30 Temmuz 2009 Perşembe

Tarihin Akışını Değiştirecek Belgelerle Geri Döndüm!


Haziran'ın ortalarında bir süre yazı yazamamıştım hatırlayanlarınız olacaktır. Bu günlerimi Rusya'ya yaptığım bir seyahatte, yıllardır kulaktan kulağa yayılan bir belgeyi aramakla geçirdim. St.Petersburg çevrelerindeki böcekli sahaflarda gezip, zerre anlamadığım kiril alfabesini çözdüm. Sonra tam şu an söylediğim büyük yalanların ardından, aradığım belgeye ulaştım. Lenin'in, Marx ve Stalin'le beraber öğrenci evindeyken yazdığı günlükler, uzun uğraşlar sonucu avucumun içindeydi. Yıllardır, Rocky IV'te( temel sovyetler birliği bilgim Rocky IV ve de Ivan Drago'nun çalıştığı ultra hiper über teknolojik aletlerden ibaret.)(Ayrıca Rocky IV'ü Rocky 4 şeklinde yazarsanız o gece Sylvester amca rüyanıza giriyor ve altınıza işiyorsunuz.)Ivan'ın koşu pistinde arkasında bulunan o üçlü pozun propaganda amacıyla kullanıldığını düşünmüştüm. Bilmezdim ki, öğrenci evi anısı olarak bizzat Stalin'in emriyle asılmış.

Geçenlerde NTV yayınları Hitler kitabı yayınladı. Bunu çok içerlediğim için cevap olarak gidip Rusya'nın Vladimir'li Dimitri'li Boris'li torbacılarıyla dolu arka sokaklarında gezdim, aradığım belgeye ulaşıp bunu yayınlamaya karar verdim. Rus bir arkadaşımın yardımıyla çevrilen metinde bazı kısımların üstünde Lenin sarhoşken sızdığı için salyalarını akıtıp mürekkebi mahvetmiş, bu yüzden o kısımları çeviremedik.

14 Kasım 1893

Geçen hafta, Marx, Engels, Bakunin(Bako) ve Stalin'le içerken yurt görevlisi Korkunç İvan'a yakalandık. Bundan önceki uyarıları dinlemediğimiz için atıldık. Marx'a milyon kez söyledim dışarıda içelim şu mereti bir gün çok pis patlar elimizde diye, ama iflah olmaz bir alkoliği engellemek mümkün değil. Hemen yurdun yakınında bir yere eve çıkmaya karar verdik, yalnız Marx'la Bako kavgalı. Geçen ay aldığı 10 lira borcu geri vermediği için dayanamadı Bako'ya patladı. Bako da "Ehh adam mısınız 5 kuruşun hesabını yapıyosunuz lanet olsun size de paranıza da sisteminize de!!!" diyerek arkadaş grubumuzdan ayrıldı. Engels'in de ailesi yurttan atıldığını duyunca Almanya'ya geri çağırdı. Biz üçlü olarak Demirlibahçe(железистый сад, mekanın adını tam çeviri yapmak durumundayız.)civarında bir eve taşındık. Eşyaları taşıyan işçilere o kadar çok üzüldüm ki, keşke herkesin eşit olabileceği bi sistem olsaydı.

16 Kasım 1893

Marx geçen gün sakal bırakmaya başladı. Oğlum sen böyle de iyisin, hafif favorileri uzatsan yeterli bence dedim ama, inanıyorum ki o sıfatsızlığı ancak sakal toparlayabilir. Stalin çok sessiz fakat sinirlendiği zaman resmen ağzımıza sıçıyor. Kavgaya girmek istemiyorum, zaten yapılı mapılı bişey. Haftada üç kere body salonuna gide gide kafam kadar kol kası yaptığı için yanında sessiz kalmayı tercih ediyorum . Ne dese, he benim Stalin'im, canımsın Stalin'im diye cevap vermek zorunda kalıyorum. Yaşça en büyüğümüz Marx olmasına rağmen o bile ses çıkartamıyor. Sanırım haftaya Marx'la beraber biz de salona gitmeye başlıyoruz, ani bir kavga oluştuğu zaman Stalin'i almamız lazım.

23 Kasım 1893

Sevgili Günlük,

Çok kötüyüm, adının Nadezdha olduğunu öğrendiğim bi hatunla gözgöze geldik, bir saniyem bile onu düşünmeden geçmiyor. Sanırım kantinde 10 saliselik bir kesişmemiz gerçekleşir gibi oldu, fakat çok utanarak gözlerimi yere indirdim. Marx, "Ne oldu oğlum, kızı görünce mujiklere döndün." diyince çok içerledim. Zaten ADSL parasını da daha vermedi. "Bak Marx, şurada ortak yaşamla geçiniyoruz, bir nevi ilkel komünal yaşam! Geceleri bilgisayarına neler indirdiğini de biliyorum, kotayı en çok sen yiyosun pis suratlı!" dememe rağmen, yüzsüz yüzsüz:"Oğlum ben sadece müzik dinlemek için açıyorum bilgisayarı" diyor. Bu adam nasıl böyle değişti? İki hafta önce kardeş gibi olduğum adam, şimdi terliklerimi giydiği zaman bile çıkardığı sabolarla dalmak istiyorum ona. Ayrıca inanıyorum ki Sto'da bi miktar kin tutmakta ona. Gerekirse ben kaygaya karışmam, sadece Sto girer hem dostluğumuz bozulmaz, şu iki günlük dünyada herkesin birbirine ihtiyacı var sonuç olarak. Sto belki ekmeğini taştan çıkarır ama benim muhabbetim iyi sadece sevgili günlük. Konuş desinler hayvanlar gibi konuşurum, hele biraz da içtiysem bir gram aile sırrı kalmaz. Annemin aslında sünnet altınlarımı, evdeki birikimleri kullanılmayan soba borusu girişinde sakladığını falan hepsini hiç utanmadan anlatırım.

Sonra dengesiz içme durumunda Marx hakkında ileri geri konuşmaya başlarım, tabii belli bi miktarı aşmadığım sürece "eski sevgiliye mektup" moduna giremiyorum. Fakat ben o miktara geldiğimde mektup sadece "Senni zledfm öook, gek Bsrışalın, çppok pşşmanm........." gibisinden bundan 40 yıl sonrafalan çıkıcak olan İkinci Dünya Savaşı'nda Enigma denilen şifreleme aletinin bile yeterli olamayacağı bir saçmalığa dönüştüğü için, onun da anlama ihtimali olmuyor.
Bu akşam Sto, köyünden ev yapımı Vodka getirmiş, onu içtik ama iyi mayalanmadığı için baş ağrısı yaptı.

İyi geceler sevgili günlük
Ne kadar enteresan yaa, canlı değilsin ama canlıymışsın gibi konuşuyorum. Aslında ben de biliyorum mesela canlı olmadığını, ama çok seviyorum seni ya


23 Aralık 1893

Yoksula Noel yok be günlük. Yoksula noel yok...
Marx isyanlarda, Sto odasından dışarı çıkmadan finallere hazırlanıyo.
Doğalgaza Noel öncesi Moskova Belediyesi zam yaptı, Sibirya'da yaşayan kürklü hayvanlara döndük. Kazak üstüne kazak giyiyoruz. Nadezdha yüz vermiyor, artık içki yararsız. Sadece uyuduğum zaman mutluyum.


1 Ocak 1894(Bu sayfayı başka bir sahafta buldum.)

Merhaba ben Vladimir Lenin. Ben bir gerizekalıyım!

1 Ocak 1894

Dayanamıyorum artık! Evden çıkıyorum sevgili günlük, Marx bugün alıp tamamını okumuş, üstüne bide aptal aptal yazılar yazmış. Gerizekalı! İyi ki Engels'le anlaşıp kitap yazma kararı aldılar. Hemen bi havalar. Saçları jölelemeye de başladı zaten, tabii birlikte badiye de gittiğimiz için kaslanınca hemen dar beyaz tişört almalar falan. Ben odadan çıkarken kapıyı sürekli kitlemek zorunda mıyım? Bu terbiyesiz yüzünden bunu bile yapmaya mecbur kaldım. Hayır, ben istiyorum ki her şeyimizi paylaşalım, falan. Ama bu herif yüzünden her şeye inancımı yitirmeye başladım, tek avuntum Dosto'nun kitapları.




İşte insanlar, bu arkadaş grubu da aslında sizin benim gibi normal kişilerdi. Yalnız Lenin daha o zamandan İkinci Dünya Savaşı'nı öngörmüş, büyük bi ilerigörüşlülük diyebiliyorum. Ayrıca normalde gördüğünüz gibi, Lenin'de geyiğiyle esir edip, bırakmayan bir karakter seziyorum. Eh be oğlum yeter diyip kalkasınız gelir de, eski YAŞANMIŞLIKLARIN adına bırakamazsınız falan.
Hah ben de yaşanmışlık kullandım ya artık, yemin ederim Yıldız Tilbe'yle albüm hazırlığına başlasam ve "Yıldız Ablayla stüdyoya girdik" desem, bu kadar negatif enerji yayamam herhalde.
Neyse, yeni çeviriler olursa eklerim buraya. Bir de Marx'la Engels'teki büzüktaşlığa bakar mısınız? Foto'da hem yan yana takılıyorlar, hem de ikisi de aynı sakalı bırakmışlar. Resmen sizi arkadaş grubundan dışlayan çocukluktaki gruplar gibi ya. Böyle o gruba has bir şey olur. Mesela hepsinin Trol'ü olur falan, onlar sürekli takılırlar sizi aralarınıza almazlar. Bu ikili de öyle içtenpazarlıklı görünüyorlar bence. Ayrıca Karol Marx yazmışlar, nedense Karol ya da Carol dendiği zaman aklıma sadece Lewis Carroll ve Alice au pays des merveilles geliyor.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Zahit'in Öyküsü


