17 Ekim 2012 Çarşamba

Yezidilik Üzerine

Çok garip bir şekilde bir süredir Yezidilik üzerine yüzeysel bilgi ediniyordum ki Diyarbakır'da bir organizasyon olduğunu duydum. Neyse garip bir şekilde kesiştiği için şaşırdım.

Biliyorsunuz endogami var Yezidiler'de öyle Nemrut'un Kızının seni yandırması, efendime söyleyeyim Suzan Süuzi(Suzy, Sue) falan gibi bir durum yok. Bir kısım dezenformasyona yol açmak istemem bu sebeple dediklerimin büyük bir kısmını ciddiye almayabilirsiniz.Öncelikle bir hikâyeyle başlayıp konuyu çok şaşırtmacalı yerlere bağlayacağım, meğerse Paul Newman ve Robert Redford bütün kumpası baştan planlamışlar yaaa diyeceksiniz.(Artık Dövüş Kulübü ve Altıncı His göndermeleri yapmak istemiyorum. Başka filmlerden örnek vereceğim)

Pandora'nın kutusu açıldı bütün kötülükler ortaya saçıldı falan, aslı çömlektir ya neyse. O dönemde kutuyu nereden bulacaksın amına koyayım 16 liraya not defteri 20 liraya sikik karton kutu satan büyük kitabevleri yok zaten biliyorsunuz o dönemde. Hayır söyleyin varsa biz de gülelim. Pandora Dünya'daki ilk kadın, çeşitli taklalar vesilesiyle Prometyus'un kardeşine yamamışlar. Yok işte hamile bıraktın, abim görürse kemiklerimi kırar falan filan.Kürtaj yasak zaten o dönemde, Yılanların Öcü filmindeki gibi sırtına taş bağlayıp merdivenden atlayıp bebeği düşürüyorlar. Neyse Pandora Abla kutuyu açıyor, ve her türlü pislik, adilik, karmanyolacılık, tantanacılık, tırnakçılık ve dahi bilumum yan kesicilik, torbacılık ortalığa saçılır. Yalnız kutunun dibinde umudun ruhu "elpis" kalır. Pandora da yumurta kapıya dayanınca neyse bari kapayayım da bu kalsın içeride der.

Peki bunu neden anlattım? Çünkü madem Pandoranın Kutusunda kötülükler ortalığa saçılıyor o zaman umut kötü bir şey mi ki o da kutunun içerisinde onlarla beraber bulunuyor? Bu soruyu, hikayeyi annemden 7 yaşındayken öğrendiğimden beri kendi kendime soruyorum. Tıpkı mest üzerinden abdest almayı anlayamayışım gibi bu konuya da bir açıklık getiremiyorum. hayır mest deri olacak ama mesela sahte deri de olabilir mi? Ya da mes varken arada çorap olsa bile abdest alınabiliyor ama çorapla abdest alınamıyor. Ne biçim insansınız siz hiç anlamıyorum ki. İşte, madem kutuya umudu hapsediyorsun, neden bunun içinde tutacağına umudu da salıvermiyorsun ki kötülükle baş etsin, insanlar için gizli saklı bir şey olmasın. Hikâye aslında tırt diyebiliriz, tıpkı Minerva'nın Baykuşu kullanımının süper bir kullanım olarak durması ama aslında arka planını araştırınca pek bir numarası olmadığını Hegel sağ olsun biraz ün yaptığını öğrenmemiz gibi bir şey. Umut ve uyanışla ilgili hep boktan hikâyeler anlatılagelmiş geçmişten günümüze. En güzeli Amerikan Rüyası arkadaşım, kafan rahat.

İşte böyle böyle derken Yezîdilere geliyorum. Neden dışarıdan evlenmiyor Yezîdiler bunu anlatmak istiyorum. Kafadan en kral kutsal kitap ismi Kara Kitap'ı ben de inancımın temeline koysam ben de evlenmem dışarıdan kimseyle öncelikle onu söyleyeyim. Kara Kitap sonuçta arkadaş,. Lovecraft da az bilgi sahibi olup leş öykülerini anlatırken(o zaman internet olmadığı içni normal) Yezîdiler şeytana tapıyordu yok şöyleydi böyleydi diye anlatmışlığı var. Zaten ondokuzuncu yüzyıl mistisizminin kendini bilmez aptallıklarına katlanamıyorum. Her şey korkunç, her şey 2 yüzyıl önce çizilmiş gravürlerden korkmaya dayanıyor. Bu kadar mal bir medeniyet dönemi olamaz. Bakın Baphomet diye bir varlık var, 19 yüzyıldaki okültistler yüzünden günümüzde şeytanla özdeşleştirilen imaja sahip olmuş bir vatandaş. Aslında alâkası yok, isteyen araştırsın. İsmi de Muhammet'ten geliyor bu arada. Salak bir şekilde kendi kendilerinin imanlarından korkup bir de iyice sıvamışlar. Yani mohammad mohhamad olmuş sana Baphomet falan. Borges bunu bilse hamiyetten gözlerinin yaşını tutamazdı biliyorum.

Kara Kitap'ta şöyle anlatılır. Adem ve Havva çocuk yaratabilme hikmetinin kime ait olacağı üzerinde bir anlaşmazlıktadırlar. İkisi de döllerini ayrı kavanozlara koyup beklemeye başlarlar. Havva'nın kavanozundan böcekler, ve çocuk komedilerinde üzerlerine düşen kurbağa, yılan, sıçan, sevan nişanyan boku falan çıkar. Adem'in kavanozundan ise nur yüzlü bir oğlan doğar. Bu doğan oğlan büyüyüp bir huriyle evlenir. İşte Yezîdiler bu soydandır. İnsanlığın geri kalanı ise Adem ve Havva'nın birlikte yaptığı çocuklardan doğmuşlardır. Tabiî bu anlatının devamında mesela Nuh Tufanı rol oynuyor mu bilemiyoruz o konuda bir şey diyemeyeceğim. Fakat böyle bir soydan gelince tabiî insan bir moda girer yani normaldir.

İşte efendim, ben bu anlatıyı, Pandora'nın da ilk kadın olmasına istinaden onun mitine de benzettiğim için size de bunu anlatmak istedim. Şimdi de Chet Baker'la kapanışı yapalım.

31 Ağustos 2012 Cuma

Yazın Çok Güzel Bir şekilde Devam Etmesi Üzerine



Serdar Ortaç'la açılışı yaptım, çünkü yaz halâ devam ediyor ve havalar da gayet çok sıcak. Yeter ulan bu yaz bitti muhabbetleri!! Tanıyorum bu tip insanları, bunlardan biri de Valide Hanım. Biliyorsunuz burada yazılanların bir kısmı tam olarak doğru olmayabiliyor fakat bu sene Haziran'ın 23'ünde bir gece serin olduğu için "işte yaz da bitti" dediği an stresten aft çıkmıştı ağzımda. Biliyorsunuz şöyle bir teori var, insan yaşadıkça zamanı kavraması hızlanıyor. Yani çocukluğumuzda bitmek bilmeyen günün şimdilerde "bugün de doyduk" kıvamına gelmesi durumu. İşte bu sebeple insan ömrü çok fazla uzatılsa bile, zaman algısı oldukça hızlanmış olduğu için bir süre sonra günlerin nasıl geçtiğini anlayamayacak noktaya gelecek zihni. İşte 60-95 yaş arası insanlarda bunu gözlemliyorum. Hangi mevsim varsa, daha ilk ayı'nın ortasında o mevsimi bitmiş varsayıyorlar, ama karpuzdan ve portakaldan da vazgeçemiyorlar!! Bu ne tutarsızlık!

Eminim ki Kış'ın gelmesini romatizmalardan ve soğuktan şikayet etmek için istiyorlar. Çünkü biliyorsunuz yaz aylarında kalp krizi ve beyin kanaması gibi durumlar haricinde, şikayet edilebilecek mevzular normal yaştakilerle aynı düzeye iniyor yani programcılık bilsem aşağı yukarı şöyle bir şey olurdu (böyle bir program var mı bilmiyorum. yoksa da sikimde değil tek kelime programcılık bilgim yok az sonra görebileceğiniz gibi)

if sıcaklık >38 celsius
print: {çok sıcak evladım}
if nem oranı > %83
then print: {sıcak değil de ağır ağır]
end

Bunu zaten biliyorsunuz herkes söylüyor. Yaşlıların birçoğunun egoist ve hatta ne egoisti, egoistlik çok da sıradışı değil olabilir, narsist olduğunu biliyoruz ilgi manyaklığından ötürü. Neyse, herkesle aynı hastalığa sahip oldukları için önceliklerini yitirmiş oluyorlar. Bu yüzden bir an önce Kış gelsin de hastalıkları siyatikleri, ve ne tip 13 poşet ilaç kullanmaları gereken hastalıkları varsa onlar azsın diye dört gözle bekliyorlar.

Peki, yaşlıları neden böyle diyorum? Çünkü büyük çoğunluğu narsist ve hatta sadist olduğundan ötürü gerçekçi yaklaşıyorum. Burada teyzelik mefhumundan bahsetmek dahi istemiyorum bu çok ayrı, benim dediğim yaşlılığın adeta bir öncelik gibi görülmesi gibi. Eğer herkesin biraz aklı olsaydı Hunter S. Thompson gibi kendine ideal bir yaş biçip ardından da eğer geçerse mutlaka tüfekle kendini vururdu. Biliyorsunuz fazla yaşadığı için intihar etti kendisi, ne kadar süper bir insan olduğunu buradan da anlayabilirsiniz. En iyi arkadaşları arasında Johnny Depp, Benicio Del Toro, Nixon(sic) falan bulunuyordu, hanginizin dedesi ninesinin Johnny Depp'le arkadaşlığı var? Bence yok çünkü.

