31 Ağustos 2009 Pazartesi

Sesler, Türk Filmleri


Eski filmlerin çoğunun konusu aynı olduğunu biliyoruz. Aşık birileri var, onları paylaşamayanlar var, parayı paylaşamayanlar var, zengin kız fakir çocuk(fakir ama mutlaka piyanist), zengin çocuk fakir kız(bu durumda kızın bir vasfı olmaz, namuslu olması ve otobüse binerse forta karşı kendini koruması kafî), yani genel temalar bunlar. Bunlar Türkan Şoraylı, Gülşen Bubikoğlu'lu olan filmler, Halit Refiğ'den falan bahsetmiyoruz burada!

Sürekli aynı filmi izliyormuş hissi uyandırır, üçüncüsünden sonra aynı evi görmekten insanın içi sıkılmaya başlar. Üst katına çıkarken, merdivenlerin yan tarafında martı olan evden bahsediyorum, aynı viski şişeleri, aynı ahşap koltuklar, renklendirilmesi aynı stüdyoda yapılır sonra bu renklendirmenin verdiği sıcak görüntüler, Orhan Pamuk kitaplarından birinde itinayla yaratılmış bir oyun olarak karşımıza çıkar. Bu tip ayrıntılara takıntılı olması beni ilgilendirmiyor, sadece aklıma geldiği için söylüyorum. Yoksa isterse gidip, içine 15 kişi sığan dolmuşlardan bahsedip onların içindeki kokunun nasıl da siyah beyaz koktuğunu ve ekmeğin de siyahla beyazın arasına girip kar kokusuna karışıp şehr-i İstanbul'u dolaştığını ve birden bütün İstanbul'un elli yıl önceye gitmeye başladığını, arabaların modellerinin eskimesine rağmen kendilerinin yeni kaldığından falan bahsedebilir. Sonra bir bakar ki meğerse rüyaymış ve dolmuş yolculuğu bitmiş.

Adamı sevmeme rağmen durduk yere niye böyle laflar söyledim onu bilmiyorum. Kendisinden özür diliyorum. Ha bir de geçenlerde şu dikkatimi çekmişti, edebiyat tayfasında bir evsizlik bir kopuş(şimdi gösteri yaparcasına heimatloskeit diyecek değilim), çok genel oluyor. Dünya edebiyatında söylüyorum, bilerek memleketinden uzak yaşayan insanlar, şiirlerde "to be without a home(hoüüüm), like a complete unknown(annoooüüüün)" lar falan. Sonra adama dönüyoruz, adam kendi semtinden bahsediyor. Bunu ustalıkla yapıyor, bu yuva saplantısı gelenklerden kaynaklanıyor galiba. Aileden kopamama, zihinde de olsa sürekli geri dönme. Ha-ha Aniden NTV GeceGündüz'de hayvani tezler ortaya koyan amcalara dönüşeceğimi bilsem, gelmeden önce güneş altında kağıt yakan kalın camlı gözlük alır, üstüne de gider kafamı Ayhan Işık yaşlandırması yaparak yanlardan beyaza boyardım. Malesef, olayların böyle gelişeceğini kim bekleyebilirdi ki? Ayhan Işık yaşlanması çok enteresan ayrıca, sanırım Ayhan Baba çekimden bir gece önce yastığını kirece bulayıp öyle uyuyor, sabah kalktığında ya saçları kireç tozundan beyazlaşmış oluyor,ya da kirecin 7 saatte 30 yıl yaşlandırma özelliği var. Unutmayalım ki Ayhan Işık çok erken öldü, kirecin etkisi desem kaçınız inanır bilmiyorum.