Zahit, her sabah altı’da uyanır, babasından kalma kemik çerçeveli kalın camlı gözlüklerini takar, ardından dolaptan eline geçirdiği kıyafetleri giyip, çok büyük ihtimalle dün de giydiği siyah çoraplarını ikinci gününe sarktırarak ayaklarına geçirirdi. Daha 3 ay önce Balat’taki ufak pikap koleksiyoncusunun yanındaki ayakkabıcıda altlarını yamattığı köseleleri ayağına geçirir sokağa çıkardı. Mesele, parasının olmaması değildi, mesleği gereği 60 sonrası Türk Edebiyatı kaybedeni gibi giyiniyordu. Hobi olarak, arkadaş çevresinde bir gün şakayla başladığı bu olay, onu gündüzleri çalıştığı iş yerinden kovdurmuştu. Zira kovulmasa bile birinci haftanın sonunda o da işi bırakmaya karar vermişti. Gündüzleri sokaklarda gezerek romanlara yan karakterlik yapıyordu, fakat bu işten pek para kazandığı söylenemezdi. Gerçi birkaç romanda Fikret ve Tahsin isimleriyle kendinin anlatıldığını gördüğünde gurur duymuştu kendinden, ama maalesef roman kahramanlığı para getirmiyordu. Bu yüzden geceleri ayrı bir iş yapmaya karar verdi, geceleri Taksi şoförlüğünü tercih edebilirdi ama ufak bir pürüz vardı. Eğer böyle yaparsa, gündüz yaptığı Edebiyat Kaybedeni mesleğine devam etmiş olacaktı, sadece bu sefer üstüne para alacaktı. Bu yüzden, yarı zamanlı kaybeden işlerini yapmamaya karar verdi, daha büyük bir şeye ihtiyacı vardı.
Geceleri yaptığı işten yüksek miktarda para kazanıyordu, ama buraya varmak için yaptıkları ve buraya vardıktan sonra yaptıklarının üstünde yarattığı büyük vicdan azabı yüzünden, gündüz mesleğini arada sırada ihmal eder olmuştu. Hatta saat 11de uyandığı bir gün, kemik çerçeveyi takmadan sokağa çıkmış, yarım saat sonra da midesi bulandığı için evine geri dönmüştü. Zahit’in gece mesleği içine harç kamyonundan sürekli çimento dökülüyormuş gibi ağırlaşıp kuruyarak acısını arttırıyordu. Bir insan için vitrin mankeni üreticisi olmak kadar acı verici bir şey olmasa gerek.
Zahit meslektaşlarının bu konuda rahat olmasının aksine, çok daha farklı bir yöntem tercih ettiği için bu acıyı çekiyordu. İnsanlara dokunduğu zaman isterse vitrin mankenine dönüştürebiliyordu. Şeytan’la cinlerle perilerle alakası yok, Zahit’in babası Uzak Doğu dinlerine meraklı olduğu için vücudunun belli kısımlarını dondurma gibi yetenekler geliştirmişti. Çocukken Zahit’in yanında, ona bu yeteneğini aktarmıştı. Ancak, Zahit bu konuda tecrübesiz olduğu dönemlerde birçok varlığın canını almıştı. Babası yeteneğinin kendi oğlunda bu kadar yüksek güçte nüksedeceğini bilmediği için, yaptığından pişman olmuştu. Türk toplumunda “el vermek” denilen şeyin normalde sadece dikiş, nakış gibi yeteneklerden oluşması gerekiyordu, hâlbuki babası oğluna el vererek, birçok insanın hayatına kastetmişti. Bu utançla nasıl yaşayabileceğini bilemeyen baba, utancından önce oğlunu sonra da kendini öldürmeyi planlamasına rağmen, onun hayatından çıkmak bir daha da onu ortalıkta görmemek için evden kaçarak kayıplara karıştı.
Geceleri, insan donduran Zahit’in peşinde bütün polis teşkilatı takılmış, her vitrin mankeni üreticisine imalat malzemesi sınırlandırılması getirilmişti ki, artan manken olması durumunda şüpheliye ulaşılabilsin. Zahit, bu gidişle mesleğini çok yakın zamanda bırakmak zorunda kalacaktı. Öyle kötü bir şeydi ki bu hastalık, adeta vampir olmak gibi kaçınılamayan bir şeydi. Önceden dükkanlara aşırı gerçekçi mankenleri fahiş fiyatlara sattığı dönemlerden de önce, küçük hayvanları dondururdu. Yapmaması gibi bir durum yoktu, çünkü, bazı belaların başına gelmesiyle beraber, insandan vitrin mankeni yapmasının aslında onun için bir zorunluluk olduğunu fark etti.
Polislerin onu aramaya başlamasından iki hafta önce, bir sabah çıplak olarak uyanıp kafasını kaşırken salonunda bir kadını görmesi, cinsel deneyimleri tamamen genel evlerden ibaret olan Zahit’i bir hayli şaşırttı. Ya yıllardır beklediği dişi salonunda oturmaktaydı, ya da çok büyük sorunlar vardı. Hemen kıyafetlerini üstüne geçirdikten sonra salona geri döndü.
Ama maalesef Zahit bir öykü kaybedeniydi, bu yüzden salonda o kızla beraber 4 tane daha kişinin oturduğunu gördü. Bunların yüzlerini o sırada gözlüklerini takmadığı için göremeyen Zahit, hemen odaya dönüp gözlüklerini takıp geri döndü. Tabiî bu sırada oturanlar da artmıştı, yere oturup çekyattakilere laf atanlar bile vardı. Zahit artık her şeyi net görmesine rağmen, pek de net görmemiş olduğuna inanmak istedi. Çünkü salonundaki her bir birey, önceden vitrin mankenine dönüştürdüğü insanlardan oluşuyordu. Korkutucu olmaktan öte, rahatsızlık verici bir durum çok kötüdür aslında. Sonuç olarak bilinmezlikten kaynaklanan korkudan, kafasının şişmesi sonucu geceleri uyutmayanların rahatsız edici etkileri daha baskın çıkmıştı. Onları gündelik hayatlarından aldığı için Zahit’e küs olanlar, kendi aralarında sürekli onun hakkında ileri geri laflar ediyorlardı. Gece saat 3’te bu tip şeyler duymak kimsenin isteyeceği bir şey olmasa gerek. Ya her birinin vitrin mankenini bulup teker teker evden uzaklaştıracaktı, ya da başka birini daha vitrin mankenine dönüştürüp palyatif çözümlere yönelecekti. Evin içinde hayvanlar dolaşıyor, sürekli bağırıyorlardı. Bunun yanında insanların kendi aralarında bağırmaları, şarkı söylemeleri dayanılmaz boyutlardaydı. Hayvanların bir çoğu donmuş halde, Fatih’teki depoda saklıyken, insanların her birini yok etmek büyük bir emek gerektirecekti.
İlk olarak Fatih’teki eve giden Zahit, bütün donmuş hayvanları çekiç darbeleriyle kırdı. Ara sokaklardan geçerken -hiç şaşırılmayacağı gibi-bir şarapçıyı vitrin mankenine dönüştürüp orada onu parçalara ayırarak kaçtı. Ama ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış heykelleri bulmak onun için hiç kolay olmayacaktı. Bu yüzden, onunla konuşmayanların yüzüne bağırarak yardım etmelerini istedi, ancak hiçbirinin yüz vermemesi ve konuşmalarına devam etmesi Zahit’in moralini çok bozdu.
Gittiği her yerde onları görmek, onların konuşmalarının kafasının içinde dinlemek eziyeti çekilmez bir hal aldığında, masumlardan(Zahit affedilmez suçunu kabul ettiği için masumlar diyordu her birine) bir tanesi gelip konuştu. 14 yaşlarındaki bu çocuğun insanı rahatsız eden bakışları, ve gerçek hayatta onunla kavgaya girmeyi engelleyen bir ses tonu vardı. Ona teker teker vitrin mankenlerini nerede bulabileceğini anlattı. Bir çoğunu toptancılarda bulup satın aldı, sonra da yakarak yok etti. Sanıldığının aksine, mankene verilen fiziksel zararlar ona etki etmez, ama biri gelip onu beğenmediğini ve başka bir tanesini satın almak istediğini söylerse o masum Zahit’in evinde sürekli ağlardı. Bu ağlamalar, insan ağlamalarından çok daha ağırdır dostlarım. Kabul edilmemenin verdiği acılar, masumların buralarda olmayan acılarını tekrar alevlendirir. Zahit günlerce uyuyamaz, çocuktan yerini öğrendikten sonra o mankeni bulur ve yok ederdi. Öteki türlü uyuması mümkün değildir. Aslında Miyazaki’nin Ruhların Kaçışı’nda çizdiği o kara ruh sanırım o tip, ama onun kötülüğe hizmet edip insan yediği zamanlar da olmuş. Halbuki Zahit’in ruhları pasif ve sadece onları bu hale düşürene karşı kinleri var. Tek silahları da mızmızlanıp onu hayattan bezdirme.
Zahit’in tek müttefiki var, 14 yaşındaki çocuk. Ondan yerini öğrendiklerini parçalıyor teker teker evindeki üzülmeler, sızlanmalar azalıyor. En sonunda çocuğun kalması Zahit’i biraz üzüyor galiba, çünkü bu 2 yıllık arınma döneminde yardımını aldığı tek kişi çocuk. Ona gitmek isteyip istemediğini onlarca kez sormasına rağmen hiçbir zaman cevap alamadığı için hem üzülüyor, hem de yalnız kalmadığı için bir miktar da seviniyor.
Bir gün gelir, çocuk Zahit’i yatağından saat 6 sularında uyandırır. Ona kendisini asmasını söyler. Zahit merakla çocuğu nasıl asacağını hesaplarken, aslında asılması gereken kişinin kendi olduğunun farkına varır. Onca zamandır konuştuğu çocuk, babasının ona el vermeden önceki haliymiş meğerse, ama çocukluğunu yitiren Zahit hiçbir zaman hatırlayamamış kendinin çocukluğunu. Bu durumda çocukluğunu kurtarmak isteyen Zahit kendini asmış, çocukla beraber yok olmuşlar. Eve gelen polisler evde onlarca parçalanmış ceset bulmuş, sadece bir tanesi kendini astığını görünce şaşırmışlar. Akşam evlerine dönünce bunu ailelerine anlatamayacak olmaları içlerinde o cesedin bir parçasını ömürleri boyunca taşımalarına sebep olmuş. Sonra içki masalarında anlatmak istediklerinde dudaklarının ucunda kalmış, kimisinin de oradan uçup gitmiş. Yaralı olanlar hep Zahit’i hatırlamışlar.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

hey yavrum be!


