30 Haziran 2009 Salı

Ophelia:Could beauty, my lord, have better commerce than with honesty?


Şu yukarıdaki Ophelia resmi, yapılanlar arasında en ünlü olanı galiba. Akşam aklıma geldi ve "Nasıl arasam? "Ophelia "ünlü resmi"" diye mi arasam kara kara düşünürken, daha ilk sonuçta bununla karşılaştım. Daha ilk gördüğümden beri bu tabloyu, eğer Shakespeare çizseydi Ophelia'yı muhtemelen bunun gibi çizmek isterdi diye düşünmüştüm. Şöyle güzel bir insana "Get to thee a nunnery" diyen zihniyetin hakkettiği dayağı, ancak Celalettin Cerrah'ın bıyıkları verebilirmiş gibi geliyor bana.
Bu da Ophelia'ya, Dylan'dan geliyor:

Now Ophelia, she's 'neath the window
For her I feel so afraid
On her twenty-second birthday
She already is an old maid

To her, death is quite romantic
She wears an iron vest
Her profession's her religion
Her sin is her lifelessness
And though her eyes are fixed upon
Noah's great rainbow
She spends her time peeking
Into Desolation Row

Çok saygı duyuyorum bu adama, ama onun hakkında şu an konuşmak istemiyorum. Bundan önce müzik yazısı yazmaya kalkışınca sürekli heyecanlanıp,Degüstatörlerin şaraplara "hmm petrol kokuyo, hmm orman meyvesi kokuyo" gibisinden aşırı rahatsız edici ayardaki yorumlarını yapmışım. Onun için daha uygun bir zaman Dylan hakkında bir şeyler derim.( Ya "Her sin is her lifelessness"ı okudukça gaza gelip, kalitesiz bi power metal grubu kurup adını böyle bir şey koymak istiyorum. Sonra Akmar pasajında, siyah tişörtlerin üstünde dallı budaklı baskısı olan tişörtlerini bastırtıp duvarlara sünnet yataklarındaki gibi iğnelerle tuttururum.)

26 Haziran 2009 Cuma

Michael Jackson 1958-??? ya da 1958-... veya 1958- ∞



"Biz onu bir Regaip Kandili gecesinde alınca mı şaşırdınız?" (Bâd Sûresi, 26.Ayet)

Ey okurlar, bugün Chatêu de Michel Monteyn'den aşağı kara kumaş parçaları bağladım. Kutsal Kitap ne kadar bunun haberini vermiş olsa da, bu kadar erken gelmesini beklemiyorduk. Bütün işçilere izin verdim, Valide Hanım'la beraber helvasını yaptık. Baştan Valide Hanım ciddiye almadı, ama yarım yamalak hatırladığım Ayet-el Kürsî'yi ve 3 kullûvalla 1 elham kombosunu çekince o da durumun vehametini kavradı. O kadar mutsuzdum ki, banyo yapıp saç kurutma makinasıyla saçlarımı kabartıp merhumun Jackson 5 dönemindeki kabarıklığına vardırdım, ve de gördüğünüz gibi wayfarer gözlüklerimi takarak kendimi odaya kilitleyip kendimi thriller albümünü baştan sona dinlemeye verdim.

Biz onu sözlükten, "Thriller albümüyle patlama yaratan Michael Jackson Şarkıcısı" olarak tanımış çok sevmiştik, umarım bulunduğu yerde mutludur diyerek şu blog tarihinin en kalitesiz bitirişini yapacağımı sanıyorsanız büyük yanlışlardasınız.

En azından kendisinin bir çocuk doktoru olduğunu bilmemize rağmen tekrarlayarak onun badem gözlü bir şekilde gitmesinden ziyade, düşmüş burunlu olarak hatırlanmasını istiyorum.( Çocuk Doktorunun, Diyarbakır yöresinde Sübyancılara verilen isim olduğunu duyduğumda gülmekten altıma işemiştim. Ayrıca sübyancı ve çocuk doktoru kelimelerini neden büyük harfle yazdığımı anlayamıyorum, ama o sırada ülker çikolatalı gofret demeye kalkışsam bile muhtemelen büyük harfle yazacaktım. Adam o kadar yüce ki sübyancı olmasını herhalde salaklık yapıp özel isim zannetim.)

