5 Mart 2015 Perşembe

Sara Krizi ve Çöküş Üzerine

Hayatımda birinin sara krizi geçirdiğini ilk gördüğümde 11 yaşındaydım ve bir düğünde halay çekiliyordu. Bu esnada dondurma için annemden para dileniyordum ya da henüz saçmasapan plastik bir oyuncakla salona girmiştim, düğün için Türkiye'ye gelmiştik ve Salonun bulunduğu yerin adresinde Bağlar Caddesi ismi geçiyordu. O esnada şatomdan çıkmamış olduğumdan Fransız kentlerini dahi tanımıyordum. Bildiğiniz gibi Fransa'da Paris dışında tüm ülke kapitalizmin gelişiminin ardından dahi kırsaldır. Size Robert Brenner'la geliyorum, Merchants and Revolution'la geliyorum, çitlemeyle, agrarian origins of capitalismle geliyorum size canlarım, "görüntüleri izledim, ne yazık ki doğru :/". Neyse, bu esnada İstanbul'un Anadolu Yakası'ndaki meşhur caddeyle karıştırmış olduğumu bilmediğim için "Demek insanların övdüğü cadde buymuş, e bu bildiğin varoş sokağı" diye düşünmüştüm. Tam olarak düşünmemiştim tabii ki bunu 11 yaşında bir çocuk nasıl düşünürse öyle düşünmüştüm, yani sığır gibi. İçeri girdim. İnsanlar son düzlüğe girmiş yarışatı terliliğinde nefes nefese havasız düğün salonunda halay çekiyordu. Berbat, Brüt erkek parfümü kokusu havayı karbondioksitten beter zehirlemişti.

Halaydaki gençlerden biri aniden, sanıyorum ki düğün salonundaki ışıkların ve ritmik hareket neticesinde yere düşüp titremeye ve titreyerek salya saçmaya başladı. Olayın içeriği kapsamında halay esnasında sara krizi geçiren kişi karşısındaki çaresizlik bir anda insanın nasıl anlamsız bir hayat sürdüğünü anlamasına yol açıyor. Simlerin, topuzların, disko topunun, limonatanın ve damat halayının ortasında titreyerek salyalar saçan bir insan. Hemen yapılan müdahale esnasında evlatlarının çaresizliğinden ötürü kendileri de utanıp bir yandan da azap çeken anne babası ve hemen havalandırılan düğün salonu. Evlat kalktı ve düğünün geri kalanında tecrit edildiği köşesine kapatıldı. Nörobilimden anlamayan bir insanım, yazılımdan da anlamayan biriyim, ama beynin normal işlerken bir anda "çalışmayı durdurdu" uyarısı vermişçesine bir hali vardı. Bu osurukta gözlemleri tabii ki erişkin halimle yapıyorum, o esnada tüm salonun donukluğundan başka bir şey yok kafamda. Bir de çok ucuz salon ışıkları. Bu durumu aslında, Karl Ove Knausgard'ın Min Kamp'ının ilk cildindeki ölüleri ve hastaları hemen gözönünden kaldırma saplantımıza dair bir mevzuyu anlatmak için yazdım.

