


Selamun aleykum ve rahmetullahi ve berakatahü yani kısaca Şalom değerli okurlar. Bir nevi, dinlerin kucaklaşması hesabı aynı anda hem kilise, hem sinagog, hem cami olan bina gibi cümle kurmak istedim. Şu gerginlik dolu günlerde bütün sosyal sıkışmayı almış bulundum üzerinizden ne mutlu bana. Zamanında bunun bina halini rahmetli madalyalı müntehir İhsan Doğramacı'nın yaptırtmışlığı var sanırım okuluna. Hiç gitmedim, ama açıldıktan 1 ay sonra ne hale geldiğine dair kalıbımı basarım. Rutubetli anneanne evinde sobasız olan oda soğukluğuna mahkum kalmıştır. İki Pazar Ayîni yapılmaz, bazı kiliseler var öyle değil rükûya varınca yerden ısıtmalı. Yapmış adamlar sonuçta, neyse. Konuya gelmeden önce açıklamam gereken bir şey var.

Geçenlerde bu bûloğu tuttuğum hesaba gireyim istedim belki yeni bûlok yazısı yazasım gelir gün olanda! Davullar dövülende diye. Giremedim. 40 gün önce hesabımın şifresini değiştirdiğime dair uyarı aldım. Bir de yani aşağı yukarı 6 yıldır kullandığım 3-4 tane şifre kombinasyonu var, mutlaka bir tanesi tutmak zorunda. ZO-RUN-DA! Tutmadı. Şaşırıyorum, yani insan o anda şaşırıyor. Sonra kafama dank etti, bûlok yazdığım hesapla bir gece sarhoşken birisi de mi vardı ne vardı bir porno siteye üye olmuştum ve kullanmasın diye şifremi o paranoya esnasında değiştirmiştim sanırım. Yani aşağı yukarı böyle bir şeydi ama işin içinde porno site vardı, zaten kimseye herhangi bir şifre verecek kadar dingil değilim ama detayları hatırlayamıyorum. Son zamanlarda tor browser kullanarak pornonun keyfini sürüyorum, kendisini bunun için kullanacağımı hiç sanmazdım. Normalde silah kaçakçılığı, kokain ve beyaz kadın ticareti amacıyla kullanıyorum çünkü, silkroad falan da kapandı biliyorsunuz işler kesat. Velhasılkelam şifreyi hatırlayabilmek çok uzun zamanımı aldı, şöyle bir şey yapmışım Monti*.1789 hem küçük hem büyük harf hem sembol hem de sayı kullanmışım. Normalde böyle şeyler yapmıyorum, ama sarhoşken demek ki pornonun ehemmiyeti limbik beyinde öne çıkıyor olsa gerek. Yoksa analitik zekam çok kötüdür yani. Ne alakası varsa analitik zekayla artık. Ama hoşuma gidiyor, analitik, diskur, hegemoni gibi kelimeler insanı zeki gösteriyor. George Orwell'in bu tip yavşakları aşağıladığı mmuazzam bir yazısı vardır. Durun size bulayım onu. Buldum keyfiniz olursa okursunuz https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/orwell46.htm

Kısaca şunu diyor. İngilizce'yi bu tip entelektüel mastürbasyon kelimelerine mahkûm ederek dilin anasını siktiniz. Genel olarak da böyle bana kalırsa, günümüzde bir sosyal bilimcinin(bu arada yanlış anlaşılmasın sosyal bilim denilen bir şeyin varlığını kabul etmiyorum. öyle ismi tutulduğu için yazıyorum şimdilik. Keyfim olursa bir gün size neden böyle bir alanı kabul etmediğimi ve spekülatif bir safsata alanı olduğundan bahsetmek isterim. Ama iyidir yani, insan kendini bir şeyler biliyormuş gibi hissediyor.) makalesini okumak bir dirhem bal için bir çeki keçi boynuzu çiğnemeye benziyor. Şahsın yazdığı 65 sayfayı okumak yerine ya sonucu ya en baştaki özeti okumak ya da ikisini birden yapmak aslında yeterlidir. Neyse bu tip insanlarla uğraşamayacağım, herkes oyuncu olabilir ama hayatımın yönetmeni benim. İstediğime rol veririm, istediğime YOL veririm!