Sadece senin için bir şiir yazdım Michael, o umarsız, o ürkek, o kırılgan, o sincap bakışlarına.

Michael Michael deyu nicesine sarıldım,
Ama çocukken değil,
Beyhude dolandım boşa yoruldum,
Benim sadık Bad'im karadan beyaza dramatik bir dönüm yaşamış olan Michael'dır.


P.S: Yıllardır şu başlıktaki üçlüden birisini yapmayı planlıyordum, hatta tam tarih vereyim, ilkokul ikiden beri sonsuzluk işaretini koymayı bekliyordum ölen birine, kısmet Michael'aymış. Ayrıca adaşım olduğu için de ayrı bir saygı duyuyorum. Bu arada bu sonsuzluk muhabbetini ilkokul 2'de saatlerce düşünerek, yeryüzündeki en harika benzetme olduğu kanaatına varmıştım.

P.S2: Ayrıca Amerikalılar'daki kovalaklığı anlamak mümkün değil. Adam öldüğü gibi iTunes'da Thriller bir numaraya yükselmiş, ya bu insanlar ne kullanıyolar anlayamıyorum ben. Bakın öldüğü gün değil, öldüğü andan 5 dakika sonra falan. Aynı şey bu sene Noel döneminde American Idol gazıyla Hallelujah için olmuştu. Sanırım ilk üçü Hallelujah kaplıyordu, ayrıca Jeff Buckley cover'ının iTunes'da bir numaraya yükselmesi için gruplar oluşturdu bu insanlar. Yemin ederim, "Alev" filminde babasının, Müjde Ar'ı kemerle dövdüğü gibi dövmek istiyorum bu güruhu.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Kafka'ya Respek Üzerine


Gregor Samsa, korkulu rüyalarından uyandığı bir sabah kendini normal boyutlarda bir insana dönüşmüş olarak buldu. İçinde bulunduğu dev toprak yuvanın büyük bir böcek kolonisine ait olduğunu farketmekte gecikmeyen Gregor, annesinin ve babasının yandaki tünelden ona doğru yaklaşmakta olduklarını duydu, eline aldığı büyük kaya parçalarıyla ikisinin de kitinden bedenlerini muazzam bir soğukkanlılıkla ezerek öldürdü. Yuvadan kaçmayı başaran Samsa, en yakın karakola gidip bu dev koloninin insanlığa ne kadar zararlı olabileceğine dair şikayette bulundu, ve koloninin tamamen zehirlenerek öldürülmesi ayrıca yuvanın da betonla doldurulmasında çalışan ekipte azımsanamayacak derecede bir rol da oynamayı ihmal etmedi.

Kızkardeşinin kelebek olduğunu öğrenen Samsa, tanıştıktan kısa bir süre sonra kız kardeşini kumpasa getirip onunla evlendi, daha ilk gecelerinde kanatlarını yolarak kız kardeşini öldürdü. Sonradan kızkardeşinin renkleri dökülmüş dev kanatlarını, taslaklarında adı Greta olarak geçen bir kitap yazan, ama Lolita adıyla yayınlayan kelebek saplantılı bir adama yüksek bir meblâya sattı.

Yeni kurduğu ailesiyle beraber, Prag'da yaşayan Samsa'nın iki tane çocuğu var.
Kanatlardan kazandığı parayla hububat işine girdi.