Bir ay içerisinde 88 yaşındaki babaannem(doğal ölüm) ve 93 yaşındaki dedem(babaannemin ölümüne üzüntüden ötürü 23 gün sonra beyin kanaması) öldü. İkisi de narsist, sadist ve acizlik halinde değillerdi. Dedem gördüğüm en sağlam mizah anlayışına sahip olan insanlardan biriydi, ve asla "sıcak değil hava ağır ağır" muhabbeti yapmazdı, beyin kanaması geçireceğini bile bile ilaç kullanmadı, bu da ne kadar taşaklı bir adam olduğunu gösteriyor ben de yaşlandığım zaman yavşakça poşetlerce ilaç içip insan müsveddesi olacak kadar küçülmeyeceğim. Hayatımda anne ve babamdan sonra en sevdiğim kişiydi bu yazıyı kendisinin de hakkıyla küçük gördüğü ezik yaşlılara adıyorum.(dedem aynı zamanda tanjeviç'ti)



P.S: Swans'ın The Seer albümü mükemmel.




1 Ağustos 2012 Çarşamba

Çocuklarda Para Kavramının Yokluğu Üzerine

Birçok normal insan gibi çocukları hiç sevmem. Halktan biriyim imajı vermek için değil, sadece doğal olanın bu olduğunu belirtmek için "normal insan" dedim. Bana kalırsa anne ve babaları hariç zaten çocukları kimse sevmemeli, çocuklar buna haiz olmamalıdırlar. Neyse bu konuyu tartışmaya değer bile görmüyorum, aklı başında herkes beni onaylayacaktır.

Hayatımın bir döneminde çok burnum sürttü, pazarda limon sattım, dev arabalarda plastik fruko şişeleri topladım falan. Yükseliş dönemime geçerken bir dönem bakkal da işlettim. Bakallık genel olarak ferah bir meslek psikolojik olarak yıpratması haricinde. Uzun dönemli emek sürecinde(6 aydan uzun sürelerde sabah 7 akşam 10 çalışma aralığıdan bahsediyorum) bir süre sonra çikolatalı gofretlerle yakın bir bağ kuruyorsun, sırf bu sebepten "hayır ben tüccar değilim!! eğitimciyim!!" diyerek bakkalı kapatıp maddesel arzularını kavunla gerçekleştiren birçok bakkal olduğunu bizzat biliyorum.

Fakat, bu ortamın ne yazık ki en kötü yanı çocuklar. İnsan bildiğiniz gibi ampirik zekaya sahip, deneyimlerden bir şeyler öğrenebiliyor, eli sobaya değip yanarsa dokunmuyor, meyveli sabunlarının tadı da meyveli sanıp yalamaya kalkışırsa ağzı köpürdüğü için bir süre sonra bunları yapmamaya başlıyor. Ne yazık ki çocuklar insan değiller, çocukluk zamanla geçen bir hastalık gibi. Ne "ne hoştu, biz büyüdük ve kirlendi dünya." ne de "off çocukken toprak yerdik lan" gibi bir durum var, hiç güzel değil. Üstüne üstlük kurtulmak için bedelini çok ağır bir şekilde ödediğiniz ergenlik döneminden geçtiğiniz bir felaket. Ben açıkçası söyleyeyim sizin de çocuğunuz varsa sizin çocuğunuzu da hiç sevmiyorum, otobüste yanyana geldiğimiz zaman siz elinden tutarken çocuğunuza somurtarak bakıyorum ve ayağımla itiyorum. Neyse bakkala dönersek mesela bir tane kız çocuğu vardı kendisini 4 yaşından beri tanıyordum, 8 yaşına kadar hemen hemen günaşırı gelip (sizin para biriminizi kullanayım) 5 kuruşa ne olur diye soruyordu. Evet 5 kuruşa hiçbir şey olmaz, fakat ya Beckett'ten feyz alıp "Hep denedin hep yenildin, yine dene yine yenil." sistemini benimsiyor ya da hakikatten ampirik zeka yoksunu olduğundan ötürü bunu öğrenmesi mümkün olmuyor. Her gün ısrarla bunu sormasına anlam veremiyorum, paradan para kazanbilirken(temel bankacılık yetisi) iki gün sonra 10 kuruşla gelip sakız alırken, neden 4 yıl boyunca hiç şaşmadan bunu sormaya devam etti. Bildiğiniz gibi dostum Camus'ye göre asıl ümitlerimiz varsa buna ulaşamama düşüncesiyle intihara kalkışırız, yani "artık kaybedecek hiçbir şeyim yok:( intihar edeceğim" gibi bir salaklığa girmemiz muhtemelen ilgi çekmeye çalışan bir embesil olduğumuzu ortaya çıkarır falan filan. Neyse, işte bu kız çocuğu ümidinin sürekkli kırılmasına rağmen ısrarla intihar etmeyerek ne yalan söyleyeyim gözlerimi doldurmuştu biraz. Kendisini ilk defa böylece 20 yıl önceki merdaneli çamaşır makinalarında kullanılan çamaşır sopalarıyla vurarak kovmadım 4üncü yılın ortalarına doğru.

Orada burada okursunuz kapitalizm açmazda, yarrağı yedi falan diye. Bugün kapitalizmin en büyük açmazı çocuk işçileri doğrudüzgün çalıştıramaması durumudur. İş gücüne en azından 7 yaşında girerek 7 yıllık bir kayıp ve bağımlılık, kaynakların boşuna harcanması durumu vardır, bunun bir de üniversiteye kadar okuyanları ve Özgür Bolat gibi ömrünü öğrenciliğe vakfedenleri var ki işte asıl bugün bu sistemin yapması gereken en önemli şey çocuklara besi tavuklarını büyüten bir ilaçtan verilerek en azından 20 yaşlarına getirilerek iş gücüne katması, mesai saatlerini tekrar yükseltmesi ve asgari ücreti en azından dörtte üç oranında düşürmesidir. Bernard Shaw'un sanırım normalde çalışma günlerinin 3 güne indirilmesine dair analizlerini de içeren bir makalesi vardır, Bernard'ı severim çünkü kedileri sever falan fakat bu konuda ne yazık ki ona katılamayacağım, her gün çocukla karşılaşmaktan ve insanların çocuk yapma konusunda hevesli olmasından içim sıkıldı.

Unutmayın çocuk yukarıdaki fotoğrafta her zaman asıl sağda olandır.

P.S: Bernard Shaw değil Bertrand Russell'mış ve günlük çalışma saatlerinin 4'e indirilmesinden bahsediyormuş. İkisini sürekli karıştırdığım için şaşırmadım yine hata yapmama. İnsaniyet olarak değil, isim olarak Tıpkı Henry David Thoreau'yu ömrüm boyunca hatırlayamayacak olmam gibi, sivil itaatsizlik dendiğinde birden adamın adı aklımdan siliniyor iyice zihnim boşalıyor ve dövüş klübü falan aklıma gelmeye başlıyor o anda bırakıyorum her şeyi ve kafamı rahatlatmak için bunu açıyorum:

11 Temmuz 2012 Çarşamba

HP Pavillion Üzerine

Sonunda birisi, zerre ilgim olmayan konuda yazmamı istemiş, konu Hp Pavillion Laptoplar. Şimdi buna geleceğiz, çünkü biliyorsunuz Hp Pavillion Laptoplar'ın bilhassa ısınma sorunlu tasarımıyla beraber doğan çocuklar şu an ilkokul 2'nci sınıfa geçmiş durumda, halâ bu soruna çözüm bulunmuş değil. Fakat öncelikle sizinle bugün bir dergide okuduğum, adeta bûlokta en sevdiğim köşe olan "Monteyn'le eğlenelim, öğrenelim"(çok iğrenç ve sübyancılık kokan bir altmetni varmış bu ismin açıkçası tiksindim.) köşesine dahil etmek istediğim bir bilgiyi paylaşacağım.

Bugün Ussain Bolt'un yemek düzenini öğrendim. Günde 6 öğün yemek yiyormuş kendisi, %60 protein, %30 karbonhidrat, %10 da yağdan oluşuyormuş bu yemek düzeni. Tabii ki böyle bir insanın gidip de sefil öğrenciler gibi makarna yemesini beklemiyorum.Bu arada öğrenci demişken.Öğrencileri hiç sevmem, birçok kez fikir danışmak için gelenini şatoya almamışlığım, uşaklara dövdürtmüşlüğüm, sırtlarına kızgın demir bastırtıp, semer vurdurup, kendi binek hayvanım yapmışlığım vardır. Bilhassa mühendislik öğrencilerinden nefret eder ve üstüne acırım. Yaptıkları bayağı şakalardan nefret ederim. "Bi erkeğe x erkek düşüyor vs." şeklinde abazanlıklarını ucuzca ortalığa sermeleri daha çok küçülmelerine sebep olur gözümde, hepsinin otuzbir çekerek ölmesi vicdanımı hiç rahatsız etmezdi. 

Tabii bu olay, yaklaşık olarak 25-30 yıl önceye kadardı. O dönemde Sorbonne'da Latince dersleri veriyordum. Bu anlatacağım gerçeklerle siz de sarsılacaksınız biliyorum ancak, bazı zamanlar okuduklarımız içimize öyle işler ki, elimizden kitabı attıktan sonra bile bize tesir eden cümlelerin aklımızda mor kıvılcımlar çıkararak gerçekleri düşünmemizi engellediğini fark eder, zihnimizi ferahlatmak için başka şeylerle ilgilenme gereği duyarız. Bu cümleyi tabiî ki son zamanlarda Kayıp Zamanın İzinde 2'nin ikinci cildini yazarken Proust denen iti okurken etkilenmem sonucu yazdım.

Neyse, olaya dönüyorum. Bu mühendislik öğrencisi bir gün not defterini sınıfta bırakıp çıkmıştı. Not defterinde şöyle bir not vardı:

"Merhaba, resminizi internette gördüm, çok beğendim. Sizinle iş yapmak isterim.

Benim için hijyen çok önemli. Banyo yapıp geleceğim.

Gecelik mi?
Saatlik mi? 
(üçün beşin hesabı)

Sizin evinize gelmek istiyorum." 

Ne olduğunu tahmin edemediyseniz diye söyleyeyim, kendisi bir hayat kadını(aka fahişe) yollayacağı mail'in taslağını not defterinde hazırlamıştı. Böyle tertemiz insanların var olduğunu bilmek gerçekten yüreğime su serpti. Bilmiyorum siz tanıdınız mı ama ben bir hayat kadınına mail atmak içintaslak hazırlayan bir insanla tanışmıştım hayatımın o döneminde.