Konumuza gelelim. Hasbelkader 1,5 yıl civarı bir tablet kullanıyorum. Ayı gibi faydalandım kendisinden 400 civarı film izlemişim mesela sadece üzerinden, zaten hesabımı da öyle yaptım 1200 franka almıştım sanırım o esnada. 1200/5=240 film hesabı yaptım. Her filme 5 frank değer biçip hemen amortisman hesabımı yaptım. Böyle küçük hesaplar sayesinde hayata tutunuyorum. 240 filmi izlediğim gün aleti kaşağıladım, brppüff aferin yavrum prpssss dedim küp şeker yedirdim. Yani bunun dışında da boş işler için kullanıyorum genelde, zaten bilgisayarı kimsenin başka bir amaçla kullandığını sanmıyorum. İşteki kullanımı da sayılmıyor bu arada, excel'de kutucuk doldurmak, autocad'le dişli hazırlamak, program yazmak gibi şeyler dünyaya faydalı eylemler değil birbirimizi kandırmayalım. Olmasa da olurdu. Belki, parçacık fiziği alanında kullanılırsa kabul edebilirim işte. O tip şeyler yani.

Neyse, bunun bir marketi var. Bir ülkeye dair ümitlerinizi yitirmek istiyorsanız buraya bakmanızı rica ederim. Eğitim sistemi nasıl bir çöküntü içindedir en net ortaya koyan sistem bu marketteki uygulamalara yapılan yorumlarda ortaya çıkıyor. Şöyle şeyler var(şaka değil şimdi bakarak yazıyorum bunları
"Program sikim gibi oynayanında yükliyeninde götünü sikim.",
"gözüksün diye 1 puan verdim Zonguldaktan halalarıma selamlar."
"buneya aminakoyim seni icatedenin sabahtanaksamakadarinmedi amkodum oyunu"
"emeğe saygı"(diyip bir yıldız vermiş)
 "o.ç ne lan bu yaram siktir git bunu anana sok... Yavsak"
"oç koyduğunuz reklamların anasını skm indirmeyin"
"amcıklar sikim ebenin ami amina koyuyum yarragi orospu cocugu piçi"

Böyle bir ortam oluşmuş. Açıkçası bu konuda bir aşağılama çabası içerisine girmeyeceğim, fakat en büyük dingillik "çok güzel üstte görünsün diye 1 yıldız verdim. mutlaka indirin" diyenler. Ya hu, böyle bir ilgi orospuluğu olabilir mi? Sen hayatında ufacık bir ilgiye sanal bir mekanın yorum kısmında duyuyorsun ne oluyor? Zonguldak'taki halalarına selam yollamış bir de. Ya hu gözlerimle görmemiş olsam komiklik olsun diye yazdım diyeceğim ama resmen gördüm bunu. Yazık ya hu, internet insanları nasıl bu kadar ilgiye muhtaç hale getirmiş, bir de yani bu mikro düzeyde bir şey. Bunun bu arada nörobilimsel açıklamasını Dan Ariely'nin Predictably Irrational'ında bulabilirsiniz, şu mail'leri sürekli kontrol etme ve ödüllendirilmeyle ilgili olan bölümde bahsediyordu. Aminkoyim anasnı sktim orosbu çocugu piçi düzgün kitab yazamamış ebenin amına atlıyım.

2013'ün en iyi hip-hop albümünü paylaşıyorum



27 Eylül 2013 Cuma

90'lar Pop'u New York Klipleri Üzerine

Evet değerli dostlar, bugün karşılaştırmalı edebiyat tarzında, karşılaştırmalı klip olayına giriyorum. Bunlar, Tarkan'ın Ölürüm Sana'sı, Rafet El Roman'ın Macera Dolu Amerika'sı ve Burak Kut'un Yaşandı Bitti'si.