Jeyan Tözüm'le Hayri Esen'den biraz bahsedecektim, zira bana Türkan Şoray dendiğinde hala aklıma konuşma tonu olarak Jeyan Tözüm geliyor, Ayhan Işık'ın gerçek ses tonunun nasıl olduğunu bile bilmiyorum Hayri Esen yüzünden. Demiştim de filmler birbirine benziyor diye yukarıda, sonra bu ikilinin sesinin de eklenmesiyle "İki Film Birden"ler falan iyice saykedelik gösteriye dönüşüyor. Oyuncular, sesler, mekan derken iki film birden değil, aynı çiftin başka macerasını izlemek gibi oluyor. Kadir ve Türkan'ın 8 yıllık aşırı çalkantılı ilişkisi, her filmde başka bir aile evlatlık alıyor ikisini, bazen zengileşiyor, bazen şehirli oluyorlar sonra kendi konuşmalarını unutup Türkan birden köylü şivesiyle konuşup Anadolu'dan geliyor meğerse aslında o Türkan'ın içinde başka birisi varmış önceki filmde Kadir'e oyun oynamış, bir dahaki filmde Tarık'la arası iyi oluyor, tam bu sırada galiba Kadir çok derbeder halde olduğu için o süreçte hiç dışarı çıkmıyor Tarık'la kavga etmiyor. Sonra Ayhan Işık geliyor bazen, onun galiba fakir bile olsa robdöşambrı hiç çıkmıyor, çünkü ya takım elbiseyle ya da robdöşambrla gezmesini salık vermiş doktor, bir gün giymedi başına güneş geçerek öldü. Yani genel olarak 40ların ve 50lerin Amerikan filmlerinde Humphrey Bogart'ın sürekli löbürdeyen yüzünü görmek gibi bir şey bütün bu olup bitenler.

Sonuç olarak, insanlar aynı filmi izlemeye o kadar alışıyorlar ki, bir süre sonra Frigo yedikleri zaman istemsiz olarak sinemaya yönelme ve o filmi izleme hissi doğuyor. Koku hafızası vardır ya, bir şeyi kokladığınız zaman aniden yaşadığınız bir olay canlanır beyninizde, onun gibi. Aslında sonuç bu olmayacaktı, zaten ortada da sonuç falan yok. Üçbinlira bütçeyle çekilen filmler külliyatımız var 70lerde. Bir kişi çıkıp "Abi ben insanlara öyle bir film yapacağım ki çıktıktan sonra sakat kalacak." dememiş doğru düzgün, bu ne böyle? "70ler Türk Aşk Fimleri kitlelerin Afyonudur ve Türkan'dan başka kurtulacak neyimiz var!" mı diyeyim? Üstüne üstlük 80lerde Tarık Tarcan gibi dikdörtgenler prizmasından bir Saylon'un Türk sinemasına girdiğini göz önünde bulundurursak yine iyi. Değişen dönemle beraber LSD'den Kokain'e geçen Forest Gump'ın Jenny'si gibi Türk aşk filmleri, sonra Allah'tan Jenny gibi onlar da öldü. Gerçi şimdi bu dizilerden sonra keşke devam etseymiş diyorum. Yeryüzünde kaç tane ülkenin ikibuçuk saat uzunluğunda dizileri var? Bir de tarz fark etmiyor, her bölümü mesnevi uzunluğunda. Beşini farklı kanallardan bulana dizi hamsesi hediye, www.hamseizle.com. Dizinin olayı bu değildir: Herkes ağlasın, herkes ardından dayanamayıp o gece sevişsin,yarın sabah babaları ölecek nasıl olsa. Ölmese bile kanser, ya da kardeşi gümrükten çıkarken bagajına gizlice uyuşturucu konmuş(Böyle mi olacaktı?), kardeşlerden biri uzun yoldan dönerken her 4 bölümde bir geçirmesi gereken kazalardan birini geçirip periyodik komalarından birine girmiş, ancak kızkardeş hamile olabilir. Fakat unutmayalım ki babanın 20 yıl önceki kaçamakları yüzünden bir yarı kardeş 3 bölüm önce ortaya çıktı. Lanet olsun be, bir kere o yarı kardeş elemanın annesine yazılmadı, aneler engelledi bunu. Fakir ve gururular ölsün artık, fakir ve orospu çocukları her bölüm ayrı bir ucuz şarabı tanıtsın bölümlerde. Allah! Anneanne'nin 65 yıl önce bir kere elini tuttuğu sevgilisini unuttum hem de en Çetin Tekindor'undan gürüldeye gürüldeye. Ulan Anneanne Çetin Tekindor gelmiş sen hala evde keyif çatıyorsun, ayrı eve çıkın gidin evden be, adam istese Kazanova olacak sen namus diye diye kuruyup kaldın 96 yaşında. İnşallah yaptığın tarhana bozulur da 3 ay anlatacak konu bulursun kendine! Aranızda sosyolojist birileri falan varsa bu dizi uzunluklarının ülkenin gelişmemişliğine bağlayıp bana gönderebilir mi, şu an içim sıkıldı yazmaktan.