Ussain Bolt'tan sonra kendi yemek düzenimi ortaya koyduğumda da şu korkunç tableu ile karşılaştım: %80 ekmek %15 cips ve çikolata %5 ekmeğin arasına koyduğum peynirden gelen protein. Lifli besin, ruşeym gibi tanımlarla hiçbir bağlantım yok. Hatta bir keresinde ruşeymli ekmek almıştım bir hafta boyunca bu ekmeği arkadaşıma da övdüm. Sonra ekmeği de bir daha almadım, sanırım verdiği yararın yeterli olduğunu sonucuna vardım. Burada bahsetmek istediğim diğer bir konu da tıpkı ruşeymli ekmek gibi, "etli salam" hikayesi. Etli salam deyince benim de aklıma fallik simgeler(Ron Jeremy) geliyor, fakat dana etinin bulunduğu salamdan böyle bahsetmek üzgünüm ki yersiz ve çiçeklerim solacak.

Evet, konu Hp Pavillion Laptoplar. Bir dönem çok zenginken şatoya 16 tane alarak elektrikli soba masrafından kısmışlığım vardır. Açıkçası günümüzde artık kimse almıyor sanarken bu yorumun gelmesiyle halâ tuzaklarına tertemiz kalpli insanları düşürdüklerini açığa çıkardı. dv5, dv6000, dv5000, ze5000 modellerini kullandığım bu aletten kucağı en iyi ısıtanlar dv6000'lerdir. Muhtemelen kedi sahibi olanlar laptoplarını kendilerinden çok kedilerinin adet dönemlerinde sıcak su torbası niyetine kullanırcasına karınlarını yayarak yattıklarına defalarca şahit olmuşlardır.

Açıkçası, termodinamik hakkında hiçbir bilgim yok, hatta ısı/sıcaklık mefhumlarıyla ilgim "Acaba şu an Beyrut'ta hava kaç derecedir?" diye düşünüp internetten bakmaktan öteye geçmiyor. Bir de yaz sıcağından kavrulurken bile babama söylediğim "Peder Beyciğim hava çok sıcak" cümlesine aldığım "Sıcak değil de ağır ağır" cevabı, fizik ilimi(ilim dememden de anlayabileceğiniz gibi dine bağladım bu vesileyle sürekli quantum fiziğiyle ilgileniyorum. Zira kuantum fiziği ve Allah, Allah ve Atom, Orbital ve Yaradılış isimli milyonlarca kitabı şehirlerarası otoyollardaki duraklarda görebilirsiniz.) ve coğrafyayla sonunda bağlarımı koparmama sebep oldu. Fakat şöyle bir düşüncem var, durun dalga geçmeyin yalnız. Bakın şöyle yapıyoruz, havalar sıcakken bunu depoluyoruz ve borular yardımıyla güney yarım küredeki evlere aktarıyoruz, kış bu tarafa geldiğinde de güney yarımküreden de buraya dağıtılıyor ısı borular yardımıyla. Gördüğünüz gibi temiz enerji, bu ısıyla su kaynatılarak da türbinleri çalıştırıp elektrik elde ediyoruz. Şimdiye kadar kimsenin aklına böyle bir çözümün gelmemiş olmaması şaşırtıcı. Şimdi size bu konuda ilkokul 2'deyken tasarladığım ve öğretmenime gösterdiğim fakat beni ciddiye almadığı hidroelektrik santralinin planını da çizeceğim ki, Dünya'daki enerji sorununu tamamen sonlandırmanın mümkün olduğu artık anlaşılsın aslında çok basit bakın:


Gördüğünüz gibi dünyadaki enerji sorununa çözüm çok kolay. böyle yuvarlak bir dere yatağı yapıp suyu bayır aşağı salıyoruz ve dönüyor. böylece hidroelektrik enerji elde etmiş oluyoruz. Ayrıca doğaya büyük bir zararı yok. Aksaray'a, Bartın'a, Gümüşhane'ye ya da işte kimsenin sikinde olmayan birkaç ile bunlardan kurulabilir. Evet, bugün de Hp Laptopların ısı sorunu vesilesiyle dünyanın sorunlarını çözmüş olduk. Hepinize sevgilerimi sunarım. Size halkımın kültürünü tanıtmaya geldim:




16 Haziran 2012 Cumartesi

Tüvidcilik Müessesesi Üzerine

Değerli okurlar, mevzuyla ilgilenen varsa twitter adresimde tüvid atmaya başladım. Yazları bilgisayar kullanmıyorum, bûloğun da yaz aylarındaki yazı oranlarına bakarsanız belirgin olur. Çünkü yaylaya
çıkıp taşak kebabı yapıyorum. Bu vesileyle, aklıma geldikçe buradaki küstah yorumlarımi twitter'dan yazmayı deneyeceğim. Geçen gün denerken "ananısikiyim hiçbir şey sığmıyor" diye isyan ederken buldum kendimi. Oranın sanırım doğası gereği yapılan yorumların bir çoğu (aşağı yukarı %73 diyebilirim) CHP Kadın Kolları isyanından oluşuyor, bu sebeple böyle mevzulara benzememesi için burada yapmadığım bir şeyi yapıp kendi tüvidlerimi yollamadan önce okuyorum birkaç kere.




Bir önceki yazımda, yorumlarınızda bir konu belirtmenizi istemiştim. Sağolsun en yakın arkadaşım herhalde bûlokçuluk ismini bilmediğimi düşünüp bana acıyarak bir adet yorum yapmış. Cezayir Asıllı Fransız Sanatçılar hakkında yorum istemiş, halbuki bana doğrudan sorabilirdi, bu kadar da sefil bir durumda değilim sonuçta. Teklifim halâ geçerli değerli okurlar. Birkaç hafta içinde yazarım.


http://twitter.com/#!/monteynaga
isminden twitter olayını takip edebilirsiniz isterseniz.

Saygılarımı sunar, esenlikler dilerim.
Tanrı Güneş Batmayan Împaratorluğun Kraliçesini korusun amin.

5 Haziran 2012 Salı

Kuşların Boş Konuşması Üzerine

"Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen."
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus

Wittgenstein'dan bildiğim okuduğum tek alıntıyı buraya yapıyorum, neden çünkü bugün kuşların gevezeliğinden bahsedeceğim.(hayır satıralarında twitter'a dair bir gönderme yok.) Öncelikle birkaç tanesi hariç tüm, sabah ötmeye başlayan kuşların amınakoyayım. Bu kadar sert niye girdim? Çünkü bu sabahların bir anlamı olmalı(sic.) fakat kuşlar için carcarcar ötmek eylemi tamamen uygarlıklarının gelişememesinin sebeplerinden biridir.

Şimdi gogol'da "why do birds chirp in the morning" diye arattım. Cevaplar 

1.Mekanlarını korumak için sabahın 4buçuğunda diğer erkek kuşlara göz dağı vermek
2.Seks

Zaten ikincisi birinciye davet çıkarıyor. Biliyorsunuz, köpekler mekanlarını işaretlemek için işerler ve daha fazla kafa sikmezler bu konuda, fakat kuşlar fitifitifitifiti her sabah ötmek durumundalar, çünkü familyalarındaki diğer kuşlar kuş beyinli olduğu için her gün unutup duruyorlar. Ben hepinizin familyasını sikeyim orospu çocukları. Bakın, cevaplarda hiç dişi kuşların ötmesinden bahsedilmiyor, çünkü birçok ortamda olduğu gibi boş konuşup kafa siken erkek manitayı kapızlıyor. Her sabah dostlarım "aaa ne güzel ötüyor ya hu" dediğimiz kuşlar aslında birbirlerine ";P","Saka Su sevişelimmi?","Fatma birlikte kumrular gibi mutlu olmaya ne dersin;)" gibi mesajlar veriyorlar biz de bunları bir bok zannediyoruz. Birçok kuşun ötüşünü severim, ama bir insan(kuş) sırf seks için hergün sabah 4'te uyanıp güneş batana kadar çene çalmaz ki arkadaş. Eğer çıkıp da diyaloğa girdikleri kanıtlanırsa bunu da reddederim çünkü, her erkeğe peşin gözdağı vermek, toplanıp "birader bir saniye ötüşebilir miyiz?", "Geçen gün serçe su'ya ötmüşsün, çıktığın yumurtayı siktirtme! Bİ DAHA ÖTMEYECEKSİN DEDİK LAN!" şeklinde muhabbetlerinden başka bir muhabbet etmedikleri ortaya çıkıyor, ki bu da kuşların niye doğru düzgün bir uygarlık kuramadıkları kafeslerde gazete kağıtlarının üzerine sıçtıklarını açıklar nitelikte.

Adeta Çin Halk Cumhuriyetinin yılda bir kez toplanan büyük meclisi gibi doğrudüzgün karar vermelerini beklemek resmen kuşlara haksızlık olur. Çin'in Büyük Meclisinde yaklaşık 3000 delege toplanıyor ve yılda bir kez çeşitli kararlara imza atılıyor, böyle çeşitli meclislerde bulunduğumdan ötürü söylüyorum şimdiye kadar 40'tan fazla üyeye sahip olup düzgün karar alabilen bir meclise hiç denk gelmedim, bunu dünyadaki çeşitli ülkelerdeki meclislere bakarak da anlayabilirsiniz. Her sabah günaydın diyip ismini zikredemeyeceğin sayıda çok insan varsa o mecliste sen neyin kararını veriyorsun amına koyayım.
 Şu meclise bakın, ününün doruğunu çoktan aşmış fakat ikinci/üçüncü dünya ülkelerinde stadyum konseri veren metal grupları gibi koca meclise dev LCD ekranlar eklemişler. Şu sağ ve soldaki mavi şeyler LCD ekran arkadaşlar. Böyle bir mekandan ne beklenebilir. Şu arkadaki 8 bayrağın ardından bir ışık şovu çıksa kim şaşırabilir ki? Alttan dumanlar vesaire derken bir bakmışsınız bir rampada Metallica falan yükseliyor arkadan.