Blog tutmaya sırf Joy Divison'dan bahsetmek için başladım, sonra kendi çapında acaip yerlere yöneldi. Dün akşam ilk defa doğru düzgün bu adamlardan bahsetme kararı aldım.

Yukarıdaki ilk Unknown Pleasures'ın kapağının basılı olduğu herhangi bir ürünü bana ulaştıran kişiye iman edeceğimi belirterek giriyorum. Kendisi astronomik bir cismin hebeleogram'da çizilmiş bir görüntüsü. Şu an hebeleogram'ın ne olduğun gerçekten bilmediğim için böyle söyledim. Joy Division'ı dinlerken düşündüğüm tek şey şudur: "Daha yeni kireçle boyanmış bembeyaz bir odanın tam ortasına oturup aç karnına türk kahvesi içmek." tam olarak bu bulantıyı yaşatıyor bana.

Yetmişlerin sonunda Sex Pistols'ın falan olay olmasıyla, doğal olarak müzik sahnesinde değişiklikler oluyor, fakat Joy Division, köklerini David Bowie'nin Low albümünün Warsaw şarkısından alıyor. Cidden bu şarkıda onların ayarında aslında. Bir kaç yıl içerisinde grubun adı Warszawa oluyor vesaire. Tarihsel tefferuatları okuyabilirsiniz çevreden.

Yalnız Low albümünün bir olayından çok kısaca bahsetmek istiyorum. Bu David Bowie'nin Berlin Üçlemesi diye adlandırılan döneminin ilk albümü ve Brian Eno'yla ortaklaşa takıldıkları dönem. Yani Punk'ın Roxy Music gibi gruplara geçirmek için ortaya çıktığını varsayarsak, aslında dönüp dolaşıp diğer taraftan yine bu durumun Punk'a girdiğini, ve eski bir Roxy Music elemanının post-punk'ın doğuşunda rol oynadığını görüyoruz. Aynı şekilde biliyorsunuz sonradan Achtung Baby döneminde U2'yla da çalışıyor Eno, ama ben almayayım teşekkür ederim diyoruz, çünkü acaip ambient bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Sonra da U2 yeryüzündeki en overrated grup olduğu için "Vay baba, müzik dünyası yerinden sarsıldı." gibi cümleler okuyoruz. Çıkart "One"la "Love is Blindness"i bakalım ne oluyor o albüm. Çok rezil deneysel bir albüme dönüşür bence, Another Green World bile daha keyif verici bence bu konuda.

Yani genel olarak, Berlin'den de toparlarsak, Endüstriyel Müziğin çok bariz hissedildiği bir grup Joy Division. Bunu Ian Curtis'in ölümünden sonra New Order'a dönüşen grubun Kraftwerk beatlerinden de hissedebiliyoruz. Ya bu arada çok komik ama, Joy Division gibi karanlık bir işten tam bir yıl sonra New Order nasıl Tecavüzcü Coşkun'un 80lerin Türk filmlerinde oynadığı Blue Monday şarkısını yapabiliyor benim aklım ermiyor. Ya da şey vardı, Emrah'ın Yalnız Güneş Şahitti diye bir filmi vardı, her hafta ATV'de yayınlanıyordu, oradaki motosikletli sapık dimağlar için disko müziğiydi bu şarkı. Eminim Ian Curtis mezarında bile sara krizi geçirmiştir.

Grubun ilk albümünü yayınlamasıyla beraber konserler coşuyor fakat Ian'cığım Sara hastasıdır malesef, konserde yerlerde köpürerek bayılınca millette uyuşturucu komasına girdi falan sanar. Bölüyorum ama, bu durumun bir benzeri zamanında Pantera'dan Phil Anselmo'ya oluyor, fakat adam gerçekten eroinden kafayı yemiş bir şekilde sahnede kendini kaybediyor, izleyici de inanılmaz bir şovla karşı karşıya olduğunu sanıyor. Sonra sağlık ekipleri gelip Phil'i sahneden alınca olayı çakıyorlar. Neyse, bu yüzden Ian Curtis sahnede çok fazla bulunamıyor, öyle de bir durumu var.

Bir de adamın lütfen konserlerde giydiklerine bir bakın, işten çıkıp gelmiş gibi duruyor. Delikanlı gibi pantolonunu giyiyor, hatta Love Will Tear Us Apart'ın klibinde grubun bütün elemanlarından beyefendilik akıyor. Geceleyin barda belli miktara kadar içkisini içip, ardından kalkıp giden çok temiz insanlar resmen. Yalnız klibi tekrar izledim de, Ian gitarı nereye çekmiş öyle ya? Oy oy çok kötü, bir de hafiften mandolin gibi olunca o bayık gözlerin karizmasını yemiş bitirmiş adeta.

Bir de grupta bas ve davulun önde olması iyice karanlıklaştırıyor ya, işte bu olaya hastayım. Ayrıca, Ian Curtis'in anlamsız el sallamalı dansı var, aynı anlamsızlıkları ben de dans etmeyi bilmediğim için tepinirken istemsiz olarak yapıyorum. Bu yüzden Ian Curtis'in Epilepsi dansı falan diye kimse artistlik yapmasın, adam oynamayı bilmiyor kardeşim.

Her şeyin sonunda, iki albüm kaydettikten sonra, Ian Curtis intihar ediyor ve Joy Division dağılıyor. Ama o iki albüm var ya, işte onlar çok acaip albümler. Şu an post-punk denilen olayın temelleri atılmışsa, The Wire ve Joy Division yüzündendir.

Neyse, yeryüzünde en az kişinin dinlemesini istediğim grup Joy Division. Ya da mesela herkes dinlesin ama kimse birbirine grubu övmesin, öyle de acaip hisler besliyorum. Mesela herkes sevsin, içinden böyle "vay babağın kemiği" desin. Ama gizli bir mezhep gibi kimseye söylemesin, bireysel bir durumu olsun. Aşağıya şarkı gömerdim ama işte tam bir kaç cümle önce bahsettiğim sebeplerden ötürü gömmüyorum.

P.S: Yeni öykü yazdım, ama flaş diskimi bulamıyorum şu an. Yarın yayınlarım. Zira ben de ard arda 3 tane müzikli yazı görünce biraz şey oldum. Böyle Erkin Koray'ın kelinin terlemesi gibi oldum. Saçlar hafiften rüzgarda dalgalanmasına rağmen,yine de o kelliğin yarattığı yağlı ter gibiyim.

P.S: Ya tam ana menüye dönmüştüm ama albüm kapağını görünce tekrar bir kaç cümle eklemek istedim. Bence en iyi albüm kapaklarına The Velvet Underground & Nico'yla bu kapak aynı yeri paylaşır. Mesela bir tanesi yeryüzündeki en iyi 6ncı kapağıysa diğeri de yeryüzündeki en iyi 6ncı albüm kapağıdır. O ikisinde bir yakınlık seziyorum, ama anlatamıyorum işte.

23 Temmuz 2009 Perşembe

isyankar gibiyiz,maymun gibiyiz



Bugün, Rage Against the Machine dinleyip ve zovada zovada diye Zackçiğim de la Rocha'nın Wake Up'ta "ya know they murdered x, and tried to blame it on islam" kısmındaki salya saçarak söyleyip yüzümde bir ferahlık hissedeliberi Türk protest arenasında yeni bir gruba sinirim arttı.(Bu yüzde ferahlık hissetme olayı Tarık Akan'ın da oynadığı bir filmde vardı, hani şemsiye altında kalana hayırlı olaylar oluyordu falan, sonra tarlanın birinde bayılmış bir aganın yüzünü Tarık Akan'ın yavru köpeği yalıyordu da adam kendine geliyordu. İşte bir önceki cümlede bu filme metinlerarası oyunlar düzenlemek durumunda kaldığım çok belli oldu ya lanet olsun. Şemsiyeden para çıkıyordu falan, hatta Tarık Akan liseli kıza aşık olduğu zaman gözlükleri çıkarıyordu. Gerçi lensi biraz zor alır o zamanlar, ama şimdi Tarık baba'yı bozmayıp konuya dönelim.)