P.S: Bu Ayhan Işık fotoğrafının gerçek olup olmadığını bilmiyorum, eğer gerçekse de 70lerdeki fotoğraf stüdyolarında da kesinlikle fotoşop kullanılıyormuş. O zamanlar tabii bir bilgisayar'ın çalışması için bütün şehrin elektriği kesiliyor, ama olsun Ayhan Baba'yı fotoşoplamak için bütün ülkenin elektriği kesilse ne olur ki?

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Mogvay Şeytandan Korkuyor


Lays'in Tuzlu ve Karabiberlisini gördünüz mü? Bu tip bir çakallığı ya Procter & Gambler'dan ya da Frito Lay'den beklerdim. Bir cipse "tuzlu" demek, fırıncıların "Evet artık ekmeklerimiz unlu" demesiyle eşdeğer bir saçmalıktır. Biliyorum Estrella geçenlerde tatlı bir cips çıkardı ama çok uç bir örnek. Eğer bir cips tuzsuzsa bu yazılabilir, ama üstüne hala "tuzlu" yazmanın hala anlamını çözemiyorum.

Sanırım markanın bu işlerini hangi arkadaş yapıyorsa sadece teorik bilgisi var ticaret piyasası ya da ne bileyim, tanıtım hakkında, daha pişmemiş. Sadece "karabiberli" yazsa biliyor ki cefakar Türk insanı "Ulan nasıl olsa baharatlısının içinde karabiber vardır, o zaman aynı parayı verip neden daha az şeye sahip olayım ki!" diye düşüneceği için adam bir şeyler uydurmak istemiş fakat "Tuzlu" demiş, açıkça söylüyorum kim düşündüyse gerizekalıymış. Başka bir şey demiyorum, umarım yeni paketlerinde "Artık Hem Patates Hem Tuz Hem de Karabiberli" yazarak kendilerini rahatlatırlar, hem daha zengin gösterir.

Ayrıca hangimiz eskiden Uzay şimdi Frito Lay olan firmaya kırgın değiliz ki dostlar?
Şimdilerde ortalıkta "Çerezza Sinema" diye dolanan cips bundan önce tam üç kere piyasadan çekildi. İlk olarak Uzay satın alındıktan sonra tombi ailesinin bir üyesiyken, üretilmemeye başladı. Bu arada Tombi de Cheetos oldu. Sonra bir kere daha 2001 civarında "Dev Pokemon Tasosu" stratejisiyle piyasaya sürüldü ve yine çekildi. En yakın zamanda da "Sishrli Annem" cipsi olarak piyasaya sürüldü. Yalnız bu nasıl bir ticari hamleyse pakedin üstünde "Nevra Serezli" vardı ya hu! Amerika'da Cheetos'ların üstünde Courtney Love'ın fotoğrafının olması kadar saçma bir şey bence. Tahminimce bu Nevra Serezli olayı, o dizide yaşanan olayların hepsinden daha fantastikti, hem de gerçek dünyaya ait olmasına rağmen. Neyse zaten Frito Lay en büyük hatayı Doritos'un Mavi renk, yalanarak yenilemeyen, acılı, üçgeninin içinde penguen olan "cool ....." cipsini piyasadan kaldırarak yaptı zaten.

Bu arada Sihirli Annemden bahsedince ekürisi Bez Bebek'i unutmak istemiyorum. Tabii efektlerin 97 3dmax'te yapıldığı gerçeğinin yanında, oyunculuktan bahsetmek istiyorum, ve Ah! Tabii ki Oya Aydoğan.

Bez Bebek'te Joker'i oynayan arkadaşın ilk olarak Ruhsar'da ofis çalışanı, sonra Ekmek Teknesi'nde Ölü olarak oynadığını hatırlıyorum. Şimdi de çok acaip bir şey oldu bu arkadaş ama yorum yapamıyorum ağız hareketleri aklıma geldikçe. Dikkatinizi çekerim her işinde biraz daha fantastikleşiyor, sanırım bundan sonraki dizisinde "Wingardium Leviosa" büyüsü olarak oynayacak kendisi.