23 Haziran 2009 Salı

Yolda Duyulanlar Üzerine


Geçen gün yine, sokaklarda gezip yalnızlığımı, umarsızlığımı, ürkekliğimi ve kalitesiz şiirlerde kullanılan ve yalnızlığı betimleyen diğer kelimeleri dinlerken beni çileden çıkartacak bir olayla karşılaştım:
"Aziz Nesin'den daha doğru mu biliceez abi, %60 aptal demiş, bence az bile demiş %90 olması lazım,lezeheheheze"

YETER!!!

Yemin ederim, şu klişelerle ülkeyi Muz Cumhuriyetine çevirdiniz be. Ama sizin için çok sağlam bi planım var. Bütün bürokratik problemleri halletikten sonra 1 hafta içerisinde gönderiyorum projemi. Bundan sonra "Aziz Nesin" "az bile demiş" "%li herhangi bir değer" kelimesini kullananları tespit edecek bir sensör geliştirdim. Sensör bu cümleyi her duyduğunda elektrik akımı veriyor, ayrıca güneş pili kullandığı için yeşil bir cihaz. Eğer bunu tekrarlamaya devam ederse voltajı arttırıyor. Üçüncüden sonra en yakın polis karakolunu arayıp arkadaşı aldırtıyoruz ve direkt Kara Murat Filmlerinde işçilerin çalıştırıldığı taş ocaklarına yolluyoruz. Yok vazgeçtim, daha apokaliptik bi yer olması lazım, hah buldum. Şu On Emir filmi vardı çok eski, Hz.Musa falan filan, işte orada piramitleri yaparken çekilen eziyeti gördüğümden beri çok korkarım piramit yapıcısı olmaktan. Bu yüzden okuyup adam olmaya karar verdim. Neyse, işte tam Yozgat'a ya da Bayburt'a kuracağım bu piramitlerin şantiyesini. Hayır Nil Nehri gibi suyla da taşıyamayacaksınız. Direkt İran'dan taşı sürükleye sürükleye Bayburt'a kadar çekeceksiniz.


Değerli okurlar, bu tip insanları çevremizde gördüğümüz zaman laf koymaktan, bakışlarımızla ezmekten lütfen kaçınmayalım. Size yemin ediyorum, ülkenin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir bu insanlar. Diğer klişelere saygım var, ama bunu artık söyleyecek insana Daltonların ayağındaki o demir gülleden takarak, İstiklal'de bir Cumartesi gecesi insan yoğunluğunda sokağın ortasına bırakmak istiyorum.
P.S: Bu arada Bir Cumartesi Gecesi İnsan Yoğunluğu, zihinde A Midsummer Nights Dream ahengi bırakmıyor mu? Ayrıca çok kötü bir orta yaş üstü amca esprisi gibi durmuş olabilir ama ben duygularımda çok samimiyim okur! Espri yapmadım!(Ayrıca bulunduğum İnternet Kafe'de tam şu an Karagümrük Yanıyor çalıyor, bunun yanında ben bu şarkıyı ezbere biliyorum. Tamam artık çok rahat bir şekilde bu sayfayı İnternet Bilmemne idaresi başkanlığına şikayet edip kapatma hakkına sahipsiniz. Ya şarkının sözleri resmen kafamda 10kilobaytlık yer kaplıyor şu an ve aklımdan silemiyorum. Shift del'le bile silemem, çocukluğun nokta anıları gibi kalmış. İki yaşımdayken para yutmuştum ve o paranın acaip tadını hala unutamıyorum, işte Karagümrük Yanıyor o para gibi bir şey, muhtemelen 83 yaşımda bile ezbere bileceğim bir şarkı olacak.