Fakat ondan önce bir süredir aklımda olan ve bûloğa aktarmak istediğim bir bilgiyi sizinle paylaşacağım. İddia ediyorum ki bu çıkarımı başka bir yerde şimdiye kadar okumuş olmanız mümkün değildir. Efenm, "troubadour" geleneğini bilenleriniz vardır. Evropa'da bir cevelan olan bu dostlarımız 11'inci yüzyılın başından itibaren bir yandan gezmiş, şiirlerini şarkılarını da söylemiş, hafif alkolik takılmış, kumarbazlık, oyunbazlık, dengbejlik yapmıştır. Aslında bu isimleri genel olarak Roll vs. gibi dergilerde sürekli Bob Dylan, Cohen vs. gibi tipler övülürken denk geliyor ancak siklemiyordum. Çünkü bu tip dergilerin her şeyi abartmaya bir eğilimi vardı. Artık o dergiler de yok, o vasat dergiler o vasat atlara binip gittiler. Fakat asıl troubadour'luk müessesesini vatandaşlarım black metalci gençlik Peste Noire sayesinde inceleme fırsatı buldum. Normalde black metal dinlemiyorum zekamın gerilemesini istemediğim için fakat Peste Noire'da kendiliğinden bir çöplük havası olduğu için merak edivermiş bulundum. O sırada da wikipedia sendromu denen, bir black metal grubuyla başlayıp sonunda 12'inci yüzyıl troubadour'larını okurken kendimi buldum. Fakat bu olay o kadar eski ki, şu an tam hatırlayamıyorum bile neleri okuduğumu. Neyse efenm, zaten böyle serseri kılıkla insanlar hakkında siz de benim gibi wikipedia'dan bilgi edinerek, sığ bir vikipedi çöplüğü olabilirsiniz, öneririm.

Fakat asıl mesele, troubadour'un etimolojik kökenine inince ortaya çıkıyor, benim de anlatmak istediğim budur. Troubadour kelimesinin kökeni her ne kadar aşırı Fransızca gibi görünse de aslında Arapça kaynaklı. Tıpkı Jean Reno'nun aslında İspanyol olması gibi bir durum. Bu kelimenin kökeni de Arapça "d-r-b" (ilk harf dal oluyor sanırım düz d değil.) harflerine dayanıyor. Bildiğiniz gibi darp, zarp, mustarip, mızrap vs. gibi kelimelerin de kökleri aynı şekilde bu kökenlerden ortaya çıkıyor. Peki başka hangi kelime çıkıyor değerli dostlarım, monamilerim?(cennet mahallesi tadı vermek) "DERBEDER"  evet, yani Fransızca söyleyince hatunlarının pelvis çevresi kaslarının gevşemesine sebep olan bu kelime aslında bildiğimiz DERBEDER kelimesidir. Peki e be amınakoduklarım, yıllardır niye "Cohen troubadour geleneğinden geliyor şekerim" , "Ay Bob Dylan'a bitiyorum." derken çıkıp Ferdi Tayfur'u neden övmediniz??? Çünkü hepiniz Şarkiyatçılık'ın kölesi olmuşsunuz da o yüzden anasını satıyım. Şimdi de Ferdi Tayfur'dan Derbeder'i paylaşıyorum burada.



İşte, şimdiye kadar kimsenin bu tip bir çıkarımı yapmadığını söylerken de bundan bahsediyordum. Aslında gezgin şair denen insan, alkoliktir, hırsızdır vs.dir ama benim Fransız vatandaşım olunca değere binerken sizin kendi memleketinizden olunca ezik oluyor "ay arabesk dinlemem" oluyor. Amerika'daki "everyth,ng but country and rap" diyenlerden bir farkınız kalmıyor. Ha bunların kadın versiyonları da "troubairitz" oluyor ki o da "Bergen"in karşılığı oluyor.

Klibi de yarın anlatma kararı aldım canım sıkıldı birden.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Büyülü Gerçekçilik Üzerine

Merhaba saygısever okurlar.

Blogger yeni sisteme geçtiğinden beri nasıl kullanacağımı çözemediğim için açıkçası bûlokçuluk işinden soğumuştum. Ayrıca şimdiye kadar yazdıklarımın çoğuna sebep olan çocuksu öfkeyi yitirdiğimi hissediyordum bir miktar. Önceden yazdıklarıma baktıkça içim sıkılıyordu. Fakat bazı geceler, içim içimi kemiriyor gülmeçksli şeyler yazmamak için kendimi zor tutuyordum. Yataktaki o gelip giden bilinç anlarında insan her şeyi gerçekleştirebileceğine dair garip bir yanılsama yaşayabiliyor böyle zamanlarda. Bugün aslında büyülü gerçekçilikten her zamanki gibi bahsetmeyeceğim. Aslında biraz bahsedeceğim ama çok değil.

Yüzyıllık Yalnızlık'ı ilk kez okurken uyku dışında yastığa akıttığım salyalar haricinde de gerçek anlamda salya ilk kez bir büyülenmeyle akmıştı ağzımdan. Onun dışında biraz büyük götlü olduğum için 6 kattan yüksek binaların merdivenlerini çıkarken de son merdivene geldiğimde de salyam akıyor ama yalan atmayacağım, böyle durumlarda, merdivenlerde gördüğünüz tükürükler çoğunlukla benim gibi rezil insanların tükürükleri oluyor.