Yani Çinli tabii bir derdim yok, fakat kuşlar da işte aynen böyle boş işler peşinde kendilerini helak ediyorlar, sonuçta gidip de bir okul bitirsinler demiyorum, ama her sabah da olmaz ki arkadaş bu nasıl bir seks merağı ki bütün bir yıl boyunca ötüyorsun. Bu yüzden arkadaşlar tüm kuşlara nemfomani teşhisi konmalı ve bu konuda tedavi edilmelidir, çok samimi söylüyorum bunu.

Burada, öncelikle sesini duymadığım bilmediğim fakat sevdiğim Dodo, çeşitli hayvanlar tarafından helâk edilen Kiwi, dünyanın en cool hayvanlarından Baykuşu ayrı tutuyorum. Bilhassa baykuşa bütün gece belâ okurcasına puhulamak çok yakışıyor, hiçbir şeyden memnun olmayan yaşlı amcaların haber izlemesine benziyor baykuşların psikolojisi, mehhh, guhhhh, gohhhh, gogohhh, sürekli geğirme ve televizyon karşısında uyuyakalma arasında gidip gelen bir hayatları var. Gündüzleri tıpkı birçok yaşlıyı göremeyeceğiniz gibi(kahveye gittikleri ya da kısa süreli öldükleri için) baykuşları da görmek pek mümkün değildir mesela bu yandan da benzeştiklerini söyleyebiliriz. Zaten minervanın baykuşu da ancak alacakaranlıkta uçacaktır. Fakat diğer kuşlar gibi olmadığı için meclisler en sikik hukuk felsefesine girişte bile kullanılan bu sözden ziyade kafa siken serçeler gibi yaşıyorlar. Şu anda öfkemden ne dediğimin devamlılığını yitirmiş durumdayım ancak, baykuş-meclis analojisine tekrar dönsem orada belki bir şeye benzerdi de o ama öyle kalsın, benim kapasitem bu kadar diyip hiç zorlamaya niyetim yok.

Bundan sonraki yazıda bir konu hakkında yazmamı isteyen varsa aşağı yazabilir onun hakkında yazmayı deneyeceğim. İçimden gelmeden nasıl yazabileceğimi merak ediyorum.



P.S: Wicker Man'in soundtrack'ini mutlaka dinleyin, çıplak ayakla toprakta yürümek istiyor insan.


22 Mayıs 2012 Salı

Sonsuz Maymun Teoremi Üzerine

"Canım dediklerim daktiloma sıçtılar."
                                                        Mike Phillips

Sonsuz Maymun Teoremi denen bir olay var birçoğunuz biliyordur, çok küçük/büyük sayılar, olasılık gibi saçmasapan işlerle uğraşıyorsanız mutlaka denk gelmişsinizdir. Bu teori belirsiz bir sürede bir maymunun klasik örnek olarak Shakespeare'in tüm yapıtlarını rastgele daktilo tuşlarına basarak neredeyse kesin olarak yazabileceğini öne sürer, kanıtlar neyse artık matematiksel kelimelerin normal dile girmesiyle söylenen her şey yanlış olabiliyor. Neredeyse kesin, ise, ancak ve ancak derken falan bir bakmışsınız yazı çöp olmuş. Zaten gerek de yok siz ne demek istediğimi anladınız.

Bu mevzuyu bir gün, merak edip deniyorlar Plymouth Üniversitesinde. Bu test için kullandıkları hayvanlar Türkçe'de "Sorguçlu Kara Şebek" olarak bilinen bir tür, bu türün fotoğrafını yukarıda görebiliyorsunuz. Matematik konusunda aşağı yukarı hiçbir bilgim yok, bazen gerçek hayatla içiçe olduğundan bahsediyorum ve övüyorum falan, ama şöyle bir şey var ki bir insan yukarıda fotoğrafını verdiğim vatandaş ve 5 tane arkadaşının Shakespeare'in tüm yapıtlarını yazabileceğiini hangi çürütülemez yöntemle kanıtlarsa kanıtlasın ben o adamla çok net bir şekilde ilişkimi keserim. Bu arada bu yazdıklarımı da sakillikten korumak için bu teoremin evrimle ilişkilendirilmesi kısmının beni ilgilendirmediğini belirteyim, zaten 2012 yılında evrimle ilgili tartışmak dahi yersiz, ama sonuçta ayda 15-16 hit alan bir site, google'da aratılsa konu hakkında bir şey çıkar ve yazımın http://www.kutubisittedemehdiveisa.com/ tipi sitelerinde yayınlanırsa hiç de memnun olmam.  Neyse, dönüyorum olaya. Bu vatandaşlar daktiloda paso S harfine basıyorlar vesaire ve en sonunda daktiloya işeyip sıçıyorlar. Çok eminim ki bunu yapanlar maymun olmasaydı sanat camiasının bir kısmıdan büyük bir alkış tufanına nail olabileceklerdi, lütfen bu konu hakkında aşağıdaki videonun 2'nci dakikasından sonrasına biraz bakınız:


"we live by worth, and apply value, but everything is shit" dediği anda videoyu kapamadıysanız çok çılgın yerler geliyor. Bu tip durumlarda ben doğrudan diyaloğu kesmeyi uygun buluyorum. Geçenlerde bir bakkalla Ingmar Bergman sineması hakkında konuşuyoruz, hastasıyım diyor Höstsonaten falan sayıyor. Ciddiyim bizim buranın bakkalları böyle, inanmayana ekmek dolabının üzerindeki Bergman alıntısının fotoğrafını yollarım aklı çıkar. Sonunda dedim ki, açıkçası Bergman'ın 5-6 filmini izledim sinemasını çok bilmiyorum,fakat (Bu arada Bergman sinemasıyla ilgili Jonathan Rosenbaum'un 5 yıl kadar önce New York Times'da çıkmış çok hoş bir eleştirisi var, bir saniye onun linkini bulayım, aha buldum bunu hyperlink olarak gömecektim ama gerçekten okunmasından memnun olacağım için açık bir şekilde yazıyorum http://www.nytimes.com/2007/08/04/opinion/04jrosenbaum.html?pagewanted=all ) benim de en sevdiğim yönetmen Luis Buñuel dedim, evet sadece bunu dedim yani gidip de sürrealist o süper, eşekle piyano çektirtiyor muhabbetlerine girmedim ve adam bana "Ne varsa eskilerde var" dedi karşılığında o an o tatlı muhabbetimizin anası sikilmiş oldu ve diyaloğumu adamla kesip gözyaşlarına boğulmuş bir şekilde eve doğru yola çıktım, rimellerim akıyordu, evet bir kadını bu şekilde ağlatmayı başarmıştı bunu diyerek bakkal, neden dedim bulutlara neden, sordum gözyaşlarımı kanalizasyonlardan...

Ay fenalık geldi, üç nokta da kullanınca hakikatten çok sevimsiz oldu da, aşağı yukarı ne anlatmak istediğimi örnek açıklamıştır sanırım, yani karşıdan gelen tepki eğer böyle anlamsızlık içeriyorsa dayanamıyorum. Nostalji hayatta en tiksindiğim olaylardan biri olmasının yanısıra, insanlığın gelişiminin önündeki en büyük engellerden biridir de aynı zamanda lanet olsun şu saplantıya. Nostaljinin elleri kurusun, kurudu da.


P.S: Bu arada şuraya Aguirre, der Zorn Gottes'in müziğini alttan alttan vermişken, Popol Vuh ve Werner Herzog ilişkisinin sinema tarihinde benim için "sevgisiz olmaz ama evlilikte önce saygı, uzun ve mutlu beraberliğin temeli bu" gibi lafının hakkını verecek derecede uzun bir ilişkileri olmasına imreniyorum diyebilirim.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Blogger'ın Yeni Arayüzü Üzerine

Değerli dostlar blogger isimli bûlokçuluk sitesi yeni arayüzüne geçtiği için nasıl kullanacağımı bilemediğimden hiçbir şey yazamıyorum bunu da bilen bir arkadaşa dikte ettiriyorum. İnternet siteleri yeni arayüze geçtikleri zaman çok samimi bir şekilde o şirketin CEO'sunun kayınpederine kadar sövüyorum size o kadar diyeyim. Bugün böyle bir şey yapsa sövmeyeceğim tek insan Apple'ın kuruluşunda rol oynamış saygısever abimiz Steve Wozniack'tır onun da bende yeri ayrı çünkü Francis Ford Coppola'yla beraber terleyen hafif şişman sakallı adam kontenjanından yüreğimde küçük de olsa bir yeri var. Bu arada fotoğrafın bu kadar kötü düzenlenmesinin sebebi tabii ki benim bilgisayardan anlamayan arzuhalcimin işi, yoksa bildiğiniz gibi kesinlikle en azından yarı profesyonel yazılımlar kullanmaktan çekinmiyorum yazılar için hazırladığım görsellerde.

Kardeş gibiydiler diye bir film vardı ama ne olduğunu hiç hatırlamıyorum. Kadir İnanır'ın kimyacı olup babası geldiği zamanlar "haşohaşikio" şeklinde zikrederken, Müjdat Gezen tarafından gizli mabet ayarında depoya kale hazırlanması ve kendisini de müziğe vermesiyle sinsice meraklarının peşinden gittikleri film olarak varsayacağım bu filmi. Oradaki ortam da değme Amerikan Filmi Garajına taş çıkartır özelliklere sahipti, hatırlarsanız Kadir İnanır'ın attığı gollerin kalede kaçıncı derecelere geldiğini gösteren 90, 80, 70 gibi yazılar bulunur, bir de kimya dolapları çevrildiği zaman ardından 70lerin az erotik fakat otuzbirden de maruz bıraktırmayacak seviyede bir çıplaklık içeren kadın resimleri ortaya çıkar. Açıkçası bu filmdeki ortamdan benim aklım çıkmıştı fakat hiçbir yeteneğim olmamasından mütevellit, evin tavanına balon bantlayarak bu isteğimi gidermiştim, gerçekten çok zor bir çocukluk geçirdim. Karşınızdaki yaratıcı olaydan aldığınız ilhamla tavana balona bantlamak kadar sefil bir şey varsa o da Action Manle hayvan evladı gibi ortalığı kırıp paraşütle oraya buraya attıktan sonra yorulduğunu varsayıp sümüklü mendilinizi yorgan olarak kullanarak uykuya yatırmaktır ki bu örneği verdiğime göre bir arkadaşımın bunu yaptığını tahmin edebilirsiniz sanırım.