Yeni Bir Araştırma



Dün YDS'nin de bitmesiyle beraber Cebrail aracılığıyla elime ulaşan grafikleri sunuyorum. Türkiye'de aylık dua etme ve hatim indirme oranları. Görüldüğü gibi, Haziran ayında Türkiye'nin ortalaması şu anda elimde olmasa da Kurban Bayramı dönemindeki Kabe etrafındaki Hatim oranlarına çok yaklaşıyor. Okunmuş su,pirinç ve şeker oranlarını sunamıyoruz, çünkü onlar yasadışı super drug kategorisine giriyor. Yani en azından Cebrail'in getirdiği "Türkiye ve Dua Dosyası"(Arena gibi oldu, tam şu an saçlarımı hafiften sarıya boyayıp, suratıma botoksla Uğur Dündar gülümsemesi yaptırma isteğiyle doluyum. O adamın bir tane filmi vardı Hülya Koçyiğit'le oynadığı, ama o kadar eski ki Camera Obscura'nın yeni bulunduğu dönemler olabilir, işte oradaki tipiyle şimdiki tipi arasında hiçbir farkı yok. Sadece o zamanlar kafası yuvarlaktı, şimdi takım elbise giye giye kafası da etkilenmiş bu durumdan ve kafası da dikdörtgenler prizmasına dönüşmüş. Hatta durun, özel olarak Beymen'den Uğur Dündar'ın kafası için takım elbise diktirtmeye karar verdim. Çok yakışır bence) içerisinde okunmuş su hakkında falan bir bilgi göremedik. Neyse, içinde Tanrı'nın Cebrail'le online konuşmalarından kopyalanmış "CnM Yhaaaa, ChOoOk mUtlu oldum:))))" gibisinden yazılarla karşılaştım. Tabii kendine "Biz" diyen birinin böyle samimi konuşmalarını okumak insanda çok farklı hisler bırakmıyor değil.

Şimdi gördüğünüz gibi, değerler Haziran ayında tavan yapıyor, tabii yaklaştıkça özellikle Haziran Ayı'nın ilk 3 haftası için bu değerlerin daha yüksek olduğunu görüyoruz, bir de Eylül'de bir artış var, o da aslında Ramazan'ın tamamını içermiyor, sadece Kadir Gecesi için bir artış söz konusu. Elime geçen bu değerleri Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Başkanı'na verince, çıldırdı. Sinirinden Cengiz Küçükayvaz'a dönüşüyordu ki son anda yardımcılarından birinden gelen gizli dosyayı görünce yüzünde o şeytani gülümseme belirdi. Yıllardır hazırlanan bu dosyanın içindeki şok edici bir grafiği size sunmak istiyorum.


Görüldüğü gibi içki satışında Ramazan ayında muazzam bir düşüş yaşanırken, Bayramın birinci gününde inanılmaz bir artış var. Fakat bu bilgiler daha Cebrail'e iletilmediği için çok büyük bir skandal ortaya çıkmadı. Yarın onun dosyasına ve argümanlarına klarşılık elimdekileri vereceğim. Meraklarla bekleyin!

12 Haziran 2009 Cuma

Bıyıklar Üzerine


Teşekkürler Hitler!

Senin sayende Dünya'da Yirminci Yüzyıl'ın ilk yarısından sonra kimse badem bıyık bırakmaz oldu. Eminim senin gibi bir ruh hastası yeryüzüne gelmeseydi, sen ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu Dünya'nın bıyık modasını belirliyor olacaktınız.


Şimdi, herkes Hulusi Kentmen'e saygı duyuyor. Yeryüzündeki en dede insan olduğu için. Hulusi Kentmen'i sevmeyen insanlara halis mûhlis Sivas çakısını saplarım hülean!!! Elini öptüğüm an, en büyük banknottan vermezse kendimi keserim. Eğer gelmiş geçmiş eli öpülmesi gereken insanlar listesi çıkarılsaydı birinci Godfather I'de Marlon Brando, ardından da herhangi bir filminde Hulusi Kentmen olurdu. Öyle potansiyel bir büyükbaba ki, yanında Noel Baba, Stuard Little 2 kadar sönük kalıyor( ya da diğer orta kalite Holywood devam filmleri kalitesizliğinde). O kadar babacan ki, "Hulusi Kentmen kimdi yaaaa?" diyenler için, özel olarak Güney Amerika'ya gidip Voodoo büyüsü öğrendiğim gerçeğini saklayamam.