Anlattıkları, değerli vatandaşım René Laloux'nun filmlerine uygundu ama hiçbir zaman onun kadar gerçeklekle bağını yitirmiş gibi değildi. Gelip Marquez hakkında analiz yapmayı şu noktada uygun bulmuyorum zira, bu tip şeyleri birçok gerizekalı ve ilgi orospusu blogda görebilmeniz mümkün, açıp okuyabilirsiniz. Kekremsi lügat'ta da hemen herkes bir girisinin altına bûlok linki vermeyi ihmal etmiyor, tıpkı daha anlamsızı olan tevatür linklerini paylaşmaları gibi. Fakat konu bu değil, konu büyülü gerçekliğin nasıl hayatımızın içine kadar girebildiğini geçenlerde fark etmiş olmam.

Yaklaşık olarak bir ay önce Valide Hanımla hasbıhal ediyorduk. Konu flamingolara ve yedikleri karideslerin onlara verdikleri pembe renge geldi. Bir yandan bu ters dizkapaklı hayvan kardeşlerimizle kehkehkeh diye dalga geçerken Valide Hanım aka Anamın bir gerçeği yüzüme çarpmasıyla aydınlandım. Bir akrabamız aslında flamingoymuş!

Yani flamingo değilmiş fakat yine de içten içe flamingoluk taşıyormuş. Bu şahıs ki mesela adına Anna Teyze diyelim, havuç ve portakal delisi bir insan olarak sürekli bunları yediğinden ötürü bir gün kendini turuncu olarak bulmuş. Avuçlarının içi resmen portakal rengiymiş, zaten zayıfçacık bir insan olduğu için yüzü de havuca benzemiş. Açıkçası doktorların bu konuda bilgili olduklarını ve birçok şeye şaşırmadıklarını biliyorum. Bugün hatta Amerikalı ünlü bir doktorun "ben hiçbir şeye şaşırmam" dedikten sonra Tucker Max'in röntgen cihazında kaydedilmiş oral seks videosunu izleyip şaşkınlığını gizleyemediğini öğrendiğimden ötürü, havuç portakal gibi şeyler anlamsız gelmeye başladı. Bu sebeple doktor da havuç ve portakalı kesmesini önermiş falan filan ve sonunda tabii cildi normale dönmüş. Böyle bir olay, sonra başka bir akrabamızda daha aynı durum geçen sene nüksetmiş.

Tehlike grubunda bulunduğum için bu iki meyveyi de bıraktım. Zaten aranızda da bazı insanların yemeklerin içine havuç koyduğunu biliyorum. Hiçbirinizin yemeğini yemeyeceğimi deklare etmek isterim. Evet, havuç güzel bir (burada havuç bir sebze mi yoksa meyve mi bilemediğim için interneti kolaçan ettim) sebze, fakat yemeklere yakışmıyor ne yazık ki. (Ayrıca birçok şeyin sebze mi yoksa meyve mi olduğunu açıkçası bilmiyorum. Tadını seviyorsam meyve, sevmiyorsam sebze olarak nitelendiriyorum. Benim için kriter budur.)

Halihazırda sebze konusu açılmışken konuyu kabağa da getirmek istiyorum. Bugün hep fallik sebzelerden bahseder olduk, ardımı dövdürmeye bu kadar meraklı olduğumu bilmiyordum açıkçası. Bildiğimiz bu yemeklik düz kabağın olayı nedir değerli okurlar? İki ay kadar önce ilk defa kabak yedim. Çok sarhoştum ve o sırada yiyebileceğim sadece kabak vardı, içkili anlarda kelle, paça, taşak, koyun götü falan yemek gibi bir şey. Zaten sakatat piyasasının tamamen sarhoşlar sayesinde ayakta kaldığına dair bir teorim var. Zira normalde yemenin mantıklı olmadığı göz, taşak, bağırsak, mumbar falan gibi şeyler sarhoşlara kakalanan ürünler. Neyse, kabak da benim için sakatat görevi gördü.