Bandista. Bu grup türk protest müziğine bir şeyler katma amacıyla piyasaya girdi galiba. Galiba diyorum, çünkü konserlerine gittim ve oradan oraya koşan Iggy Pop'un yandan yemişi bir mal ve arkasında zıplayıp ska'ya benzeyen bir müzik yapmaya çalışan ama melodilerinin %60'ı çalıntı olan bir grup gördüm. Ya "haydi barikata" diye şarkıları var. Lütfen sözlere bir bakın, ben çok fazla yorum yapmayacağım: "Kara fırtınalar sarsıyor göğü, kara bulutlar kör eder gözleri, ölüm ve acı beklese de bizleri, onları yenmek için yürümeliyiz ve en değerli varlığımız özgürlük, cesaret ve inançla savunmalıyız, haydi barikata haydi barikata, ekmek, adalet ve özgürlük için, kalplerimizde, kardeşlerimizle, tüm dünyada büyüyor direniş, haydi barikata haydi barikata, ekmek, adalet ve özgürlük için!". Bundan önce de, aptal şarkı sözlerine nasıl katlanamadığımı belirtmiştim önceden Redd'le ilgili yazımda. Fakat bu sözler, çok ciddi söylüyorum, The Wall'un şarkı sözlerindeki bayağılığı bile aşmakta. Tabii, dinleyici kitlesi olarak 14-18 yaş grubu bir de ODTÜ'yü edinmişlerse ona bir şey demiyorum. ( bu arada odtülülerin hepsini suçlamıyorum, aralarında çok güzel insanlar da var, aynı şekilde 14-18 yaş arasındaki güzel insanları da tenzih ediyorum. Hepsine sevgi yolluyorum.) Ya, bu arada bu sene ODTÜ'de duvar örüldüğünü biliyor muydunuz? "Baskı Duvarı" adı altında, o kadar komik ki, yapanlar eminim kendilerini bu dün bahsettiğim "Hitchbirds" kelimesini bulmuş kadar gururlu hissetmiş olmalılar. Bundan 6 yıl önce kemik'te "Titre Oligarşi Fasulye Fadıl Geliyor!" diye bir bölüm vardı, aynı bu hissi yaşıyorum o ekibe karşı. Ya bu naylon poşetliği anlayamıyorum ben. Aklım almıyor. Şu an o kadar sinir oldum ki, bir an önce kendi aralarında yine kavga ederek birbirlerini yok etmelerini bekliyorum.

Neyse Bandista'ya geri dönüyorum hemen, ben de bir Hitchbirds olayı yapıp, kötü espri yapmak istiyorum. "Onlar anca haydi (BAR)ikata" demişlerdir, hahayt çok komik. Yazmak gerçekten sinirimi azaltamıyor bu gruba, samimi söylüyorum, o duvardaki tuğlaları söküp söküp kafalarına gömmek istiyorum. Ya sen bir üniversite öğrencisisin, mantıklı ve zekice şeyler yerine, neden muhtemelen William Wallace'ın bile yapmayı düşündüğü, bayağı metaforik şalalalarla uğraşıyorsun arkadaşım. Neyse, hele Bandista önderliğinde Ytong'dan yapılmış barikatlara geçin de bizi de kurtarın hadi bakalım gençler. He bir de, Bandista'yı da Mehteran ayarında arkanıza alın, tepinirlerken Kapitalizm gürül gürül gelen ayak seslerinizi duyup, sarsılıp mahvolsun. Ağlar bile belki.

Ya, zaten insanı bir şey yapmaya iten bir müzik değil, çok kötü espri var yukarıda ama konserden sonra bu adamlarla bara içmeye gidersin. Aynen böyle hissediyorum. Ha birde, RATM'a bunu hissetmiyorum, konserlerinde çıkan arbedeler falan da durumun aslında ne kadar güç doğurduğunu gösteriyor galiba. Ha tabii sen gidip Goran Bregoviç müziklerini ska gibi bir şeyler yapıp bağırırsan, insanlar ellerini çırpar.

Ha benim Bandista'm!

P.S: Üzülmeyin lan! Ambleminiz güzel ama! Böyle arka tarafta meksikalı isyankar mermi fişekleri havası falan. Stencil'leriniz yerleri gökleri kapladı sizi gidi hınzırlar.

Bir tane daha muhteşem bir söz. Eminim müzik tarihinde de çok şaşırtıcı bir kelime oyunudur:"her şey herkesleşiyordu, herkes her şeyleşiyordu." Aman tanrım, şu an galiba bu kelimelerden en az 1958-???'den etkilendiğim kadar etkilendim.

Ya, müzikte ben bir orijinallik göremedim, zaten çoğu eski devrim şarkılarından falan toplanmış, sonra birazcık ska olaylarına girilmiş. Ya Dolapdere Big Gang bile daha orijinal işler çıkarıyor galiba bu gruptan. Emin değilim ama olabilir. Aha, "Another Day in Paradise"ı söylüyorlarmış mesela, bunu Phil Collins böyle sosyal sorumluluksal bir şeyler için yazmıştı zamanında galiba. Hobaaa La Isla Bonita'yı da söylüyorlarmış. İşte La Isla Bonita'nın insanlara ütopik bir toplumu aşılayan sözleri:

"tropical the island breeze
all of nature wild and free
this is where i long to be
la isla bonita
and when the samba played
the sun would set so high
ring through my ears and sting my eyes
your spanish lullaby"

Yürü be Doli, sürprizlerinizle şaşırtıyorsunuz bizi, kazdıkça ayrı katmanlar, çeşitli anlamlar. Ha siz de gerçi oradan buradan topluyorsunuz şarkılarınızı ama en azından akıllıca laf koyan şarkıları buluyorsunuz.

Ya siz şeyi biliyor musunuz? Manowar Song Title Generator diye bir şey vardı, size "Son of the Lord of the Bloody Mountains" gibisinden isimler buluyordu. İşte elimde olsa şu an bunun şarkı sözü benzerini Bandista için yaparım. Hatta onlar için bir tane şarkı da yazdım. Ha bir de, benimkini diğer albümünüzde kullanın ha, ben de sizin gibi copyleft falan. İsyankarlık ve GNU'ya hasret kanımda var:

Gözler kanıyor, yaşlar akıyor.
Devrim geliyor, hasret bitiyor.
Kaybedecek neyimiz var dedik,
Zincirlerimizden başka,
Çıktık yola isyanın gazıyla,

Bir dilim ekmeği de paylaştık,
Yara Kabuklarımızı da,
Yara kabukları ağızda demir tadı bırakıyor,
Bu yüzden Maden İşçileri Sendikasını da yanımıza aldık.

Bitmek bilmiyor kodamanın zulmü,
Ne zaman bitecek kapitalizmin hükmü,
Kaldırım taşlarını söküp barikat yaptık,
Kapitalist köpeklerin kalbine attık,

Bir dilim ekmeği de paylaştık,
Yara kabuklarımızı da,
Yara kabukları ağızda demir tadı bırakıyor,
Bu yüzden Maden İşçileri Sendikasını da yanımıza aldık.

P.S: Heeh tam oldu, Bant'ın son sayısında röportajları da var. "Yaşanmışlıklar" falan diyor grubun vokali, düşünün artık. "Yaşanmışlıklar" dediğine göre bu devrimin niteliği nasıl olur. Ya hu, resmen acıyorum ya adama artık. Bir de müzikte öfkemiz var falan demiş, buraya çok güldüm. Bence Fininigiller bile daha devrimcidir elemanlardan, en azından onların "Kudur" diye şarkısı var.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Her şey illümine eylenmiştir. Matrix 1999, ama aslen Baurillard

Aslında, bu üçlüye hiçbir şey demeden direkt konuya geçiyorum.

Madrugada!

Geçen sene, gitarcılarının ölmesi üzerine dağıldı. Böyle müzik sahnesindeki onurlu hareketlere çok saygı duyuyorum, Led Zeppelin'e de saygı duyabilirdim ama onlar daha albüm çıkartsalar muhtemelen Genesis'e falan dönüşüp Land of Confusion ayarında şarkılara bağlayabilirlerdi.

Grubu keşfettiğimde öncelikle vokalin sesine vurulmuştum. O da yukarıdaki üçlü gibi 12 yaşından beri uzun samsun içiyor. Herkesin de sesine gitmiyor bu meret işte. Mina Urgan mesela, Bir Dinozor'un Anıları'nı yazdığı zaman gerçekten bir Brontosaurus ses tonu vardı, hatta şimdi de Savaş Ay öyle. Sanırım ikisinin sesini ayırdedemem. Fakat kimisi de var ki gidiyor Sivert Hoyem oluyor işte. İnce ses tonunda hemen hemen Michael Stipe'a yaklaşırken kalınlarda kendine has bi hırıltıyla söylüyor şarkıyı ki şovunu yapsın, ayrıca kalınlarda Stuart Staples havası da var ama Sivert pek fısıldamadan yana değil, adama gürül gürül çağlıyor resmen. "Sesim var kullanırım arkadaşım!" diye basbas bağırıyor, bunu yapmakta da haklı. Ayrıca böyle güzel şarkılar, gözleri yaşartmakta. Daha ilk albümden kaliteyi masaya vurmuşlar, haklılar da zaten.

Ben ilk "What's on your Mind"ı dinleyip hayran kalmıştım kendilerine, sonradan bütün çalışmalarının harika olduğuna kanaat getirdim.

Bakın, Madrugada İspanyolca'da şafak vakti anlamına geliyor. Bu adamlar önce şarkılarını yapıp ardından da şarkıdaki meselelerin ne olduğunu zaten açıklamışlar. Gelip "Bullet for my Valentine" dememişler, ya da "Panic! At the Disco" falan, yahu arkadaşım anlıyorum neşeli insanlarsınız, fakat gerizekalı değilsiniz ki neden böyle gerizekalı isimler buluyorsunuz. Yeryüzündeki herhangi bir sosyal devletin, müzik grubuna isim bulma aşamasında sarhoş olmayı yasaklaması çok yararlı bir atılım olacaktır.

Şarkılar daha canlı bir Tindersticks hissi var, ama bunun yanında, kesinlikle daha gitarlı Nick Cave havası da var, Birthday Party'nin baymayan şarkıları olduğunu düşünün. Onun gibi bir şey. Aranızda Birthday Party'yi seven vardır da, ben pek beğenmediğim için bu şekilde açıklamak durumunda kaldım. Ya hu İskandinavya'dan sadece metal çıkmayınca öyle sevinmiştim ki. Adamlar sürekli karanlık karanlık, gam kasvetten heder ettiler kendilerini derken. Gerçekten gam, kasveti yüze vuran bu herifleri dinlemek çok daha iyi geldi.

Ya lütfen dinleyin bu adamları, hatta Mephisto'da ilk albümlerini 19.90 satıyolar, çok güzel bir albüm. Beğenmezseniz, araba aynasına asarsınız.