Sırf o, ve peder insanı yüzünde bıyık bırakmak zorunda kalıyorum. Gerekirse, yeşile ya da diğer en ucuz Marshall boyaya boyanmış bir laz müteahhit apartmanının çirkinliğine dönüşsün yüzüm, yine de bıyık bırakmaktan vazgeçemeyeceğim Hulusi Kentmen yüzünden.

P.S: Az bilindiğini tahmin ettiğim şok edici bir gerçeği söyliyim bu arada, bilenler eski günleri yad etmiş olurlar, bilmeyenler de obarey nidası eşliğinde şaşırırlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Murat Belge'nin dayısı! Yani aralarında "Murat şu yastığı uzatsana belim ağrıyo.", "(hmskmm iş yaptırtıyo adam bana ya!!) Buyur Dayı'cım", sohbeti geçmiş olabilir. Ya hu resmen gidip Kurban Bayramı'nda elini öpüyorsun, karşılğında 10 lira veriyo falan. Bir insanın Dayısı nasıl Yakup Kadri olabilir? Kendi öğretmeninin çocuğuyla arkadaş olmak gibi bir şey bu. Benim babam öğretmenim olsaydı, konuşmazdım zaten onunla, çok korkunç.

Zenginliğin Yarattığı Sürreal Saplantılardan Biri Üzerine


Geçenlerde dejeneratör'de gördüm. Şöyle diyor saygıdeğer insan: " Sağlık İl Müdürlüğü ve Mezbahalar Müdürlüğüne sesleniyorum. CNN Türk, kadın kıyafeti giydirilmiş bir dalak (ciğer de olabilir) çalıştırıyor. Halkın sağlığıyla oynamayın kardeşim!"


Hak vermek bir yana, bunun sosyo ekonomik zihinsel bir rahatsızlık olduğu hissini de gözardı edemiyorum. Solaryumu yiyen beynin, sinapsları atmasına yardımcı olan sinirleri de yanıyor tahminimce.(ki beyin hücrelerinde sentrozom yok yani, yandığı zaman bitti. Bir daha toparlayamazsın o kafayı, ultraviyoleyi yiyen beyin bağımlı kalıyor.)


Aynı hastalık Özlem Yıldız'da da var. Bunu tek bir sebebe bağlayabiliyorum. Paraların sahte olup olmadıkları "gebze-harem" minibüslerinde de sıklıkla bulunan mor ışıklar altında kontrol ediliyor, işte aynı şekilde bu ışığın ultraviyole ve hafiften mavi sürümü solaryumlarda var. Bu yüzden kendilerinin gerçek olup olmadıklarından da ancak bu şekilde emin olabiliyorlar. Aslında ne kadar korkutucu, Padme'yi kurtarmaya kalkışan Anakin'in, Darth Vader'a dönüşmesi gibi resmen. Sürekli Dark Side'a yaklaşıyorlar. "Amerika Botoksla ve Diğer Anlaşılmaz Yöntemlerle Yüzleri Mahvolmuş İnsanlar Federasyonu"ndan "Fahri Sister'lık" belgesi almaları an meselesi sanırım. Michael Jackson'ın beyazlaşma saplantısının antitezi bu ikilide var.


Tabii şimdi ozon tabakasındaki delik biraz daha küçülme eğilimine girdi, ama şu büyüme döneminde olduğu 10-15 yıllık süreçte dünyada kimsenin zarar görmemesini bu iki insan sağlamıştır. Eğer onlar olmasaydı şu an insanlık,(belki de tüm habitat!), ultraviyole ışınlar yüzünden yok olabilirdi. Ortaokulda din öğretmenim "Eğer Dünya, Güneş'e bir mızrak boyu yaklaşsa tüm insanlık mahvolur" demişti, ama tabii bu sırada tahminimce Eda Taşpınar ve Özlem Yıldız ikilisini hesaplayamamıştı.