Şimdi gelelim Oya Aydoğan'a, öncelikle şunu belirtmek istiyorum, çok büyük ihtimalle Mine Koşan'la çok uzaktan akraba kendisi. İkisi de aynı şekilde genişliyorlar, sanırım ikisinin de kullandıkları ruj aynı ve bir miktar Öglena içeriyor bu ruj ve kloroplast sayesinde gün boyunca yemeklerin dışında da besin maddesi sağlıyor olabilir. Bilmiyorum, belki öyle olmayabilir ama. Neyse Oya Aydoğan'ın oyunculuğunun STV'de yayınlanan "Boşanmak İstemiyorum" kadrosuyla aynı seviyede olduğunu söylememe gerek yok sanırım, ve unutmayalım ki makyaj masraflarını Polisan Gülen Boya ya da Marshall sağlıyor. Büyük ihtimalle Marshall'dır çünkü o kadar renk çeşidi sadece Marshall'da var. Ayrıca çok makyaj yapıyor, badana yapıyor demiyorum, o renkleri nereden bulduğuna dair bir merağım var sadece.

Şu an Banu Alkan ve Oya Aydoğan'ın kavgalarından bahsetmek isterdim ama fark etmediğiniz bir gerçeği yüzünüze bir tokat gibi çarpmaya karar verdim. ASLINDA BANU VE OYA AYNI İNSANLAR!!! Sadece gündemde kalmak için kendi kendisine laf ediyor, arada adını hatırlayamadığım için şu an "Murat Bardakçı" sandığım sevgilisinden dayak yiyor. Ama şöyle dünya edebiyatına göz gezdirdiğimiz zaman biliyorsunuz ki "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" durumu var, fakat bu daha çok "Mr.Hyde ve Mr.Hyde" hissi uyandırıoye insanın içinde. Şunu demek istiyorum, eğer ikisinin farklı insan olduğunu birisi kanıtlayabilirse, bu blog'da kendisine bir tane yazı yazma hakkı veriyorum, ama en az Malazlar Kibrit Kutuları kadar saçma fotoğraf bulması şartıyla.

Sözlerimi "Saykedelik insanların memleketi Türkiye!" diye bitirip sosyal mesaj verecektim, ama vazgeçtim.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

9 ışık doktrini


Avustralya Haber Ajansı'na verdiği demeçte Melbourne Ülkü Ocaklarına kaydını yaptırttığını belirten Nick Cave, kendisinin de Brakisefal kafa yapısına sahip olduğunu ve soy ağacını çıkarttığı zaman köklerinin Orta Asya'daki Lazarus Türklerine kadar gittiğini bulduğunu belirtti.
Ardından konuşmasına şu şekilde devam etti: "Blixa neden bıraktı? Çünkü Türk kökenim olduğunu öğrenmişti, kendisi Alman olduğu için hemen grubu terk etti, ardından yıllarca en iyi arkadaşım saydığım Mick Harvey'nin yaptığı küstahlığı unutmayacağım, onu Ötüken yolunda atımın terkisine bağlayıp sürüklemeye yüce başbuğumuzun ismi üzerine and içtim. Bundan sonra konserlerime Anadolu'nun dört bir köşesinde başlayıp Orta Asya'nın bozkırlarına kadar devam ettireceğim. Bildiğiniz gibi Warren Ellis de sakal uzatarak bana verdiği desteği göstermiş oluyor, kendisi de aslen Gagavuz Türklerinden gelmektedir.

Ayrıca bundan sonraki albümümün konsept bir kayıt olmasını ve hatta çift albüm olmasını planlıyorum. İlk CD'de Oğuz Kağan Destanı diğerinde de Ergenekon Destanı'nın bulunmasını planlıyorum. Bundan sonra kayıtlarımda köpekleşmiş soysuz, köpeksel batılı köpeklerin Gitar aletini çalmayacağım, Kopuz ve Tar çalmayı planlıyorum. Gördüğünüz gibi aslında gitar da tardan gelmektedir, bu kokuşmuş kokan kokusal pisliklerin bir sonu gelmesi gerekmiyor mu sizce de?" diyerek sözlerini sonlandırdı.