Neyse efendim, bu filmdeki Müjdat Gezen ve Kadir İnanır'ın pantolonlarına bakarsanız ispanyol paça pantolonun altın çağının tam doruk noktası olduğunu varsayabilirsiniz, çünkü Kadir İnanır pantolonunu yelken bezinden yaptırdığı için aynı zamanda rüzgarlı havalarda eve ulaşımını pantolonunun paçalarıyla gerçekleştirerek çevre dostu bir yöntem kullanıyor. Ayrıca kendisinin 1996 yılında pantolonu son kullandığı zamanlarda çift katlı otobüslerdeki Tamek Reklamlarını almaya başlayan ilk insanlardan olduğu da çeşitli fotoğraflarla kanıtlanmıştır.

Param yok, şakşakşak, pulum yok şakşakşak, malım mülküm olmasın ziyanı yok, aşk dolu şu kalbim, işte budur benim servetim


Ayrıca bir saniye, adam kimya okumuyor futbol peşinde de insan babasını böyle alçakça kandırmaya çalışmasını bu kadar mı küçük düşerek gösterir, tamam o zaman wikipedia yok da,  ne bileyim kuantum fiziği falan var yani, max planck falan desen kuantum desen Peder Bey'in dibi düşecek zaten. Bu arada Hulusi Kentmen oynadığı filmlerin aşağı yukarı %93'ünde baba olmasına rağmen dönemin şartları(zeitgeist vesaire) gereği saygısızca Peder Bey kullanımına maruz kalmıştır ben öyle evlatların ağzını kırarım arkadaş. Neyse bundan 3 yıl kadar önce Hulusi Kentmen'in bıyıklarından bahsettiğim bir yazı vardı ona da bakabilirsiniz isterseniz bir ara.

Bugün ikinci bahsetmek istediğim bir konu, dün gece gördüğüm bir rüya, rüyamda televizyon statiği izledim dostlar. Evet, bilinçaltım öyle pırılpırıl olmuş ki, ne bir ata binme, ne de böyle birden halkın ortasında çırılçıplak kalma gibi şeyler görmüyorum. Tamamen arınmış insan-ı kâmil şeklinde televizyon statiği izledim rüyamda çok uzun süre boyunca. O ne öyle yapısökümcü gibi rüya görmeceler falan. Sizinle Yahudi Surf Rock yapan bir grubu paylaşarak bu yazıyı sonlandırıyorum şalom alehem.


13 Nisan 2012 Cuma

Sanatorium Pod Klepsydra ve Jackson C. Frank Üzerine





Uzun zamandan beri, müzik ve sinema gibi muhabbetleri önermiyordum, fakat 5-6 ay kadar önce izlediğim Sanatorium Pod Klepsydra'yı önermek için de içim içimi kemiriyordu.(filmde meme falan da var onu belirteyim. 21 yüzyılda, porno çağında halâ normal filmlerde meme görünce aileyle pazar günü televizyonda imdb'den 6.2'den aşağı puan almış film izlercesine utanıyorum. Yok ya hu ne utanacağım tam deli zamanları şimdi onların gençler eğlensin.) Sonunda filmi internetten bile izleyebileceğiniz şekilde buldum. Dili Lehçe ve aynı zamanda İspanyolca altyazı gömülmüş, bu blog'u takip edenler arasında İspanyolca veya en azından Lehçe bilmeyen olmadığını tahmin edebiliyorum. Öteki türlü zaten kendisine bir adet tavırlı Demet Akalın şarkısı sözü yollarım, yani google'dan aratsın onu bile yapamam ne İspanyolca ne Lehçe bilmeyen insana. Bu arada Lehçenin de mesela Krakow Lehçesi gibi kendine ait Lehçeleri var(Vedat Özdemiroğlu yavaş yavaş vücudumu ele geçiriyor!!) Filmin şu kelimesinin üstüne basarak ulaşabileceğiniz anlardaki delilik performansı aşağı yukarı tüm film boyunca devam ediyor. Az çok bilindiği gibi bir tane bile film analizi yapmışlığım yok blogda. Genellikle dijital televizyon platformlarındaki gibi filmin özetini veriyorum. Mesela atıyorum, Kibar Feyzo için "Feyzo askerden dönmüştür. Fakat başına neler geleceğini bilmemektedir...(süre:82 dakika)" ya da işte atıyorum The Sixth Sense için "Meğerse Bruce Willis ölüymüş...(süre:107 dakika)" gibi açıklamalar yaptığım için, bu film için de bir sonraki paragrafta film hakkında söyleyeceğim çok az şey olacak.

Edebiyatta ve sinemada estetik kaygısının, simetrini hastasıyım. Bu filmin en önemli avantajı eğer havalı görünmek istesem "sirküler bir senaryoya sahip olması" diye götümden uyduracağım bir kavramla destekleyeceğim içeriğe sahip olması. Yani şöyle diyeyim film için, bu filmin üç boyutlu senaryosu çizilse düz bir çizgide değil, bir çember şeklinde olurdu kaldı ki bu çemberi de size çizeyim bir saniye


Yalnız bunu sanıyorum ki eliptik geometri denen olaya göre çizdim şu Lobachevsky denen adamın ortaya attığı. Bu tip mevzularda çok az bilgim olduğu için düzeltmek isteyen kişiden seve seve yardım alabilirim. Neyse anlatmak istediğim şu şekilde, istesem Mspaint'te çember çizebilirdim ama çizmedim. Yani bu saçmasapan şekle tepeden baktığımızda aslında bu bir çember, ama bu şekilde baktığımızda filmin temposunu gösterir bir şekil, evet aynen öyle. Film işte aynen bu kadar akıldışı bir içeriğe sahip, çünkü bir de geometriyle nasıl anlatacağıımı bilemiyorum ama bu çemberde aslında devamlılığı kesip alternatif bir çembere geçen zaman kaymasını gösteren içi boş bırakılmış noktalar olmalıydı. Evet, tam olarak bu şekilde açıklanabileceğini düşünüyorum filmin, izlemek isteyenlere de neşe diliyorum, çünkü hakikatten müthiş bir film, çıktığı zaman bebiş insan Ingrid Bergman'ın(<3) başkanlığını yaptığı 1973 Cannes Film Festivalinde de ödül almış, yazıyı yazmadan önce yeni öğrendim.

Başlıktan da görebileceğiniz gibi ikinci önereceğim insan Jackson C. Frank. Adamın adeta pamuk tarlalarında katır tepip kör olmuş 1920'lerin Zenci Delta Bluescuları(1920'lerde ve 30'larda kör olmayan bluescu neredeyse yok gibi bu arada, isterseniz aratın. Keza sonradan bu akıma Aşık Veysel de katılır.) gibi hayatı olmuş, bir anlatayım da,gitarına ilmek ilmek, ılgıt ılgıt işlediği acısını,sevdasını, memleket hasretini falan filan(bu arada dikkatinizi çekti mi ama Blog şu an gece 12'de rtük'ün 1992 yılında çektiği bir belgeseli ceza olarak sike sike yayınlatması olayına dönüşüyor adeta. İlmek ilmek, sevda falan filan derken)siz de acısını paylaşın. Önce kendisinin sahip olduğu tek albümün kapağını koyayım.
Şimdi şöyle oluyor bu adam 11 yaşındayken okullarında bir patlama oluyor ve bulunduğu müzik sınıfına doğru ateş topu geliyor, ateş topu ya hu yuh. Adamın 15 arkadaşı ölüyor, kendisinin de vücudunun yarısı yanıyor. Bu sırada hastaneye yatırıldığında oyalansın diye buna gitar veriyorlar, bu da onu bızıklıyor falan. 21 yaşına girince bu patlamadan ötürü 110,500 dolar sigorta parası geçiyor eline, basıp İngiltere'ye geçiyor. Albümünün yapımcılığını Simon & Garfunkel deyu deyu bildiğimiz ikilinin Paul Simon'ı üstleniyor. Fakat adam o kadar utangaç ki, bir perdenin ardına saklanarak kaydediliyor falan. Sonra albüm çıkıyor, biraz tutuluyor ama sonradan birkaç insan hariç kimsenin umrunda olmuyor (Nick Drake de bu birkaç insandan biri bu arada.) Sonra işte çocukluk travması vesilesiyle depresyona giriyor, 70lerde evleniyor, çocukları kistik fibrozis yüzünden ölüyor.Ya sonra da adamı kaldırımda buluyorlar falan, bir süre bakıyorlar ediyorlar, sokak çocukları ateş mi atıyor ne oluyor bir de sol gözü kör oluyor üstüne üstlük. Zaten bulduklarında Syd Barrett'ın Wish You Were Here kayıtlarındaki hali gibi bir şeymiş adam. Sonra da kansızlık ve damar tıkanıklığından ölüyor adam 1999 yılında, yarak gibi hayat yaşamış, yazık adama. Bu da bir şarkısı, zaten albümü müthiş, dinlemeyene bundan sonra blog'da Lehçe veya İspanyolca bilmiyormuş muamelesi yapacağım.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Henry David Thoreau'nun Radikal İslamcı olması Üzerine

"Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek cevabım vardır. Lakin lafa bakarım laf mı diye. Adama bakarım adam mı diye. Anlayana!!..."
Oscar Wilde, Best of Alıntıs

Merhaba değerli okurlar, bir zamanlar internette verilen her türlü alıntının aslında Oscar Wilde'a mal edilebileceğini anlatan bir yazı okumuştum. Açıkçası böyle bir şey okuyup okumadığıma dair hiçbri fikrim yok, sanırım Uncyclopedia'daki her alıntının Oscar Wilde'a mal edilmesinden ötürü ufak bir kafa karışıklığı yaşıyorum. Ama bu arada yazının girişindeki alıntıyı bizzat Oscar Wilde'ın 1992 yılında 4. basımı yapılmış alıntılarının toplandığı kitaptan yaptığıma dair bir yalan atacak değilim. Bu arada geçen yazıda atlardan bahsetmiştim hatırlayacaksınız, bence atların da suskunluğu asaletinden geliyor, maşallah Terrence Mallick filmi gibi hayvanlar.