Açıkçası kabağı doğduğumdan beri tüketmemiş birisi olarak hayal kırıklığına uğradım. Yıllardı övdüğünüz sebzenin olayı bu muydu arkadaşlar? Tadı olmayan bir sebzeyi küresel bir komplo ağıyla benden uzak tutmaya çalışmanızın sebebini çok merak ediyorum açıkçası. Dünya üzerinden şu an
1.yemekte maydonoz
2.kabak
yok olsa nasıl bir eksiklik hissedilirdi çok merak ediyorum. Jim Morrison'ın uçergenlik örneği göstererek kendisine "Lizard King" diemesi gibi The Honourable Count of Zucchini demeyi uygun görüyorum. Ya hu, mıçmıç bir şey zaten, sokayım öyle sebzeye. Bunu bulamayanlar da var bile demez herhalde annem bu sebze için. Zira kereviz gibi bunu da yerken yediğinden daha fazla kalori harcıyorsun zaten Afrika'ya kabak mı yolluyordunuz ne yapıyordunuz çok merak ediyorum. Ya hu bir dilde "kabak tadı vermek" diye bir deyim varken, mutfağında kabağın büyük bir rol oynamasını açıkçası anlayamıyorum. Resmen "adamın gol diyor" gibi bir şey. Dile oturmuş sebzenin tadının siktiriboktanlığı fakat yine de yeniyor. Burada hazırlandıktan sonra üzerine pekmez dökülüp fırınlanmış değerli balkabağı kardeşimi tenzih ediyorum. Aynı familyadan gelmiş olması onun böyle izansız, ahlâksız tiplerle anılmasının önşartı olamaz. Keza, tam bir görev adamı olan su kabağını ve yakın familyalardan bulunan öncelikle hıyar kardeşim olmak üzere karpuzu da tenzih ediyorum.
Yemeklik kabak koskoca bir bitki familyasının utanç verici bir örneği. Sarah Jessica Parker'la kapçıkağızlı Corey Feldman'ın akraba evliliğinden doğmuş bir küfür aka blasphemy!

Neyse öyle yani. cirkingecekusu Leonard Cohen'le ilgili bir yazı istenmiş ancak tarihte böyle bir şey yazmışım gibi hatırlıyorum. Son zamanlarda Cohen'e bir miktar antipati duyduğumu hissediyorum o sebeple o değerli okuru üzmemek istediğim için bir süre Cohen'le ilgili yazmasam daha iyi olur diye düşünüyorum. Vasat şiirle ve aynı melodi üzerinden yürüyerek yıllarca gençlerin hayatlarıyla oynamış gibi geliyor son zamanlarda. Zira Görkemli KAybedenler falan zaten çok kötü kitap ama zaten hangi müzisyen bir şeyler yazmaya kalkınca sıçıp batırmıyor ki? (Bob Dylan'ın gerçek bir şair olmasından ötürü onu ayrı tutuyor ve size tabiî ki Chronicles, vol.1'ı öneriyorum.)

Exlibris de normalde benim kapasitemin kesinlikle yetmeyeceği incelikte çatmış.Bazı insanlar ne kadar güzel çatıyor, kendisini tebrik ediyorum. Ben birinin bûlok yazmasını istesem "yazsana ulan ayı" derim, halbuki Exlibris'in tutunduğu bu müstehzi tutumdan ötürü kendisini tebrik ediyorum ve Monteyn'in en müstehzi okuru seçiyor, tebrik ediyor ve kadınsa bir kahve kıps diyor; erkekse bir şey demiyorum müstehziliği hayırlı olsun.(içimden "tüh erkekmiş" diyorum tabii ama konunun bununla alakası yok.)

Yine güzel bir şarkıyla bitirelim bu uzun süreden sonra gelen yazıyı::



P.S: Ya hu şarkıyı çok seviyordum da klibini ilk kez izledim. Hayatımda hiç bu kadar kendini bir bok sanan basçı görmemiştim. Ne coştu ya it. İyi ki bas gitarın görece önde olduğu grupta çalıyorsun ha, gidip bir de adam zaten sonradan sanırım gruptan atılmış şimdi baktım. Ben de frontman olsam grubumda böyle coşkun basçı istemezdim. Aga gruptaki herkes ayrı falsoymuş yalnız, sanki mesaiden çıkıp klibe yetişmişler. Davulcu zaten bariz egzoz ustası. Amerikan bağımsız filmlerindeki yol kenarındaki oto tamircilerinden. Keza gitarcı onu yetiştirmiş zaten o da kaporta ustası olabilir şöyle bir geçmişlerine göz atmak yeterli sanırım. Wyoming Oto Sanayii'nde çıraklık eğitimi gördüklerinden emin gibiyim.
 
Copyright © 2010 MONTEYN