Bu da, What's on Your Mind'ı bulamadığım için başka bir şarkılarını koyuyorum, biraz daha hızlı. Kötü bir seçim oldu bence ama çok seviyorum bu şarkıyı.

ciyaaaak! bıçak, banyo, perde, kan, ceset



Dün, ikinci defa Psycho'yu izledim. İlk izlediğimde, Hitchcock Hitchcock deyu kafamı yediniz be, modunda izlemiştim. Hatta o zaman o kadar sinirlenmiştim ki, mankenini sokakta yakıp, bir tane Hitchcock fotoğrafını(ki kuşlu olan muhtemelen) yakarken üstüne basıp tepiklemek, sonra da bulduğum ilk Hitchcock heykeline kösele ayakkabımı çıkarıp suratına suratına da vurmak istedim.

Fakat o zamanlar küçüktüm, "Fight Club abi yeaaa!"nın sadece bir level üstündeydim. TRT 2'de Kuşlar'ı izlemiş ve beğenir gibi olmuştum. Ayrıca yazının başında Psycho'ya Sapık demedim ama Birds'e Kuşlar dedim, hadi hayırlısı beyin otosansür mü yapıyor acaba? Cüppeli Ahmet Hoca Barbie'den tahrik olduğuna göre, benim de bilinçaltım böyle bir kelimeden mi etkilendi? Neyse on yıl sonra kendi cemaatimi kurup bir fetva yayınlarım, o problem değil.

Hitchcock'a dönelim. Öncelikle, o Bates'in otelinde herifin normalde görünmeyen arka odasının, dondurulmuş kuşların falan ne anlama geldiğini şimdi anladım. Şu an internetten bakmadım ama eminim en az 3 tane Ivy League okulunun Sinema Zımbırtısı bölümlerinin bunun herifin şalalası olduğundan falan bahseden 400 sayfalık bitirme tezleri vardır.

Neyse, böyle tahliller yapmayacağım, biraz daha gerilim ya da korku olayının yazma işiyle ilgilenen biriyle çok yakın bir olayını gördüğüm, Alfredçiğim Hitchcock'un bir şeyinden bahsedeceğim. Tam DVD'yi çıkartıyordum ki, herifin filmini tanıttığı 6 dakikalık belgeselsel(?) bir tane videoya rastladım. Burada önce eve gidiyor, sonra da odaları geziyor, Bates'in yerine gidiyor falan. Yalnız her şeyin ucundan kıyısından anlatırken, "Burada tahmin bile edemeyeceğiniz olaylar yaşanıyor." gibi laflar söylüyor, ancak bunu o kadar içten söylüyor ki, gerçekten o olayın var olduğuna inanarak söylüyor, aynı zamanda "çok korkunç, inanılmaz" diyor. İşte bunu çok önce Lovecraft'ı okuduğum zamanlarda da farketmiştim. Biraz germeye çalışan ruh hastası manyaklar her türlü iğrençliği size bırakıp en pisini düşünmenizi istiyor. Biliyorlar ki, senin düşünebileceğin en korkunç şey sadece sana aittir.(yalnız bu son cümle Blue Jean şarkı sözü çevirisi gibi durdu ama hadi bakalım) O yüzden sürekli, "Aklının bile alamayacağı çirkinlikte bir yaratık çıktı." gibi cümleler kullanıyorlar. Gerçi, bunu görmesem normalde anlayamazdım, ama sonuç olarak Alfi'de aynı yöntemi uyguluyormuş onu farkettim. Bir de adamın o kadar güzel bir İngiliz aksanı var ki, böyle "yıhyıhyıh" diye gülen göbekli bir İngiliz dede aksanı var. Peki hayatımda bunu gerçekten yapan insan gördüm mü? Tabii ki hayır, ama eminim göbekli ve "yıhyıhyıh" diye gülen dedelerin de aksanı aynen böyledir.

Tam menüye geri döndüm, bir de oyuncuların Biyografilerine bakayım dedim. Meğerse Bates'i oynayan arkadaş Psycho II ve Psycho III'te de oynamış. Hatta üçüncüsünü yönetmiş bile. En dayanamadığım şeylerden biri de bu, olayın çok sonra ekmeğini yemek. Umarım hepsinin orta kulaklarına bir radyo alıcısı yerleştirilir ve 24 saat Ferhat Göçer yayını yapılır böyle insanlara!!! Hatta bir keresinde "We Will Rock You"yu söylemişti, gerçek değil zannetmiştim, fakat kendimi "vay başıma gelenler" diye ağıt yakarken bulduğumda ve bunun aslında uzay-zaman'da bir bükülmeden kaynaklanmadığını fark ettiğimde çok geç kalmıştım. İşte hepsine sürekli o yorumun yayını yapılır inşallah!! Çok sinirlendim. Ulan Hitchcock filmi çekmiş zaten, sen niye gidip Üç Küçük Ninja ayarında saçma sapan bir devam film çekiyorsun. Yok daha uygununu buldum, hani orijinal Hababam Sınıfından sonra 80lerde çekilen, çok çok kötü devam filmleri var ya. Kızıl saçlı bir çocukla şimdi saçının rengini hatırlayamadığım bir kızın çocukları oluyor falan, sonra Dombili Bilmemne bunlara okulda bir derede denizci nikahı kıyıyor falan. İşte izlediyseniz o kötü devam filmlerini, içinizde bir burkulma oluyor, başkasının adına utanma hissi oluyor. Aynı durum burada da var işte. Biz bu tip yapılan kurnazlıklara tam anlamıyla orospu çocukluğu diyoruz. Küfür etmeyeyim şu nezih ortamda diyorum ama çok ciddi söylüyorum sokakta görsem hiç düşünmem bu adamın yüzüne tükürürüm.

Ha unutmadan, Bates'in kadınla arka odasında konuşurken aşağı soldan bir açısı var, Ivanovo Detstvo'da aynısını gördüğüme yemin edebilirim. Ama böyle bir açı yok kardeşim, direkt odada bir köşeye pusup izledim o anları.

P.S: Bu arada, Hitchcock'un o kuş konan fotoğrafını koyacaktım, ancak upload ettiğim fotoğrafın adı Hitchbirds olunca birden gülme krizine tutulup, keskin bir fare hamlesiyle fotoğrafı kaldırdım!! Hastasıyım böyle şakacı insanların. İsmi koyduktan sonra, dehasına hayret ettiğinden şüphem yok gibi.

19 Temmuz 2009 Pazar

Eşantiyalılar Üzerine


Atlantis'in nerede olduğuna iki tane rivayet var. Bir tanesi, Ege'de iki kara parçası arasında olması ihtimali, belki doğrudur bilemiyorum, ama kesinlikle yanlış olan var ki o da Atlas Okyanusu'nda Azor Adaları'nın açıklarında bulunduğuna dair olan rivayet, bunu yanlışlamak o kadar kolay ki, hemen tarih kitaplarını açıp aslında orada bulunan uygarlığın ne olduğuna dair bilgi edinebilirdik, ama bazı oyunlar yüzünden gizlenmek zorunda kaldı.

Bundan 2300 yıl önce, yani milattan önce 300 yıllarında şu anda Lizbon'un bulunduğu limandan bir kuru yük gemisi yola çıktı. Geminin kaptanı Fransız Asıllı Echantie, maceraperest bir iş adamıydı. Nasıl şimdilerde zenginler yatlarıyla Dünya turuna çıkıyorlarsa o zamanlarda da yapacak bir şeyi kalmayan Echantie, yeni arayışlara girmiş ve Asteriks'te direkt dümdüz çizildiğini bildiğimiz pizza şeklindeki Dünya'nın sınırlarını zorlamak istemiş. Şimdi "the doors of perception"dan bahsedip, adamın afyon bağımlılığı hakkında konuşmaya gerek yok. Aslına bakılırsa, o zaman yapılacak şey sayısı da çok az, para kazanıp ardından da evlenip 40 yaşında ölmek, gerçi şimdi de aynısının 70 yaş civarında olanı var, ama şimdilerde keşfedilecek pek bir yer kalmadı, isteyen GoogleEarth'ü açar bakar.

Echantie yola çıktıktan 2 ay sonra şu anda yerinde kocaman bir okyanus olan adayla karşılaşır. Zaten gemisine de akrabalarını aldığı için hemen yerleşme kararı alır. Fakat, Echantie'nin sülalesinde ufak bir genetik bozukluk vardır. Tüm sülalede 50 santimetreden 1 santim daha uzun insan yoktur. Cücelik gibi, ama normal insan boyutlarının orantılı olarak küçük olanı sayılabilir, çünkü cücelerin bazı organlarında şekil bozuklukları oluşurken Echantié'nin sülalesindekiler gayet 1/3 insan modeli gibidirler. Bu yüzden kullandıkları eşyalar da buna orantılı olarak daha küçük, yani gemileri de küçüktür. Eğer normal insan boyutunda olsaydı, bu 42 santimlik cengaver belki de devasa gemisiyle Amerika'yı bulacaktı.

Karaya, ayak bastıktan sonra hemen uygarlıklarını inşaa, etmeye başlarlar, ve Echantié'yi liderleri seçerler. Bu sırada Echantié yola çıkmadan önce Plato'nun yeni kitabı Devlet'i okumuş, ardından da Thomas More'un sonradan Toscanalı Bambaloni'den birebir kopyalayacağı Utopia'yı da okumuş olduğu için, kendi kurduğu uygarlığın bunlara benzemesini ister. Bu yüzden, gemiden indiği gibi, Eski Dünya'da değerli olarak bulunan ne varsa yok ettirir, özellikle altınlardan ahır kapıları yaptırtır ki insanlar umursamasın. Bu yeni uygarlık her ne kadar ütopik bir uygarlık olması gerekse de geldiklerinde yaptıkları yardımdan ötürü bir hürmet göstergesi olarak Echantia adını alır.