Bugün, Thoreau'dan ve gizli Radikal İslamcılığından bahsedeceğim. Çünkü, baktım seksli yazılar tutmuyor, komplo teorisi sikine yüklenme kararı aldım. Çünkü geçenlerde emin değilim ama ortalama 250 yıldan beri bilinen Fedex amblemindeki ok işaretinin çok fena sübliminal mesaj olduğunu anlatan bir şeye mi denk geldim öyle bir şeyler oldu emin değilim, tabii bu tip insanlar ziyanlık doğal olarak, ciddiye alanların zeka seviyesi 13 yaşlarındayken görülen ilk erotik kanal şaşkınlığıyla tüm aklın yitirildiği anla birebir özellikler yaşıyor, sadece limiti sonsuza gidiyor o kadar. İyi ki bu tip safsatalara inanan arkadaşlarımın üzerine Zippo yakıtı döküp yakıyorum. Bu arada aklın yitirildiği an falan derken, Radikal Gazetesi'nde yarak gibi simgesel futbol karikatürleri çizilen bir köşe var "Mantığın bir anlık çöküşü" diye öncelikle şunu diyeyim kötü çünkü didaktik amaç içeren hiçbir karikatür yeryüzünde şimdiye kadar kimseye anlamlı ve zekice gelmemiştir yapanlar da dahil buna bu arada. Sonra da asıl söylemek istediğim kısıma geleyim hakikatten yaratıcı yoksunluğun yanısıra embesilce "A Momentary Lapse of Reason" gibi bir albümün ismini(ki isminden başka elle tutulur pek yanı yok zaten) çalması açıkçası bana kalırsa sadece sefilce. Bu köşeye, çok iddialı değilim ama 90ların ortasında başladığına emin gibiyim, çünkü ancak o dönemde böyle yarrak gibi, ama çok zekice olduğu sanılan isimler tutabilirdi.

Doğal olarak burada Picasso'nun sözü gibi bir şey aklınıza gelmesin lütfen. Şu kötü sanatçı taklit eder, iyi sanatçı çalar. olan . Çünkü bu çalma işi biraz daha akıllıca şeyler içermesi gereken bir şey, ya da montaj falan. Amele sümüğü gibi çeviri yapıp tahtadan geçirmeyi içermiyor.

Thoreau bildiğiniz gibi kendini doğaya salmış, eşekçi birisiydi. Sivil İtaatsizlik falan diye bazı yazılar karaladığını ve anarşizm hususunda bazı mevzuları etkilediğini falan az çok biliyoruz. Ancak şunu bilmiyorduk, geçenlerde ormanda korunmuş ahşap evinin tahtalarından birinin altında bulunmuş günlüğünde kendisinin radikal islâma yatkın olduğuna dair bazı metinler çıktı!!! Tabii ki ne bir ağaç evim oldu, ne de ahşap kulubede günlüğümü saklayabileceğim bir gizli bölme vesaire. Halbuki koltuk minderinden kale yapmayı falan da çok severdim. Neyse, kendisinin zaten sakallarından ele verdiği oldukça belli olmasına rağmen El-ezher Üniversitesi'ndeki mollalar gibi aynı zamanda secdeye varırken kafasını sertçe yere vurarak alnını morarttığına dair bilgi geldi.

Bu arada bu süper bir geyik bilmeyen varsa diye anlatıyorum. Bu adamlar, kafayı sert vuruyorlar secdeye varırken alınları morarıyor, açarsanız Mısırlı Mollaların alnında ceviz büyüklüğünde morluklar görebilirsiniz. Neyse, aga işte bu meğerse imanın gücünü temsil ediyormuş falan, allah sevgisiyle kendini salıyor yere falan ki bizzat beni doğduğumdan beri traş eden berberim 93 yaşındaki dedeme bunu önerdi, yani bir nevi islamique Süper Mario modası olmuş son zamanlarda, internette isterseniz La mode islamique de Super Mario diye aratıp konu hakkında daha detaylı bilgiye sahip olabilirsniz. Kafayı kutuya vura vura leblebi gibi topluyorsun sevapları bir nevi. Yıldız çıkıyor, sormalık sarı çiçek çıkıyor. Sormalık sarı çiçek ne ya hu. Sormalık sarı çiçek gelmiştir.(bu son cümleyi ben değil, Vedat Özdemiroğlu ve Alpay Erdem bir haftalık çalışma sonucunda yazdılar onu söyleyeyim bu arada. Bildiğiniz gibi bu kadar kötü şaka yapmamak için önce arkadaş çevremden onay alıyorum.)

İşte, Thoreau'nun bahsettiğim fotoğrafı, internette başka bir yerde bulmanız mümkün değil bu ibretlik fotoğrafı.
Kendisi gibi Lincoln hakkında da çeşitli söylemler var ama kanıt olmadan kimseyi zan altında bırakmak istemem yani. Bugün bir klasikle veda ediyoruz radyo monteynin gönül dostları ve bu şarkı Lyon-Bordeaux seferini yapmakta olan Métro Tourisme'in Berceste Dinlenme Tesisindeki yolcularına geliyor:

21 Mart 2012 Çarşamba

Bağnaz Metal Fanlarının Dünya Gelişimine Etkisi Üzerine


Değerli okurlar, yıllarca fotoğraflarımı merak ettiniz, belki de rüyalarınıza da girdim falan, fakat aşağı yukarı şu çizime benziyorum, böylece bu yılların hasreti de sonlanmış oldu.
Şekle ilk baktığımda ben de çözemediğim için söyleyeyim, bu 4 yaşındaki bir kuzenimin, beni yatakta uyurken çizdiği resimdir.("Hikayet-i Kazan Begün Oğlu Uruz Han Tutsak Olduğudur" gibi bir şey biraz aslında) Uyuyorum, Valide Hanım benim kuleme gelip "Ay Monti bak ne kadar güzel çizmiş değil mi?" deyince beynimden vurulmuşa döndüm. Ne yalan söyleyeyim ondan daha iyi çizemem, ama ikimizin de sik gibi resim yeteneği olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu. Ben de o yaşta çizsem aşağı yukarı bunu çizerdim, şimdi de yine buna benzer bir şeyi çizerim.

Gelecek görememenin yanısıra, demek büyüyünce kafa dengim olmayacak bir akrabam daha olacak, yapacak bir şey yok diye içimden geçirdim. Öyle bir şey var çünkü, belki sizin de muzdarip olanlarınız vardır. Abi çocukken sidik yarışı yaptığım adam(gerçekten, klozet başında, en uzun süre kim işeyecek şeklinde) şimdi tamamen bir yabancı olmuş, yüzünü gördükçe "biz büyüdük ve kirlendi dünya:((((" diyesim geliyor.(ben hep kaybederdim, idrar yollarım geniş olduğundan ötürü sanırım.)(Aslında penisle de ilgili bir durum sanırım, sonuçta onun da genişliği çıkış hacmini ve tazyiğini ayarlayan bir şey. Bilhassa bizden bir küçük olanın oldukça dar bir çıkışı vardı sanırım, biliyorum çünkü klozette projectile motion'ı en yüksek olan oydu gibi hatırlıyorum. neyse önemli değil.)

Bugün, size Dünya gelişiminin önündeki en büyük engelleri sıralayıp bir tanesi üzerinde de biraz konuşacağım.

1. Bencillik(çözüm yok, geç)
2. Ahlaksız politikacılar (anarko nihilizm)
3. Dolmuş Şoförleri (çözüm yok, surata levye yenebilir)
4. Bağnaz Metal ve Pink Floyd fanları (şimdi aşağı geliyorum)
Geldim. Efendim, metal müzik ben de dinliyorum, benim
metal müzik dinleyen arkadaşlarım da var, benim Katalan arkadaşlarım da var yani bu bilinsin. Fakat bu dinleyici tipi şöyle "Abi Mozart, Bach vs. yaşasa kesin metal müzik yapardı." diyen tip. Eğer bunu diyen bir çevreye sahipseniz çok büyük ihtimalle arkadaşınızın zeka yaşı 16, doğrudan bağlarınızı koparmanızı tavsiye ederim. Çünkü NAH METAL MÜZİK YAPARDI. Arkadaşım şunu kafana bir sok artık, teknik gelişmişlik müziği daha değerli kılmıyor. Ayrıca Malmsteen gibi tiplere asla prim vermeyen biri olarak, müzikte virtüözite olayını ne yalan söyleyeyim biraz küçümsüyorum. Ulan ne alaka diyecek olursanız, yani şu şekilde diyeyim.
Allah bunların belasını versin. Öyle yani. (Frank Zappa hariç)(canım benim ya)

Buna mantıklı bir çözüm yok malesef, sonuç olarak 16 yaş kolay atlatılan bir dönem değil, kendimden biliyorum Hürriyet'in Kelebek(Papillion) ekine bile otuzbir çekerdim. Bu arada değerli dostlar, Cemal Süreya'nın ve Robert Crumb'ın iflah olmaz otuzbirciler olduklarını biliyor muydunuz? Yeri gelmişken belirteyim, halâ Robert Crumb'ın hayatını anlatan Crumb belgeselini izlemeyen varsa, izlesin. Yıl olmuş 2012 hala bu belgeseli izlemeyen var çünkü.

İşin iyi yanlarından biri Criterion Collection'dan çıkması. Criterion Collection benim için Casablanca'yı listesine almadığını bildiğim günden beri değerli bir kurum özelliği taşıyor. Aşağıdaki amblemi de gördüğünüz herhangi bir film, çok büyük ihtimalle kol gibi çıkacaktır
Janus Roma'da değişimin tanrısı, saygıdeğer bir kişilik, arkadaş çevresi tarafından da "iyi çocuk" olarak nitelendiriliyor. Tabiî o zamanlar daha Tanrı değil, bir gün Forum'da herkes yanına mermerden yapılmış facebook'unu getirmiş, bir şeyler kazıtıyor falan. Duvarına "Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir!!!11bir!" yazdırtan ilk kişi olduğu için Tanrılık mertebesine yükseltiliyor. Aynı zamanda "sessizliğin sesi" ve "Jül Sezar'ı bu ülkeye çok yararı olduğu için öldürttü kahbelerrrrr.... Anlayana" gibi daha az popüler paylaşımları da olduysa da en çok dediğim gibi bu değişim sikinden ekmek yedi. Tabii Roma yıkılınca falan, elinde avucunda ne varsa satıp bir film şirketi kurdu. Janus Filmcilik yapmayalım abi, Erler Film gibi aile şirketi ismi gibi duruyor biraz değiştirelim falan deseler de dinlemedi. Açıkçası iyi de yapmış, ben bu sahneyi filmin başında gördüğüm an genellikle titreyip kendime geliyorum korkudan.