Ardından artık adını Bamsıbeyrek İn olarak değiştirdiğini belirten Cave, artık şarkılarının tamamen koçaklamalardan ve sagulardan oluşacağını belirterek eline aldığı tarıyla iki yeni şarkısından birer bölüm okumayı da ihmal etmedi:

"Alp Er Tunga öldü mü
Issız acun kaldı mı
Felek öcün aldı mı
Şimdi yürek yırtılur"

"Ben sizlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
"

21 Ağustos 2009 Cuma

Ekonomik Kriz Üzerine gibi


Evet, yanlış okumadınız!!!!
Aylarca şatomu övdüm, mutfaktaki bardaklardan okurlara eşantiyon olarak dağıttım. Ama sonunda bu küresel krizde burjuva hayatıma devam edemeyeceğim. (Oktay Sinanoğlu kızmasın diye küresel yazdım. Bir gün de Oktay Sinanoğlu'nun böyle olabilmek için ne tip maddeler kullandığından bahsetmek istiyorum aslında.)

Hazıra dağlar dayanmaz diyip üstüne bir de rezil bir Oblomov analojisi yaparsam kimsenin bu blog'u okumayacağını bildiğim için onu geçiyorum.
Sorarım size, o koca taş bina kış geldi mi nasıl ısınıyor, elektriğini, suyunu kim ödüyor. Hizmetçilerin teker teker maaşlarını kim yatırıyor?
"Halbuki Fransa ve Almanya 2009'un ikinci çeyreğinde büyüme kaydettiklerini belirtti." diyenleriniz var içinizden biliyorum, ama peki küçük esnafa yansıdı mı bu? Hayır tabii ki de, bu yüzden yazıya devam edelim.

Öncelikle, şatoyu kiraya verip, İstanbul'da bir yalıda kalmayı planladığım için bir haftadır İstanbul'daydım. Hem doğunun ve batının kaynaşmış kültürünü, hem o oryantalizmi, hem kozmopolit yapısını özlüyordum yıllardır.( Bu klişe kombinasyonu için hepinizden teker teker özür dilerim.) Her yabancı gibi, Mısır Çarşı'sına gidip Fes'li fotoğraf çektirdim, ardından karşılaştığım Show TV kameralarına hemen "Turkiyaaa çuk guzeal, Kibaaap, kibaaap ve de Huşgeldim Ramasan." dedim.

Ayrıca İstanbul bende ayrı bir duygu oluşturuyor. Ailem yedi kuşak Fransız tabii ki, fakat İstanbul'un Fethi'nden sonra Batı'ya kaçıp Rönesans ve Reformu başlatan bilim adamlarının sadece İtalya'ya kaçmadığını unutmayalım. Benim de 7.kuşaktan dedem İstanbul'dan kaçan bir bilim adamıdır.

Hemen bölüyorum bu dediğimi, Bob Dylan Günlüklerinde babaannesinin Kağızman'dan geldiğini söylediğinde, Kağızman halkı Dylan'ı Kağızman'a davet etmiş üstüne üstlük Fahrî vatandaşlık ünvanı vermişlti. Bu olay Batman Belediye Başkanı'nın Batman'e dava açmasıyla eşdeğer rezillikte sanırım.