Echantia'da ekonominin nasıl işlediğini sanırım çok fazla açıklamama gerek yok, hemen hemen Utopia'daki paylaşım sistemine çok yakındır, fakat Echantia'nın küçük insanlarının huzuru ancak 350 yıl sürer. Milattan sonra 57 yılında Roma İmparatorluğu'nun keşif gemileri bu adayı bulur. Tabii Echantia'lılar candan karşılayıp konuksever davranırlar, ancak gözü dönmüş Roma Elçileri, eski Türk filmlerindeki Bizans Tekfurları kadar meymenetsiz, şerefsiz insanlar oldukları için altın kapıları görünce ağızlarının suları akar. Aptallar Eldorado'nun varlığını duymamış olsalar dahi, bizim Echantia'yı onun gibi bir yer sanarlar. Geri döndükleri gibi, bir tanesi koşa koşa Senato'ya gider "Sezarım! Sezarım! Parayı bulduk!" der, ancak Sezar gemilerin o kadar uzakta bir savaşa dayanamayacağını, böyle bir savaş gemisinin bütçesini zorlayacağını söyler. Fakat, elçinin bu insanların savaşçı olmadığına dair ikna etmesi üzerine, 6 tane gemiyi Echantia üzerine yollarlar. Bu sırada Echantie de uygarlıklarının kuruluşunun 350 yılını kutlamaktadır. Ha bu arada küçük insanların uzun yaşadıkları anlaşılıyordur umarım. İşte Vatikan kütüphanesinin özel izniyle çıkartılmış Echantie'nin konuşması:

"Arkadaşlar, Kardeşlerim, Akrabalarım!!!
Uygarlığımızın 350. yılı kutlu olsun.
Umarım bugün çok fazla rakı içmezsiniz.
Akşamdan kalma yapıyor ya, o yüzden.
Ne mutlu Echantia vatandaşı olana.
Ah ne olu....."

Burada kayıtlar kesiliyor, çünkü tam bu sırada Roma Gemileri gelmiş, askerlerini karaya çıkartmışlardır. Fakat Echantialılar'ın bir kısmı geldikleri gemiye atlayıp şu anda İzlanda olarak bilinen kara parçasına doğru yola çıkmışlar. Romalılar bu kadar gelişmiş bir uygarlığın para kullanmamasını algılayamamış, kimsenin duymaması için de bütün kalıntıları yok etmiş, ardından da deniz tanrısına kendilerini kurban ederek adanın yok olmasını sağlamışlardır. Yani bir hiç uğruna hem kendileri, hem de güzel bir uygarlık yok olmuştur. Romaya dönen tek gemi de Echantia'dan bazı mallar getirmişlerdir. Bu mallar Sezar'ın çok hoşuna gitmiş ve sürekli kullanılagelmiş tek kullanımlık malların üretilişine yol açmış, 20nci yüzyıl reklamcılık stratejisini değiştirip Eşantiyon malların dergi arasından çıkmasına sebep olmuştur. Yani aslında Eşantiyon, "Eşantiya'dan gelen oraya dahil olan" anlamında antik bir kullanıştan gelmektedir.

Peki, İzlanda'ya kaçan Echantia'lılara ne olmuş derseniz, size şu anda neden İzlanda halkında genetik rahatsızlıkların çok fazla olduğunu sorarım. Çünkü akrabalık bağları var. Tabiî dışarıdan gelenlerle boyutlarda büyüme olmuş, ama bu küçük ve yaşlanmayan insanlara en güzel örnek Björk diyebilirim. 43 yaşında olmasına rağmen hala 14 yaşında gösteriyor.

İşte Echantialıların, ve günümüz reklamcılık tekniklerinden birinin neye dayandığının öyküsü aslında budur.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

der grüne punkt


Tatil yapmak zorunda kaldım. Normalde biliyorsunuz ki, blog'uma sadık, görev bilinci oturmuş, sorumlu, belli aralıklarla yazan insanım, fakat şu an doğal ortamımda değilim. Bu yüzden gözlerim yanıyor, yazı yazarken de tam beynimin bulunduğu yerde yeşil olmasına rağmen kuru bir yaprak varmış gibi hissediyorum. Ayrıca tatil yaptığım mekana en yakın internet bağlantısı, çok sıcak bir internet kafeydi. Çok sıcak internet kafelerde yazı yazmaya alışkınım, ama hem koltuğu kumlu olup hem de çok sıcaksa orada hiçbir şey yapamıyorum. Bu yüzden bir haftadır hiçbir şey yazamadım.

Aslında bugün, "Arabaların arkasında "Babam Sağolsun" yazdığı sürece bu ülkeden Kafka çıkmayacak." diye kötü esprili muhabbetlere girecektim. Ama fark ettim ki, doğal ortamımda bulunmadığım için saçmalıyormuşum. Tatilde Alpler'de gibiydim, çünkü nasıl her yaz, Antalya'da hem denize giriliyor hemen arkasındaki dağlarda kayak yapılıyor, haberleri yayınlanıyor bazı ülkelerde. Ben de özel olarak şatomun arkasındaki dağa(ki Alplerin uzantısıdır!) yapay kar döktürttüm. (Ha şey diyeceğim, Evde Tek Başına 2'de kar yapmamışlardı da, bilmemkaç ton tuz kullanılmıştı hatırladınız mı onu?) Sonra da hemen öndeki gölde yüzdüm. Bunları da HD kameraya çekip özel televizyonları yolladım ama yakın zamanda Cumhuriyet Bayramı olduğu için Fransız société hayatı yayınlanmadı, onun yerine bayraklar falan filan biliyorsunuz.

Yakın zamanda, normalde yazdığım yazılarla geri döneceğim. İnternet'ten takip ettiğim kadarıyla, Ayşe Arman türbanla İstanbul'da gezmiş, ben de koyu yeşil asker donuyla Paris sokaklarında gezdim.

Bundan sonraki "Avrupa'da Bir Cevelan" isimli yazımda koyu yeşil, aşırı çirkin, 3 hafta giyilse bile kirlendiği belli olmayan asker donuyla Paris'te ve Cannes Film Festivalinde yaşadıklarımı, ve Francis Ford Coppola'yla kurduğum dostluğu anlatacağım.(Malum Apocalypse Now falan.)

P.S: Fotoğraf olarak, tabiî ki yeşil asker donu koyacaktım ama bulamadım. Eğer biriniz bulursa linkini yollasın direkt koyacağım, gittigidiyor'da bile aradım. Önce asker donu, sonra asker külodu, sonra da askeri eşyalar diye aradım, internet yetersiz kaldı, binaenaleyh bulamadım.
Ama Uçan Kamon bulmuş, sağolsun

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Monteyn'de Yıldızlar Geçidi!!! R.E.M, The Smiths ve çok daha fazlası, sadece ve sadece monteyn.blogspot.com'da!!!


Bugün, audiophilie'm için dizayn ettirdiğim ve 2 milyon dolarlık hi-fi ses sistemi falan filan aldığım odamda zaman geçirip klasik müzik dinlemezken, aklıma R.E.M dinlemek geldi, ama birden oldu bu olay. Resmen Drive'ı dinlemek için yanıp tutuşuyordum. Automatic For the People'ı takıp baştan sona dinledikten sonra, yıllardır dinlemeye niyet edip dinlemediğim ilk albümlerini ve o dönemdeki kayıtlarını dinleme niyeti edindim.(Of çok kötü oldu cümle, ama şu an yine müzik dinlediğim için cümlelerin başını unutuyorum yazarken.)

Allmusic.com'da müzik tarzı olarak "College Rock" yazardı da inanmazdım. Ya hu bildiğin 90'ların alternatif müziğini yapıyor herifler diye düşünürken, yıllardır ne kadar büyük bir öküz olduğumu anlamam Murmur'un başlamasıyla aynı zamana denk geldi. Tamam, şimdi burada okuyup bana kızanlar olacaktır, ama Murmur'daki gitar tonlarıyla The Smiths'in ilk albümünün tonları hemen hemen aynı!! Çıldırmak üzereyim, gitarı Johnny Marr çalıyormuş gibi geliyor sürekli, yahu o bastaki netliğini kaybedermiş gibi ama aynı zamanda değilmiş gibi ve bir yandan da telleri cama sürtüyormuşsun gibi gelen sesler bile aynı.

Tabii ki şimdi gelip Michael Stipe ve Morrissey'i karşılaştırmayacağım, bu Peynirli Cheetos ve Ülker Çikolatalı Gofret arasında bir seçim yapmak kadar terbiyesizce olur bence. İkisinin de yeri ayrı. Ha şimdi aranızdan biri dese ki: "Bak Monteyn'ciğim, diyelim ki dünya üzerinde sadece bi tanesi kalıcak, diğeri ölücek, hangisini tercih edersin?" ilk olarak bu tip bir soru sorduğu için çok sinirlenirim, ama dilimi yuvarlayıp ısırarak sinirimi bastırırım. Sonra da ısrar ederse tabiî ki Morrissey'in yaşamasını tercih ederim. Ama sanmayın ki şarkıları için bu tercihi yapıyorum. Sırf takım elbise giyme olayını Michael'dan önce o başlattığı için Morrissey'i tercih ederim. Ya da vazgeçtim, November Spawned a Monster'ı yazdığı için direkt olarak Morrissey'i tercih ederim.

R.E.M beni, The Smiths ya da Morrissey kadar hiç etkilemedi, hiç bir zaman Everybody Hurts'ü sevmedim.( Burada durmam gerekiyor. Sizce de, Everybody Hurts'ün pgitar partisi Imagine'in piyanosundan çalınmış gibi değil mi? Yıllardır bunu düşünüyorum, yani aslında benzemiyor sanki ama bilmiyorum, bence benziyor.) Sadece bir kişiye, zamanında The One I Love'ı çalmışlığım var. Hatta R.E.M külliyatında da sadece The One I Love'ın akustik versiyonu ve Country Feedback'i çok seviyorum, geri kalanlar iyi güzel, ama çok fazla arka arkaya dinleyince sıkılırım. Halbuki, The Queen is Dead albümünü baştan sona arka arkaya sınırsız dinleyebilirim.(Vicar in a Tutu hariç.)