Geçen yaz bir caddede arkadaşımla beraber yürüyorduk. Adamın biri yerde yatıyor ve ağzından köpük saçarak belli aralıklarla titriyordu. İnsanlar bu kişinin yanından kendisi o esnada performans sanatı icra ediyormuşcasına gelip geçiyorlardı. İbn Haldun'un toplumların ömürlerine dair tespitlerine uzun uzadıya girmeyeceğim. Ancak anladım ki, bu esnada gördüğüm toplum artık ölmekte olan bir toplumdur. Ahlâki en alt seviyede bir buluşma noktası kalmamış,kriz geçiren bir insanı kaldırıp duvara dayamak dahi "ya cüzdanımı çalarsa", "ya gasp ederse" kaygısıyla silinivermiş bir toplum. Başka bir beyefendiyle beraber kaldırıp duvara dayadık ve yüzünü yıkadıktan sonra biraz kendine geldi, o esnada ambulansa haber verdiğimizden o da gelmişti. Böyle bir toplum yerin dibine batsın ve batıyor da. Kusura bakmayın böyle ayetvari oldu, Ebu Leheb'in elleri kurusun, kurudu da gibisinden. Ancak, biraz gündem takip edildiğinde fark ediyoruz ki, bir insan nasıl akıl sağlığını yitiriveriyorsa şok eden bir olay üzerine örneğin, bu bahsedilen toplum da benzer şekilde akıl sağlığını yitiriyor yavaş yavaş. Suratlardan akan mutsuzluk, gerginlik, ahlâkçılık kaynaklı had bildirme güdüsüyle dolu ahlâksız insanların dolduğu bir ülke, ekşisözlükteki tabirle "küçük kasabalardaki kokuşmuş merkez sağ atmosferi"nin bir ülkeye yayılmış hali. Had bildirmek tam bir uzmanlık haline gelmiş durumda, herkes aynı zamanda "kusura bakılmaması" kaydıyla, had bilmek durumunda. Zira hadler belirli bir ekip tarafından çizilmktedir. Herkes, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle olarak ortak hudutta bulunmalı, aksini yapan nıçnıçlanmalı, belerterek bakılmalı, "neyse ya o da iyi" denmeli. Alman dostlarımınbu tip toplumları tam 12'den vuran bir kelimeleri vardır ki, o toplulukların iliklerine kadar işlemiştir:"schadenfreude"




3 Mart 2015 Salı

Ouroboros Üzerine


"My beloved is a sergeant in the military police."

Mahmut Tuncer

Öncelikle, birbirimizi kandırmayalım bu yazı Ouroborosla ilgili falan olmayacak siz değerli dostlarımın da bildiği gibi. Ama ayıp olmasın kısaca bahsedip geçeyim, Ouroboros yukarıdaki fotoğraftaki arkadaş, ya da annelerimizin dediği gibi "çalışmazsan çalışma, kendi başını yersin.", ya da devam filmi olan "Şermin'in kızı tıp kazanmış -_-" isimli bir çalışma. Çok eski bir şey zaten, yok kendine dönüklük, kendini yiyip sıçma yeniden üretme,yapısöküm, Derrida'nın tütün kolonyası kokan taşakları falan gibi anlamlara geliyor beni şimdi açıklamak durumunda bırakmayın. Aşağıdaki arkadaş ise Enso:

Enso, yapımı oldukça zor bir olay, bazı insanlar bu hususta kendi üsluplarını mükemmelleştirmek için yıllarını enso yapmaya harcıyorlar. Şekillerin benzerliğinden de sezilebileceği gibi hayatın döngüsü,  mükemmeleşme, zen ve motosiklet bakımı ya da bayramın ilk günü el öpmeye gidilen az tanıdık orta uzaklıktaki akrabanın evindeki zigon üzerinde kalan çay lekesi gibi anlamları var. Tahminime göre birbirini andırıyor anlatmak istedikleri meseleler. Ben ensonun adını unutmuştum, japanese circle symbol diye aradım tekrar aklıma geldi. Neyse konumuz bu değil. Buraya yazmaya başladığım esnada 2008 mi 2009 mu neydi o esnada bir öfke bir yerlere tükürmem gereken ve tahminen az kişinin bildiği bir şeye ihtiyacım vardı. Bunu gösterebileceğim elimde sadece yazmak vardı. Yazı yazmak da bisiklet sürmek gibi bir mesele değil, düşe kalka öğreniyorsun tabii, ama insanın içinden gelmesi gerekiyor. Bu blog'da o dönemi gayet iyi temsil edebir iki yıllık bir dönüş var. Geri dönüp okuduğumda çok komik ya da çok zekice olduğunu sandığım şeylerin hatırısayılır bir kısmının aslında en iyi tabirle vasat olduğunu görüyorum.