Katkılarından ötürü, Greenpeace'e bu ikiliye başarı belgesi vermesi için bir dilekçe yazmaya karar verdim:

Greenpeace isimli tüzel kişiye,


Ülkemde bulunan iki adet mobil ultraviyole ışını süzgecine, doğaya yaptıkları katkılardan ötürü başarı belgesiyle ödüllendirilmesine dair gereğinin yapılmasını arz ederim.


Saygılarımla Michel Monteyn
P.S: Ortaokul Din Öğretmenime de bir çift sözüm var!Kaptan Kusto'nun, Akdeniz'le Atlas Okyanusu'nun karışmadığını görüp Kuran'dan öğrenince müslüman olduğunu anlatma muhabbetlerine geliyorsun da, neden E.T(aha kısaltmaya bak! acaba ne anlama geliyor aslında?) ve Ö.Y'nin atmosferik olaylarda rolü olduğu gerçeğini kabul etmiyorsun kardeşim!

7 Haziran 2009 Pazar

Flaş Haber!!!


Sağlık Bakanlığı'ndan gelen açıklamaya göre kolbastı oyuncularına ücretsiz ekstazi yardımı yapılacağı belirtildi.

Bakan Recep Akdağ'ın Samsun'a gidip paket paket ekstaziyi, mesur macunu edasıyla dağıtması sonucu kolbastıcı gençler dayanamayıp oynamaya başladılar.

Akdağ: "Bu kampanyayı Türkiye'ye yaymayı planlıyoruz. Gençlerin istemsiz kasılmalara ve sarsılmalara ihtiyaçları var, gerekirse hastanelerin nöroloji bölümlerinden kamyon kamyon epilepsi hastası taşıyıp, kriz tetikleyici ışıklar kullanarak gençlerimizin kolbastıyı bizzat işin uzmanlarından öğrenmesine yardımcı olacağız." dedi.

Bu açıklamadan sonra dayanamayıp gençlere katılan Akdağ aldığı hapın da etkisiyle altı saat kırküç dakika kolbastı oynayarak yeni bir dünya rekoruna imzasını attı.

Samsun dönüşünde bakanlığı bıraktığını açıklayan Akdağ, Türkiye'nin kültür ve barış elçisi olarak Dünya'nın en ücra köşelerine kolbastıyı götüreceğini, ve bundan sonra Fethullah Gülen'in yurtdışında kurduğu Türk okullarında seçmeli ders olarak kolbastının müfredata ekleneceğini açıkladı. Sözlerine Oscar Wilde'dan: "Kolbastı, insanın kendine yakışanı giymesidir." alıntısıyla devam eden Akdağ'ın bir gün önceki performasından ötürü yorgunluğu gözlerden kaçmadı.

Bu sırada uçakta tekrar oynamaya kalkışan Akdağ'ı, kolbastının yarattığı manyetik alanın uçağa zarar verebileceği gerekçesiyle hostesler sakinleştirdi.

4 Haziran 2009 Perşembe

Kasaba Delileri ve Şarapçıları Üzerine


Eğer elimde yeteri kadar para olsaydı;
Türkiye Taşlananlar, Şarapçılar, Mahalle ve Köy Delileri Federasyonu'nu kurardım.
Hatta, lokantalarda bulunan A4 kağıdına basılmış mor renkli ya da minibüslerde bulunan yine mor renkli çerçeveyle daha küçük bir kağıda basılmış fiyat listelerinden ben de kendi federasyonum için basardım.