Neyse, Pink Floyd fanlarına da değinip bitireyim. Açıkçası bu konu çok çetrefilli, sanırım blogda önceden de bahsetmiştim ama tam hatırlayamıyorum belki sadece düşünmüşümdür de. Ama sadece şunu söyleyeyim Pink Floyd dünyanın en iyi grubu değil ve elemanlarına sürekli tanrı vesaire diyerek yüceltmek de basitlik ve hayatında ilk kez büyük bir grup keşfetmiş bir insan basitliği ve sığlığı içeriyor. Ben de seviyorum Pink Floyd'u kardeşim, ama yeter ya hu, adamları adeta dokunulmaz yaptılar. Al David Gilmour geçenlerde The Orb'la beraber sik gibi bir albüm çıkardı, Roger Waters her daim cacıktı zaten siktiret. Diğer iki elemanı saymıyorum, gruba olan katkılarından daha çoğunu ben bir dönem birkaç tane PF albümü satın alarak maddi bir şekilde yapmışımdır muhtemelen. İşte şarkı:


P.S: of ya ne pink floyd'u amınakoyayım tartıştığım konuya bak.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Atlar ve Atların Travmatik Anlara Etkileri Üzerine

Yukarıdaki albümü,halihazırda fotoğrafını da koymuşken Neutral Milk Hotel sevenlere önereyim. Karısının travesti olduğunu öğrenip ondan hamile kalan bir adam hakkında konsept albüm, sözler gayet başarılı, at mat demişken halihazırda bu albümü de önereyim dedim sadece konudan biraz uzak olarak.

Kişiler kendilerini sarsan deneyimler yaşayabiliyorlar, ilkokuldayken yapılan zalimce bir yavru hayvan cinayeti( sakın yanlış anlaşılmasın Ömer Seyfettin'in öyküsü İlk Cinayet aklıma sonradan geldi.),yakın akrabanın ani ölümü intiharı gibi. Godfather'da adamın yatağında kesilmiş at başıyla uyanması mesela bu anlardan biri. Bir gün Mme. Monteyn'le bir yerlerdeyiz, bacaklarında yatarken fırsssss diye bir ses duydum, gözlerimi açtığımda bir atla yüzyüze geldik.

Yalan atmayacağım, at psikolojisinden zerre anlamıyorum(allah kahretsin Ömer Seyfettin'i, şimdi de akıma Kaşağı geldi. EVET BENİM İÇİN KAŞAĞI'DAKİ ÇOCUĞUN KUŞ PALAZI OLUP ÖLMESİ DE, BOMBA'DAKİ SEKSLİ AYIPLI SAHNELER DE ÇOCUKLUĞUMDA BÖYLE DERİN YARALAR AÇTI TAMAM MI:'( ) bu sebeple ata gitmesi için ne yapılması gerektiği, ya da nasıl sevilmesi gerektiğini bilmiyorum. Atlık müessesi benim için tamamen bir muamma, çok küp şeker verilince kör oluyorlar sanırım, bir de at arabalarında koşarken yollara sıçmasınlar diye şoförle(aka at arabacısı) at arasındaki bölüme buğday çuvalları geriliyor bunlar genel bilgilerim.

Kalkıp attan uzaklaşıp başka bir yere oturduk ama at ardımızdan gül satmaya çalışan çiçekçi gibi geliyordu, tam her şeyi hazırladık fırsssss diye yavaşça yanımıza geldi. Bazen büyük şehirlerde gezerken takip edildiğimi düşündüğüm oluyor, işte bu atla yüzleştiğimden beri şüphelerim daha çok arttı. Hayvan öyle bir bakıyordu ki "Sorunun ne birader?" diye sorsam suratımda çizgi film rezil olmuşu gibi nal izi çıkacağı kesin. Ya da nasıl bir hayvandı biliyor musunuz? Hani otobüste bir yerde duruyorsunuzdur, sizi yan yan iterek yerinizden eden hayvan evlatları vardır, ya da konserlerde de oluyor sanırım, işte onların hepsi bu atın soyundan geliyor. Bunu yapan birine doğrudan "Kardeşim at mısın sen, bana pasif agresif yöntemlerinle zulmediyorsun?" diye sorabilirsiniz. Sonra kalktık at da siktir oldu gitti zaten, meğerse amacı sadece halkın huzurunu ve toplumsal düzeni bozmakmış, ki bildiğim kadarıyla kabahatler kanununa göre 69 lira ceza kesilmesi gerekiyor, şikayet etmedik tabii ki atı gidip bir köşede durdu. Atlar biliyorsunuz ayaklarındaki kilit mekanizması vesilesiyle ayakta uyuyabiliyor, bir nevi 2-4 nöbetindeki erlerle benzer bünyeye sahipler diyebiliriz.

İşte benim atlarla ilgili hissiyatım burada bitmiyor çünkü, asıl bahsetmek istediğim konu yaklaşık 3 yıl önce kadar gerçekleşmişti. Bir gün küçük bir kasabada yolda yürüyorum, hava kurşun gibi ağır ve ben de bağır bağır bağırıyorum. Çünkü kulaklıklarım var kulağımda ve şarkı söylüyorum. Önümden bir at arabası geçiyor, adam saman taşıyor karısıyla iki çocuğu da samanların üzerine oturmuşlar neşeli olmasa da kendi hallerinde yolda gidiyorlar(bu arada dikkatinizi çekerim şimdiki zamana geçtim merak öğesini belki arttırırım düşüncesiyle) Bir şey oluyor, deprem falan değil, at huysuzlanıyor şaha kalkıp kendini birden yan tarafa doğru atıyor, ki boyunduruklarıyla beraber tüm at arabası 4 tekerlek üzerinde dengede olmasına rağmen araba devriliyor. At yerdeyken debelenmeye başlıyor, ne olup bittiğine dair hiçbir fikrim yok ama boynuna tahtalar vurulmuş yerde debelenen at ciddi anlamda korkunç bir görüntü. Bazı hayvanlar acı çekmeseler bile ani hareketleri vesilesiyle sanki ızdırap içindelermiş gibi durur fakat bu at resmen acı içerisinde yerde kıvranıyordu. Samanlar yerlere dağılmış iki çocuk da sümük içinde ağlıyor. Arabacı atını seviyor belli, zulmetmiyor hayvana. Önce kafasını okşayıp sakinleştiriyor, ardından da arabayı da bir yandan iterek düzeltiyor arabayla atı. Hayvan sakinleşiyor, hiçbir şey olmamış gibi yine bomboş bakıyor, çocuklar kıpkırmızı olmuş sümük içinde anneleri de çocukları sakinleştiriyor. Adam samanların bir kısmını topluyor ve kadınla çocukları arabaya almıyor bir daha böyle bir şey yaşanırsa diye, kadınla çocuklar yollarına yürüyerek devam ediyorlar. Arabacı hayvanı biraz daha sevip ardından yemliğini takıyor bir köşede ve yollarına devam ediyorlar.

İnternette ciddi anlamda çok fazla gore video,çirkin olaylar vesaire izledim fakat o anda gördüğüm atın gözlerindeki öfke, korku karışımı hissiyat kadar hiçbir şey beni şok etmedi değerli okurlar. İşte bu sebeple atları çok sevmeme rağmen, biraz da korkuyorum.

Bu yazıyı da çok çirkin bir şey yapıp atlarla ilgili olmasa da atlı bir şarkıyla bitireyim de konsept tamamlansın.

23 Şubat 2012 Perşembe

Yanlışlıkla Gangsta Rap Camiasına Girmek Üzerine

Alfred Hitchcock sonradan Amerikan Vatandaşlığına geçmesine rağmen, gönlümde hep İngiliz olarak kalmış bir insandır. Hatta bir zamanlar Amerikalı bir tanıdığıma bu konuyu açtığımda "Dostum senin derdin ne ha, tabii ki de İngiliz" diyerek onaylamıştı. Alfred Hitchcock'a gelmeden önce sizi bu yazının "eğlenelim öğrenelim" kısmına davet ediyorum, tabii ki bu kısımdan sonra yazının sonunda "Okuduklarımızı Anladık mı? Cevap Verelim" de olacak, bilemeyenlere teneke eksi atacağım. David Lynch'in Dune'u çekmesinden çok önce Jodorowsky abimiz de bu girişimde bulunmuş ve film müziklerini Karlheinz Stockhausen, Magma ve Pink Floyd'a yaptırtacağı bu filmin başrollerinde Salvador Dali, Orson Welles, Alain Delon ve Mick Jagger gibi tipler oynayacaktır, tabii Dali hayvan gibi para ister, bunu dışında çeşitli yapım masraflarının çıkması sonucu iş tamamen Terry Gilliam'ın Lost in Mancha hikâyesine döner, bildiğiniz gibi Terry Gilliam uzun zamandır çeşitli filmler çekmeye devam etmesine rağmen yaklaşık 25-30 yıldır Don Quijote(quijote ya!)yi de çekmeye çalışıyor. Tabii filmde ölenler mölenler kalıyor, en son Robert Duvall'ın Don Quijote'yi oynayacağını duymuştum ama The Road'daki yaşlı halini gördükten sonra onun da filmin çekimlerinin ilk gününde öleceğine dair kanım perçinlendi. Bu olaylar iki yıl önce oluyor bu arada, iki yıl önce düşündüğüm şeyleri yazıyorum nedense ben de anlamadım.