Ya hu R.E.M'den bahsetmeye kalkışıp, Morrissey'e döndüm. Halbuki The Smiths'le falan karşılaştıracaktım. Lanet olsun sana Morrissey al şu lafı:"I can't help this, it's either this or prison."

Neyse, bi dakka yazıya ara veriyorum. Şu an I like You'nun Live at Earls Court konser kaydı başladı, o yüzden şarkı bitene kadar yazmayıp, ayağımla zabada zabada ritmini tutup ağzımla da "tıkkıp tıstıkı tıkkıp tıstıkı" diye zilleri söyleyeceğim. Aha kafamı da ileri ileri oynatmaya başladım. Yoo ileri değilmiş, böyle yukarı aşağı gibi, bardaki cool olmaya çalışan genç gibi biraz, ama kafamda büyük kulaklıklar olduğu için öyle bir görüntüden ziyade, Counter'da öldükten sonra oyunu takip eden insan kafası oynaması oluyor.

Hah bitti, gerçi Big Mouth Strikes Again başladı, ama onu çok eskittiğim için yazıyı bölmeyeceğim.

R.E.M'in Dead Letter Office diye single'larının B-yüzleri ve seyrek bulunan şarkılarını, ya niye böyle yapıyorum bildiğiniz B-sides and Rarities albümü işte. Zaten Best of'a da uygun türkçe bir şey bulamıyorum. Cengiz Kurtoğlu'nun Best Of'unun ismi "Unutulmayanlar", hatta "Unutulmayanlar 2" de var, bence "Best of"a en iyi çeviri Cengiz Baba'dan gelmiş. Neyse, R.E.M'in öyle bir albümü var, işte o albümdeki bütün gitarlar buram buram Reel Around the Fountain havası taşıyor. Ayrıca albümdeki iki şarkı "There She Goes Again" ve "Femme Fatale", hele There She Goes Again'e kendi tarzlarını öyle bir yedirmişler ki, resmen R.E.M şarkısı gibi duruyor, ama Femme Fatale daha çok saygı olsun diye yapılmış gibi duruyor.

Ya R.E.M resmen Amerika'nın The Smiths'e cevabıymış gibi duruyor bence. Çünkü, 90'larla beraber dayanamayıp sonunda Blues, Country ayarına kaçıyorlar, ki çok normal bir şey. The Smiths'ede bir şey demiyorum. Böyle çok daha güzel. Sonra gelip Around the Sun ayarında bir albüm yapma ihtimalleri de vardı sanırım.

Ya en iyisi size ben bir şarkı önereyim, hatta önermeyeyim direkt siteye gömeyim şarkıyı. The Smiths'in stüdyo albümlerinde bulunmuyor, ama iki derlemede de var. Adı Money Changes Everything, ve sözsüz, ancak şarkı o kadar çok rengi atmış polaroid fotoğraf hissi uyandırıyor ki o yüzden çok seviyorum.(Yine degüstatör cümleleri!!) Bir de istemeseler bitirmezler şarkıyı, All Along the Watchtower'daki gibi sonsuz döngü içine sokabilirler. Ha kime ne yararı var bilmiyorum ama bence güzel.




P.S: Ya hu, bu sıcak hava dalgası beyinde nasıl etkiler yaratıyor anlayamıyorum. Dün gece rüyamda "Kebire-i Âzam" diye bir kelime gördüm. Çok korkuyorum, kebire kelimesi büyük günahlar anlamına geliyormuş. İlk defa rüyamda gördüğüm bir kelimenin bu anlama sahip olması yüzünden iki gün uyumama kararı aldım.

9 Temmuz 2009 Perşembe

öyle geliyor.


Havalar çok sıcak, beynim yandığı için dün gece bu ikisinin ne kadar birbirine benzediğini düşündüm. Jacques Derrida çok sık saçlı öldü, İbrahim Erkal da çok sık saçla ölecek.

Onun dışında İbrahim'in yapıbozumculukla çok ilgisi olduğunu sanmıyorum.
Derrida'nın da ömrü boyunca, oduncu gömleği ve şişme yelek giyip, ellerinden kumlar savura savura klip çektirmediğini de biliyoruz, ya da büyük ihtimalle arabesk fantezi müzik sözlerinden çıkarım yapmadığını da tahmin ediyorum.

P.S: Ama İbrahim Erkal "Sırılsıklam"ı harbiden çok güzel söylüyor. Hele "aşık olsam" kısmında "aşık"ın kısa ve keskin söylenişi, Çiçek Abbas'taki, "Şakir"in kısa ve keskin söylenişiyle hemen hemen aynı.

7 Temmuz 2009 Salı

Teyzeler ya da Korktuğum İnsana Bir Ağıt


Fotoğraftaki insan Gökçen Koray, Google'da daha yüksek çözünürlüklü fotoğrafı olmadığı için, küçük ölçekli ticarethanelerin tabelalarındaki bozulmuş görüntüyle basılmış dijital baskı fotoğrafla önünüze çıktığım için çok üzgünüm.

Kendisi, TRT İstanbul gençlik korosunu çalıştıran güzel bir insan, ama başka bir meseleden bahsedeceğim size. Sadece aklıma o tipte ilk gelen insan olduğu için onun fotoğrafını koymak zorunda kaldım.

Menopoz döneminden çıktıktan sonra saçlarını çok kısa kestiren teyzelerden o kadar çok korkuyorum ki, sırf onlarla bir daha karşılaşmamak için tercihen Çankırı civarlarında bir tekkede inzivaya çekilip 36 yıl boyunca çile doldurmaya razıyım. Şimdiye kadar gördüğüm bütün bahsettiğim bu teyzeler çok sinirli ve çok telaşlıydı. Her zaman bir şeyleri, eksik yapmışım gibi hissediyorum bu teyzelerle konuşurken. Onun için Chatêu'mda bulunan bir doktora bu konuyu danışmak istedim. Öğrendiklerim beni nasıl şok etti anlatamam insanlar. Modern tıbbın "Menopoz Sonrası Übererkekleşme Sendromu" olarak tanımladığı bu hastalığa teyzeleşmeye başlayan insanların yaklaşık %6'sı yakalanıp ömürlerinin sonuna kadar(Eğer 70lerin sonlarında çok acılı bir süreç geçirip pamuk teyzeye dönüşmezlerse)yaşamak zorunda kalıyorlar.

Vücudun, bu hastalıkta oluşturduğu tepkilere geçmek istiyorum. Öncelikle, östrojen seviyesindeki düşmeyle beraber kemik erimesi olayını bir çoğunuz biliyordur, işte bu sırada endokrin sistemin dengesizleşmesi sonucu testosteron miktarında dramatik bir artış söz konusu oluyor. Bu da, artık işlevini yitirmeye başlayan ovariumların testosteronun da etkisiyle biraz aşağı kayıp testis görevini yapmaya başlamasına sebep oluyor. Yani burada ağzımı bozmak istemiyorum ama, bu teyzeler sözde değil özde de resmen taşaklı olmuş insanlar. Bu yüzden aşırı sert tepkiler vermeleri normal.

İnanıyorum ki, bu insanların hepsini bir yere toplasak ve Kızgın Kısa Saçlı Teyzeler Ülkesi'ni kursak onlara, ya da durun ne kurması! Ortama bırakmamızın 5.dakikasında uygarlıklarını kurmuş olacaklar, birinci günün sonunda da bütün süper güçlere kafa tutabilecek bir ülke haline geleceklerdir. Yeryüzündeki organize olabilme kabiliyeti en üst seviyede olan insanlar. Hatta Apple'ın Steve Jobs'ı bir milyonuncu kez işten çıkarıp onun yerine bir tane Kızgın Teyze'yi işe almasını talep edeceğim, inanıyorum ki her evde, Teyze'nin kızması korkusundan en az 4 tane Apple cihazı bulunacaktır. Eğer mantıklı bir strateji izleyip(ki izlememeleri mümkün değil öyle bir iktidar, öyle bir meşruiyet altında)reklamlara da Teyze'yi koyarlarsa satışları da çok büyük ölçüde artacaktır.(Teyze'yi korkudan ve hürmetten ötürü büyük yazmak zorundayım artık.)

Burada size açık açık soruyorum, bu Teyze'lerin kaç tanesini gülerken gördünüz? Ama sırıtma değil(zira o sırıtma da ardından gelecek isyan dalgasına delalettir.) İran'da Humeyni, İslam Devrimi sırasında ve sonrasında iktidardayken gülümseyen bütün fotoğraflarını kaldırtmıştı, insanların korkmaları ve boyun eğmeleri için. İşte bu Teyzeler, yeryüzünün her tarafına dağılmış, kendi Dünya İmparatorluklarını kurmak isteyen insanlardır. Yani aslında küreselleşen dünyanın oluşumunun arka planında da bu Teyzeler yatıyor, ey insanlar uyanın artık!

Bu hastalığı kapmış insanların, çok azı pamuk teyzeye dönüşüyor. Bu yüzden menopoza girmiş insanların, bu hastalığa yakalanmaması için alınabilecek birkaç tane önlem var. Bunlardan ilki, tam bu dönemde yazlık sitelere yollamamak, yollansa bile kesinlikle okey oynamasına izin vermemek. Eğer suje sigara içiyorsa, mümkün mertebede bıraktırmaya çalışmak. Çünkü, geceleri okey ve sigarayla birleşen görüntü akıllarında adeta bir kıraathane ortamı oluşturuyor, bu da hastalığın belirtilerinin başlamasına sebep oluyor. Çünkü suje "Yıllarca ben niye kahveye gitmedim?" gibisinden bilinçakışlarına başlıyor. Mesela, bazı geceler bu Teyze'lerin yazlıklarda ayaktan işedikleri de görülmüştür. Tekrar söylüyorum, lütfen bu insanların Şirret Teyze'ye dönüşmesini engelleyelim.