Fakat mesele bence bunun üzerine çıkan bir şey, blog yazmak bilhassa google'ın servisi, artık atalarımın da dediği gibi passé bir olay. Ben en son birinin blogger'ını ne zaman okuduğumu açıkçası hatırlamıyorum. Daha yazmaya başladığım esnada tumblr çoktan kullanım rahatlığı ve amcıkağızlılara sunduğu şekil yapma imkânı vesilesiyle çoktan bu tip siteleri alt eder nitelikteydi. Bir diğer yandan uzun metin okumak internette artık anlamsız bulduğum bir şey. Milyonlarca insanın düşünüp tartmaya fırsatı dahi olmadan fikir kustuğu bir yerde herhangi bir fikrin pek bir değeri olduğunu düşünmüyorum. Porno izlemenin bile bu tip uğraşlardan değerli olduğunu düşünüyorum,(yanlış anlaşılmasın önceden de internette pornoya herhangi bir fikre ayırdığım zamandan daha fazlasını ayırıyordum. ancak daha yapısal bir meseleden bahsediyorum burada.) Hele twitter özelinde ve sosyal medya uzmanlığı gibi çuval tartma müdürü dandikliğinde bir iş kolu dahi çıkmışken insanların halâ umursandığını düşünmesi ilginç bir durum olurdu. Tabii bunu, "Gelecek kuşaklar azizim" ezikliğinde yakınarak anlatmıyorum. Zaten yüzlerce yıldır hemen kimsenin fikri bir önem teşkil etmiyordu, insanların yeni bir ortama uyum sağlaması sonucu böyle yanlış garip bir algı oluşmuş gibi. Bu vasatlığın hükümranlığından Aldous Huxley de yakınıyordu ve bu sebeple iyi üretimin vasatlığın arasından sıyrılmasının oldukça zor olduğunu söylüyordu. Şimdi ise, vasatın biraz üstünde bir şeye denk gelmek bile bir dehayla karşılaşılmış hissiyatı yaratıyor. Bunu tabii ki kendisini ve fikirlerini çok fazla ciddiye alan insanlar üzerinden söylüyorum, blog yazmak, twitter'da bir şeyler yazmak, blog yazarlığı gibi berbat bir alandan yola çıkarak kitaplarının basılmasını istemek ve hatta basılması, insanların nasıl olup da birkaç ay içerisinde sıkılmadığı şeyler aklım havsalam almıyor. Şu noktadaki zihnimle blog yazmaya başlar mıydım diye düşündüğüm oluyor. Bana burasının yararı bazı zamanlar yazarken gerçekten yazan insanların yaşadıkları hazzı bir anlığına yaşatabilmesi oldu. Anlatacak şeylerin anlatılanlara en kolay ulaştığı yer internet tabii ki günümüzde, ancak bu sadece havada uçuşan değersiz laflardan ibaretmiş gibi geliyor. Yani, bu ortalamaya çekilme örneği, bir bakanın twitter hesabı açması, ya da bir belediye başkanının hesabı olması gibi bir mesele. Hayatımda fikirlerini en merak etmediğim insanların sürekli çevresine laf yetiştiriyor olması, saçmalaması, garip bir sırnaşıklık halinde bulunması sevdiğim bir şey değil. Eline kağıt alıp sayfalarca yazı doldurmak yerine, buraya gelip bir şeyler saçmalamak; aslında bir enstrüman çalmayı öğrenmek yerine guitar hero oynamak kadar saçma bir şeymiş gibi geliyor. Neyse öyle. Siz benim gibi değilseniz fikirlerinizi merak ediyorum. Bunca saçmalığa karşı nasıl bir süzgeç kullandığınıza dair. Sadece birini takip etmemek gibi bir şey değil çünkü, vasatlık internetten löplöp taşan ve uzak durulması oldukça zor olan bir şey. Bu yazının da tabii ki öyle olmadığını söylemiyorum, bu da o hale dahildir.

 Yazım hatalarım bozuk klavyeden kaynaklıdır.



Burada anlatn global village ve solidarite halini aksine mobil internetin kırmış ve televizyonun toplayıcı yönünün aksine kişileri yalnızlaştırmış olduğunu düşünüyorum. Hiçkimse hiçbir zama istediği kişinin yanında değilmiş gibi uzun zaman planlanan buluşmalarda dahi herkes yine başka birisiyle telefon aracılığıyla sürekli iletişimde kalıyor. Bu da geçmişteki örneğin, SMS'in aksine o esnada kişinin sosyal algısında gerçekliğe dair bir kırılmaya neden oluyor. Burada Stuart Hall parçalayacak değilim uzun uzadıya. Kısacası, neredeyse hiçbir zaman sevdiklerimizle tam anlamıyla biricik bir sosyal ilişki yaşamamızın bu noktada artık mümkün olmadığını düşünüyorum.
 
Copyright © 2010 MONTEYN