Konuya dönelim, geçenlerde çok uzun zamandır izleme listemde bulunan Notorius'u izleme kararı aldım. Açıkçası Hitchcock'un kelek attıp bunalttığı filmini daha hiç izlemedim, çok güzel bir durum. NeyseTorrent'e abandım doğal olarak, birkaç versiyonunu buldum. Bu arada daha yüksek boyutlusunu buldukça bir küçüğünü siliyorum. Neyse, her şey oldu bitti, yaklaşık 1.6 gb'lık bir dosyada Notorius'u açtım, ve açtığım gibi şu altta posterini görmüş olduğunuz film açıldı.
Şimdi Nigârlık, hip-hopçılık, rapçilik(lan KIRAÇ!) camiasına saygım sonsuz olmasa da, yine de dinlemekten imtina etmem, kökleri Isaac Hayes'le harmanlanmıştır, post-modern zamanların en temel öğelerinden pastiche'i kullanır falan filan. Fakat filmi izledikten sonra birkaç arkadaşımla birleşip kokain satıp çok bol pantolonlar giyip, yukarıdaki vesikalığı çektirince(oroyin satma lisansı için) başlayınca tamamen olayı yanlış anladığımı, Hitchcock ve tezcanlılığım vesilesiyle gangsta olduğumu fark ettim. Her akşam oraya buraya zarflar için kesik parmaklar yollamadan uyuyamıyordum falan. Tabii sonradan dedim ki, madem filmlerden bu kadar kolay etkilenen biriyim, neden başka bir film izleyip şöyle bir kendime gelip bu tip kötü olayları bırakmıyorum. Öncelikle Le Samourai'la ortamı biraz yumuşatıp efendi bir serseri oldum, sonra aniden ortayaş Woody Allen filmlerine yüklenip şehirli entelektüel oldum. Yani sonra da bu blog'u yazmaya başladım iki üç yıl önce. Şaka maka blog da 3üncü yılını doldurdu diyebiliriz. Doldurdu da ne oldu derseniz, bu süreçte dönüp de baktığım zaman "lan böyle rezil bir şeyi de mi yazmışım" diyeceğim 250'ye yakın yazı oldu.

Açıkçası yazdığım bir tek yazıdan bile utanmazlık etmedim, hepsinden ayrı utanıyorum, ama Kafkalık yapmaya lüzum yok. 159 okur da olsa, blogculuk müessesinde 16000 takipçisi olup yarak gibi yazanlar da var. Bizim girişim başarılı olamadı biraz(dikkatinizi çekerim ezikliği gidermek için birinci çoğul şahısa çekerek kendine değer atfetmenin bir örneği sunuluyor burada) Neyse ya öyle, bu arada birileri geçenlerde "Porto Riko hakkında yaz" demiş. Gerçi adam da uzun uzun halini anlatmış, medya gibi oldum. anasını satıyım. Neyse, o arkadaşa buradan bir cevap vereyim, din, siyaset ve Porto Riko hakkında konuşmuyorum kardeşim. Porto Riko'da çok acı çektim. Ama bu konuda da az çok ilgili olduğumu belirtmek için Porto Riko'da Amerika'nın bir eyaleti olmayı destekleyen politik bir partinin bulunduğunu belirteyim.

Şimdi The Chameleons'dan Less Than Human'ı paylaşacağım, bu arkadaşlar yaptıkları müzikle Joy Division'ı aşmış fakat pazarlama stratejilerinin güçsüzlüğü sebebiyle biraz daha az duyulmuş tipler olarak kalmışlar. Boru mu abi Joy Division/New Order Factory Records'a bağlı. Videoaki emmocu arka plana dikkat etmenizi öneririm. Videoyu hazırlayanın çok acı çektiğine ve onu kimsenin anlamadığına emin gibiyim:(



Okuduğumuzu Anladık mı? Cevap Verelim.

1.Yazar bu yazıda bayrağa mı sesleniyor?
2.New Order'ın tekrar birleştiğini biliyor muydunuz?
3.Kaprofili içeren pornolar da olmasına rağmen 2 Girls 1 Cup'taki bokların gerçek bok olmadığını biliyor muydunuz?
4.Monteyn'in twitter.com/monteynaga isimli bir hesapla sosyal medya sikinde atılım yapmak amacıyla birbuçuk iki yıl kadar önce hesap açtığını fakat kullanmayı bilmediği ve onu öğrenmek yerine Porto Riko'nun Amerika'ya katılmasını isteyen politik parti saçmalıklarını okuduğu için hiç tweet atmadığını biliyor muydunuz?
5.Yazıda gizlenmiş şifre de ne diyor?
6.Yukarıdaki sorum cümlesinde ki yazım hatası nedir?
7.Peki yukarıdaki cümledeki hata nedir?
8.Yukarıdakinde bir hata var mı?
9.Eski Yunan'da kimin okuluna matematik bilmeyenler giremiyordu?
10.Monica Belluci'den halâ geçmedi değil mi?

6 Ocak 2012 Cuma

Hayat Mecmuası Üzerine


"Bu yazıyı ilkokul 5'ten beri tavana boşboş bakarken beni hiç yalnız bırakmayıp sürekli oradan oraya kayan, sağ gözümün sol alt kısımlarındaki siyah noktalar kümesine ithaf ediyorum. Siz olmasaydınız tavana bakarken duvardaki kabartıların üzerinden, yollardaki babaların üzerinden kimi atlatacaktım? Teşekkürler siyah nokta kümesi."

Şevket Rado'nun çıkardığı Hayat Mecmuasının ciltlerine ulaşmıştım bundan yaklaşık 5 yıl kadar önce, boş kaldıkça okuyordum. Muhabbetler genelde İstanbul Cemiyet hayatı, Ajda Pekkan ne yaptı, Sultanahmet'teki hippiler falan, mesela Giulietta Degli Spiriti'yi çekmekte olan Fellini'den bahsediyordu onu çok iyi hatırlıyorum. Demek ki okuduğum sayı 1965 öncesi bir döneme ait. Yani sanıyorum ki ciltler 58-70 arasını kapsıyordu eksik sayılar olduğunu göz önünde bulundursam da. Neyse olaya böyle nostaljik yaklaşmanın anlamı yok, oradan çok net hatırladığım bir haberi anlatıp, niyetimi açıklayacağım yazının devamında.

1959'da Louis Armstrong İstanbul'a konser vermeye geliyor, hem de üç gün yani biletler Vergi Daireleri'nden satın alınabiliyor, sonradan Vergi Daireleri biletix'e devrediliyor filan bu konulara girmeyeceğim. Neyse konserlerin ilk iki günü başarılı geçiyor, Louis Armstrong'a soruyorlar İstanbul'u nasıl bulduğunu, o da "Türk insanı çok sıcak. Burada muhteşem bir misafirperverlikle karşılaştım. İstanbul çok egzotik." geyiklerini yapıyor. Ben önceden bir Fransız olarak bile utanırdım bu muhabbetlerin hep aynı olmasına sonradan fark ettim ki mesela ben Prag'a gittiğimde yine gazeteciler sormuştu. "Prag çok güzel, medeniyetlerin buluştuğu yer, bilhassa Çek İnsanı çok canayakın, umarım tekrar Prag'a gelebilirim. Çek Birası ve svickova'ya bayıldım:)))" demiştim o yüzden artık herhangi bir şehir hakkındaki bu tip yorumları kabulleniyorum.

Hikâyemize geri dönüyoruz, Louis Armstrong üçüncü konserini İstanbul Hilton'da verecektir, fakat o da nesi, adam konsere başladığı zaman ana yemekler de gelmeye başlamıştır!! Tabiî sonradan görmüş société durur mu, yapıştırmış cevabı, yani cevabı yapıştırmamış da adamın konserine gelmediği net olan görgüsüzlerden oluştuğu için hapur hupur yemeğe gömülmüşler. Louis Armstrong beyninden vurulmuşa dönüyor, kafasına su şişesini yiyen Morrissey gibi müziği kesip odasına çıkıp terlemeye ve beziyle silmeye devam ediyor. Bu sırada Karadenizli bir otel görevlisiyle girdiği ilişki sonucu İsmail Türüt'ün doğduğu rivayet edenler de vardır.

Efendim, güç bela ikna edilir Armstrong konsere devam eder falan ama bu sefer işler değişmiş sosyeteyi köpeği yapmıştır, ayaklarının dibinde oturup dinler alkışlar ederler, helal olsun Louis aga falan derler. Bir de buna benzer bir durum geçen sene İstanbul'da Tindersticks Konseri'nde olmuş sanırım, abimiz mırıl mırıl halini arz ederken, millet muhabbete dalmış, neden? Çünkü ayı oldukları için. Lyceé ya da ondan önceki eğitim kurumlarında biraz sessiz bir öğretmen varsa hemen boku çıkarılıp sömürülür ya, onun gibi bir şey. Hayır söyleyin komik bir şey varsa biz de gülelim yani!!!!

İşte bu iki durumun bir benzerini yine geçenlerde rahmetli oroyinman Bill Evans'ın Waltz for Debby albümünü dinlerken fark ettim, alkışları fark ediyordum şarkı bitişlerinde fakat parçalar çalınırken de arkada muhabbet döndüğünü kulaklıktan dinlerken fark ettim. Abi hakikatten bir böyle Büyük Ev Ablukada gibi yavşak gruplar bulunuyor hem grup elemanları hem de izleyici kitlesi hemen muhabbete sarıyor, bir de böyle adam gibi takım elbisesini çıkıp işini yapan müzik insanları oluyor mesela Kraftwerk!!! Bu garip neon lambalı elbise dışında Autobahn döneminden beri takım elbiseden ödün vermemeleriyle saygımı kazanmış bir grup. BEA'dan bahsetmek istemiyorum hakikatten dayaklıklar çünkü onu geçiyorum ama bu izleyicinin sinir bozuculuğu nedir arkadaşım. Şampanya içiyorsun diye çotank diye kafamda patlatmalı mısın şampanya bardağını, bir yandan da yanındaki adama flört eder ses tonuyla "mösamdömsd" diyerek. Bunların bir kaç tanesini Arc de Triomphe du Carrousel'de sallandıracaksın bir daha yapıyorlar mı bakalım!!!

Neyse size birkaç sene geç kalmış da olsam Erdjan'dan Viski Coca Cola'yı, ve götü kurtlu klavyecisini takdim etmekten onur duyarım:

 
Copyright © 2010 MONTEYN