Saygılar

P.S: Yazım hatası var mı diye Word'e yazıyı kopyaladığımda, "bilinçakışlarına" kelimesini iki türlü düzeltmeyi önerdi Word. Birisi bilinç akışlarına, ki gayet güzel, fakat "bilin çakışlarına" şeklinde düzeltmeye çalışmasını algılayamıyorum şu an. Bilin Çakışları, ikinci sınıf bir erotik film gibi durmakta. Lanet olsun sana Word!

2 Temmuz 2009 Perşembe

Bir Duvar Piyanosunun İkinci Oktavının Re Telinde Yaşayan Tahtakurusunun Otobiyografisi


"Evet, çok mu komik? Benim gibi bir çeşit tahtakurusu daha var, o da Sol'e bağımlı. Benim gibi tahtakurularının vücutları sadece re notasında rezonans yaratıyor. Akort edilmiş bir gitarın la telinin beşinci perdesine bastığınızda alttaki Re’nin titremesi gibi bir his bu, ya da değil ama daha iyi anlatamıyorum. Buldum! Küçük ilçelerde belediyelerin merkezlere ve tren istasyonlarına koyduğu masaj aletinden indikten sonraki ilginç rahatlama hissi gibi bir şey.

Her şeye başlamadan önce, biraz geçmişten bahsedeceğim. Hayatımı Yamaha marka bir duvar piyanosunun Re teline vuran tokmakta açtım. O zamanlar larva dönemimden yeni kurtulduğum için, annem o tokmaktaki sıvıları temizlemekle meşguldü. Piyanoyu kullanan çocuk, çalmaktan vazgeçip başka bir müzik aleti denemeye kalkışınca ailesi piyanoyu bir ikinci el müzik enstrümanları satılan bir dükkana sattı.

Dükkanda, piyanoların ağaçlarını teker teker öğrendim. En iyi hangisinden daha iyi ses geldiğini öğrendikten sonra mümkün olan en iyi Steinway'e kuruldum. Zaten dükkanda 3 tane vardı,( iki tanesi çeyrek biri duvar piyanosu olmak üzere) sadece duvar piyanolarında yaşayabildiğim için hemen Steinway'in keyifli ortamına kuruldum.

Annem ve babam, Yamaha'da kaldı. Yamaha, kapı kenarında görülebilen bir yerdeydi, bu yüzden Annem ve Babam, amatör müşterilerin kalitesiz piyano vuruşları sonucunda öldü. Ölmeden 1 hafta önce oraya uğramıştım, gerçekten de Re'nin armonikleri yumuşak karnımı mahvetmeye, yaralamaya yetmişti. Normalde, piyanoyu yemiyorum. Dışarı çıkıp yerde ezilen ahşapları yerim, ama ilk oktavdaki do notasının tellere vuran tokmağı en kalın telle çarpışa çarpışa, resmen kasapta dövülmüş ete dönüyor, hele bir şarkı sonrası telin ve pedalın ısınmasıyla beraber oradan alınan tadı ben size anlatamıyorum. Bir de gece pedalının tellerin önüne çekilen kumaşından da biraz varsa, insan hormonal siteminde serotonin olarak bildiğim, fakat biz böceklerde ne olduğunu bilmediğim hormondan tüm vücuduma salgılanıyor.

İşte bu şekilde gündüzleri,nadiren çıkan profesyonel müşterilerin dokunuşlarıyla dinleyen, geceleri sürekli bir şeyleri kemiren keyif pezevengi bir tahtakurusu olup çıktım. Bir kaç yıldan sonra dükkana gelen bir müşteriyle dükkan sahibinin pazarlıklarıyla başlayan sohbet, benim için büyük bir başlangıcın olacağını gösteriyordu. Bu piyanist, ki kendisine FT diyelim, dünyaca ünlüydü ve evinde kalan son boş odaya bir piyano almak istiyordu, bu duvar için yapılmış muhteşem piyanoyu Atlantik'in diğer kıyısına taşırken çıkacak masraftan da kesinlikle kaçınmayacaktı. İşte bu konuşma beni mahvetmişti, çünkü bir Transatlantiğin karşı kıtaya ulaşma süresi en az bir aydı. Büyük büyük büyük dedelerimden biri zamanının en büyük transatlantiklerinden birine arsa meselesi yüzünden karşıya geçmek için binmiş fakat yüzlerce insanla beraber boğulan böcekten birisi olmuştu. Ayrıca büyük hayvanların, farelerin ve diğer(burada bölüyorum ama çok sinirim bozuldu. Fareler!!! Size sesleniyorum!! O kadar aşağılıksınız ki, gemiden ilk kaçanlar olmaktan utanmıyorsunuz. Tıpkı, korkak şunlar gibi bir benzetme yapmayacağım, çünkü zaten bu benzetmeyi başka yerlerde kullanırken "tıpkı gemiden kaçan fare gibi" lafını hak ediyorsunuz.)tip şeylerin beni yeme ihtimali vardı. Hele bu geçen sürede Re'yi duyamamak kadar acı veren bir şey yoktu bana.

Gemiye yüklenen piyanonun çevresi o kadar çok tahtayla kaplanmıştı ki, en az 12000 yaşam döngüm boyunca yiyebileceğim kadar tahta vardı. Yükleme işlemi tamamlandıktan sonra, sizin de bildiğiniz gibi re karnımın sürekli nemli kalması gerekiyordu, ambarın nemli havası bana çok iyi gelmişti. Çevremde kendi türümden tahtakurusu yoktu. En başta da belirtmiştim, biz piyanoda yaşayan tahtakuruları olarak Re'ye ve Sol'e bağımlıyız, zaten bizim dışımızdakiler yaşadığı ortamı yiyen Kelebek Mobilya bağımlısı aşağılık hayvanlar. Biz çok zorunlu olmadığımız sürece yaşam alanımızı yemiyoruz.

Mobilyalarda yaşayanlar o kadar aşağılık ki, kendi yaşam alanına güvelerin yumurtalarını bırakmasını bile hoş görüyorlar. Büyüyen güveler de kıyafetlere zarar veriyor. Umarım hepsi dev naftalin yığınları altında kalarak acılar içerisinde ölür, pis işbirlikçiler!

Yolculuğumun ikinci haftasında, yanımda duran antika bir bebek arabasındaki kemirme seslerini duyunca, yukarıda bahsettiğim aşağılık mobilya tahtakurularından birinin yakınımda olduğunu anladım. Ne kadar nefret etsem de, kendi kanından, türünden olan bir hayvanı görmek istiyorsun. Onu görmek için çok tehlikeli bir yolu tercih ettim. Telimden aşağı inip, gece pedalının boşluğundan çıkacaktım, bu arada onlarca kemirgene yem olma ihtimalim vardı. Hiçbir sorun yaşamadan antika bebek arabasına bindim. Tabiî beni gördüğü gibi artık paylaşılacak hiçbir şeyin kalmamasına rağmen peşini bırakmayan ortaokul arkadaşı gibi hemen dibime geldi ve her şeyden şikayet etmeye başladı. Tüm sülalesi yıllardır aynı arabada yaşıyormuş, yiye yiye bitirememişler, şimdi de New York’taki kalburüstü bir entelektüelin evine gidiyormuş, ardından böcek ilaçlama endüstrisinin ne kadar geliştiğinden bahsedip canımı sıktı. Bir daha yanına gitmemeye yemin ettim. Bunalımdaydım, tüm tahtakurularından nefret ediyordum, tahtakuruluğa inancım kalmamıştı.

Yolculuk bittiğinde, beni hemen piyano sahibinin evine taşıdılar. Harika bir ortamdı, ve sahip Wagner’i çaldıkça mutluluktan karnım kaşınıyor, Mozart’ı çaldıkça keyiften karnımı tırtıklı tellere sürtmekten alıkoyamıyordum. Sonra bir gün Blues’da crossroads denilen olayı gerçekleştirdim. O gece şeytanı gördüm, ve ruhumu ona sattım. Benim bulunduğum Re notasına basmak için dünyanın her yanından piyanistler geliyor, ve büyülenip evlerine geri dönüyorlardı. Artık FT, konserlere duvar piyanosuyla çıkıp harika konserler yaratıyordu. Duvar piyanosunun sesinin artıp, tam kuyruk kalitesinde ses vermesi için özel ses yükselticiler üretilmeye başladı. Benim varlığımdan bile haberdar olmayan sahibimle başarıdan başarıya koşuyorduk. Ben de Tahtakurusu basınında büyük müzisyen olarak rol yapmıştım……"

Bu metin ünlü Gürcü Müzisyen Arseg Gorams’ın ölmeden önce yazmaya başladığı “Merhaba Ben Arseg!
Bir tahtakurusunun hayatı”

Notlarıyla hazırladığı taslaklar birleştirilerek oluşturulmuştur. Asreg, bir gece piyanosuna dönerken, sahibinin evinin yandığını gördü. Onun için büyük bir ilham kaynağı olan piyanosunun da yandığını düşünen Asreg kendini alevlere atarak sadece yarasa ve tahtakurularının duyabileceği frekansta çığlıklar atarak acıyla can verdi. Evde bulunmadığı süre içerisinde FT’nin piyanoyu bakıma yolladığından haberi yoktu. Böylece dünyaca ünlü bir müzisyen daha Ana Haber Bültenlerinde gösterilen, Yeşilçam yan rollerinde oynamış fakat “O Yeşilçamın Yıldızıydı” haberleriyle gösterilen, berduş, sakallı deliler gibi öldü.
 
Copyright © 2010 MONTEYN