Taşlamak: 2 lira
Şarkı söyletip vidyoya çekip internette yayınlama: 10 lira
Dalga geçme: 4 lira
Para Verme: Alt sınır 50kuruş
Sinirlenip Dövme: 20 lira

Altına da Türkiye Taşlananlar, Şarapçılar, Mahalle ve Köy Delileri Federasyonu'nun kaşesini basıp, kurumu yasal hale getirirdim. Tabii tüm kurum mensupları artık fiyata bağlı işler yapıyor olacakları için belki de çok kötü olurdu. Vazgeçtim kurmuyorum, para benim değil mi gider adamlarımı alır hepsini en adisinden şarapla ödüllendirir, kedili deli kadınlara da özel kedi ithal eder, taşlananlara da Selena'daki kötü adamın da taktığı plastik koruma aparatları alırdım.

Bu adamlar hakkında muhabbetler, karikatür dergilerinde milyon kez yapılmıştır. Dalga geçildiklerini anlatmak ya da yansıtmak -Uğur Gürsoy'un Faik'i mesela-ama sürekli acaip bir muhabbet çemberine de dahildirler. Bu adamları şehir içinde gördüğümüz zaman, orada olmaları biz şehir sakinleri için farklı bir tamamlanma hissi verir. Bu adamlarla hiçbir şekilde muhabbetimiz olmasa, ya da küçükken biz de o taşlayan gruba dahil olsak bile, bir şekilde adamların bizim için ayrı bir bağlantıları olduğunun farkına varmak kafamda sıcak bir ekmek varmış ve buharı dışarıyı görmemi engelliyormui hissini uyandırıyor.

"Ahohay, işte kasabamızın sembolü Şevket Abi!" demiyorum. Onu, yabancılara, yeni gelenlere anlatmak için bu cümleyi kullanabiliriz, ama aslında kasabanın sembolü olması, ne onun için önemlidir, ne de bizim için. Zaten Laz Müteahhit apartmanlarıyla doldurulan kasabanın bir sembolü olacağını da sanmıyorum. Yani olsa bile, bundan 500 yıl önce yapılmış çok sıradışı bir yapıyı örnek göstermek bizim için daha tercih edilebilir sebeptir.

Şu da var ki, o cami ya da köşk ya da her neyse bilmiyorum şu an, kasabanın bizden önce nesillerinin başarılarını; bizden önce yapılanları gösterir. Ama Şevket Abi oradadır ve herkes onu tanımaktadır, en az o cami ya da o köşkya da yalı kadar. Bu adama geçmişte elli kuruş atmadıysak, o zaman ki bizin değer yargılar engellemiştir. Yoksa o adamın şarap içip yaşamaya devam etmesi bizim için kasabanın yaşamasının sembollerinden biri gibi. Hatta benim kasabamdaki bu adam öldüğü zaman, gerçekten üzülmüştüm. Kapalı toplulukların Türkiye'de dışarı övebilecekleri az yapıları vardır; ama kendi içlerinde , sıradışı olanların övülmeleri o yapıların varlıklarından daha önemlidir.

Herkes şarapçı olsun, herkes delirip evinde 150 tane kedi beslesin demiyorum. Bu adamların ve kadınların az olması onları çekici yapan şey. Şimdi şunu da yapabilirdim: "Şevket Abi her ne kadar sıradışı da olsa bizdendi aslında, bizim kirli tarafımızı temsil ediyordu!"(arkaya da Secret Garden'ın Nocturne'unu basarım aklınız durur.) Hayır efendim öyle cümleler söyleyecek insanın gözümde hiçbir değeri kalmamıştır. Çünkü, bu cümle ancak Tayfun Taliboğlu'na yakışan samimiyetten uzak bir şey. Zaten öyle bir şey yapacak olsam gider Seda Sayan'ın programını arar ondan Şevket Abi için yardım isterdim. Halbuki ben bir miktar üzülsem bile, onun böyle sürünüyor olması, benim için tamamlayıcı bir his yaratıyor.

Mesela, birçoğumuzun bundan önce Türkiye sınırlarında her hangi bir yazlık sitede kaldığını varsayarak söylüyorum. O küçük odadadan yan binayla birleşen boşluğa düşmüş kötü kumaş, eski nevresim takımı, patlak lastik top, bitmiş diş macunu, tel parçası, sıva döküntüsü neyse bizim için, Şevket Abi de odur. Onun orada olduğunu bilmek yeterlidir. Onun kaybolduğunu bilmek benim içime küçükken yaladığım naylon ve cikciklyen oyuncaklardan mideme kaçmış hissini uyandırıyor. Bunun dışında "Türkülerle Türkiyem" ya da "Delileri ve Şarapçılarıyla Türkiyem" hissini uyandırması çok fazla TRT kalitesizliğinde ve Times New Roman yaygınlığında bir ıslanmış kağıda dokunup rahatsız olma hissi uyandırır bende.

Sanki her zaman yedekte bu kadroyu dolduracak deliler mutlaka vardır, sadece kendilerinden yüksek rütbelilerin olduğu yerde su yüzüne çıkmaktan utandılarına inanırım. Yoksa Şevket gidecek yerine Tahsin gelecek, biliyorum. Tahsin'i de bir şekilde arkadaş ortamında öveceksin, ve o da bir gece soğuktan ölecek sonra onun yerine Kadir gelecek, bu döngü böyle devam edecek kendi küçük kasabanın içerisinde.

Sınırların dışında yaşamak Şevket korkusuzluğu getiriyor insana, param olsa bile buna inanmıyor olurdum. Çünkü, bunu benimsemek için çok basit yollara yönelmişler, ne filozoflar ne de çok zekiler buna rahatlıkla ulaşabilirler; sadece deli ve ya şarapçılar toplumu rahatlıkla arkada bırakırlar.( Ha bir de kasabaların filozof şarapçıları olduğunua inanılır ama bu adamlar son 30 senedir ezberledikleri söylemleri değiştirmemişlerdir, bu yüzden sempati beslemek bence yine yanlış bir davranış.) Bunun için belki yıllarca vicdan azabı çekiyolardır, ya da umurlarında değildir. Haklarında derin bir sosyolojik araştırma yapılmaması gerekiyor bence. Özgün adamlara aniden zarar vermeye çalııyormuşum gibi gelirdi eğer onlar hakkında bir araştırma yapmaya kalkışsam. Bu yüzden de derin bir konuya girmektense bu adamların değer ve değersizlik skalasında çok saçma bir yerlerde bulunduğunu söylemek istiyorum.

Aniden silinmesi hiç umrumda değil, ama aniden silinmesinin bana haber verilmesi bir miktar burkuyor beni. Kalitesiz şaraba arzın düşmesi değil ama, bu adamın artık kalitesiz şarap içemiyor olması beni üzüyor.

Her an methiye düzmeye başlayabilirim. Nasıl bu kadar klasik görünüşe sahip oluyolar? O çirkin bere, tam beyazlamamış ama kırlaşmış sakal, çirkin gri, mor, mavi ya da siyah kokan mont. (bu arada 10 metre çapındayken algılamayı kolaylaştıracak özgün koku), 25 yıl kısa samsun içme sonucu boğulmuş ses, ki şarapçı sesi diye bir kavramı şu an bir tiyatro oyuncusuna söylesem çok kolay yapabilir.

Sanki Kültür ve Turizm bakanlığının ücra ilçelere yollağı görevli memurlar gibi her biri. Kendilerine öz bir duruşları var. Bu kemikleşmiş şarapçı,kültür bakanlığı memuru görüntüleri yüzünden, düğmesini koparsan en az altı aydan başlarmış gibi duruyor. Görev sırasında ölüyor bir çoğu, bu yüzden onlara da şehit cenazesi düzenlenirse çok uygun olur galiba.

Neyse demem o ki, bu adamlar hakkında konuşun, oturduğumuz apartmanların şeklini en güzel yansıtan insanlar da bunlar çünkü. Toplumun en güzel insanları.
 
Copyright © 2010 MONTEYN