Bu İstanbul'a ilk gelişim değil, ama özel uçağım olmadan bir havayolu şirketiyle ilk gelişimdi. Bundan önce gördüğüm Flash TV binasındaki Ankaralı Turgut fotoğrafı kaldırılmış, yerine Yeniçeri gravürü gibi bir şey konmuştu. "Türkiye değişiyor." diye düşündüm, sonra Obama'nın seçim kampanyası aklıma geldiği için hemen vazgeçtim bu intihal durumundan. Ayrıca wikipedia'da Berlusconi'nin seçim kampanyasında kullandığı tasarımlara bir dikkat etmenizi istiyorum. Acaba nereden alınmış? Hatta nereden (ç)alınmış yazıp hem ikinci yeniye, hem de kötü yazarlara buradan sevgimi iletmek istiyorum. Bu "(ç)alınmış", nasıl da yakışırdı bir yıllık yorumuna? Şöyle devasa boyutlarda, cildi süngerle kaplı, arka kapağında yıl grubunun okulun baş harflerini oluşturduğu çirkin bir yıllık. Ayrıca sponsorda alınmış, ya matbaa ya da yıl grubundan birinin dedesinin fabrikasının fotoğrafları falan. Kuşe kağıda baskı. Aslında benim hiç yıllığım olmadı, yani zaten evde özel derslerle yetiştirildiğim için ihtiyacım da olmadı. Ama aklımdan çıkmıyor. Hele bir yıllığın kapağının içinde devasa Traktör Resmi görüp, orta sayfadaki mizah kısmına gelemeden gülmekten karnım kasılmıştı. Mizah kısmında zaten o yıl grubunun kendine has kelime oyunları yanlış anlamaları oluyor, ki çok doğal saygı duyuyorum, başka bir şey yapılması saçma olur zaten. Fakatmizah sayfasında Cin Ali kafasına vesikalık koyma rezaletini unutturmam! Şimdiye kadar üç yıllığın mizah bölümünde buna denk geldim. Hayır sempatik bile değil, zaten yeteri kadar renkler bozulduğu için Malazlar kibritlerin üstüne insan yüzü çizilmiş domates konmuş gibi duruyor, çok çirkin bir görüntü. Hatta zamanında bir konser afişinde benim de kafamın böyle konmuşluğu var, allahtan fotokopiyle çoğaltılmıştı da yeryüzünde hiçbir zaman bulunamayacak!

Ve evet: "Malazlar mı yoksa Kav mı?" deseniz okurlarım. Tabii ki Malazlar derim. Çünkü benim de soyadım Malaz olsaydı, hiç düşünmez kibrit işine girerdim. Kav daha züppe bir kibrit markası zaten, uzun mangal kibritini de yapmaya başlayınca kendini iyice bozdu. O uzun mangal kibritlerinden küçükken Amerikan Kamplı Neşeli filmlerinde görür özenirdim, âdi Kav yıllarca yapmadı, ben de gönül rahatlığıyla evi ateşe verme isteğimi hala bastıramadım. Bir gün bir yeri yakarsam eğer, bilin ki bu bastırılmış uzun kibritle mangal yakıp üstünde marşmelov yumuşaklaştıramamaktandır. Ayrıca bunu okuyup kafasında çeşitli alt metinler oluşturan veya Freudyen açıklamalar getirenler varsa aranızda, onları da kınıyorum.

Malazlar baktılar işler ters gidiyor, delikanlı gibi kepenkleri indirdiler. Nasıl olsa vasati 40 kibrit satışlarından kazandıkları parayla aldıkları gayrimenkullerin kira gelirleri vardır kafaları rahat. Bulduğunuz sarı lacivert Malazlar kibrit kutuları olursa evde, onlara bir hüzünle bakın lütfen.

Ayrıca çevrenizde "Abi kibrit mi önce bulundu yoksa çakmak mı zehehe?" sorusunu soran insanlar varsa,onunla hemen selamı sabahı kesmenizi tavsiye ederim. Hatta eğer birlikte çekilmiş fotoğraflarınız varsa, lütfen onun bulunduğu kısımları makasla kesin. Hem çocuğunuz olursa gizemli bir anıymış gibi anlatabilir, yavrucağınızın gözünde prim yapabilirsiniz.

P.S: Orijinal Malazlar kutusunu koyardım ama Malazların nasıl yüce bir firma olduğunu görün diye hayvan serili kibrit kutusunu koydum. Öyle bir firma ki, vatandaşlarının kültürüne katkı da bulunmayı ihmal etmiyor, yeri geliyor Aslan illüstrasyonu koyuyor, yeri geliyor Jaguar fotoğrafıyla insanları özgür doğaya çağırıyor. Kapanmasa en az 4 kartel malazlar kibrit alıp Yazlık sitenin birine gider ve 7-11 yaş arası insanları toplayıp ruh çağırma operasyonu düzenlerdim.

P.S: Jaguar daha çok tapire benziyor kutunun üstünde. Hatta 4 aylık insan fetusunu da andırmıyor değil! Bunun için de size Temel Britannica Ansiklopedisinin Fetus veya Hamilelik başlıklarını öneriyorum.

14 Ağustos 2009 Cuma

Malesef Öyle!


Az önce aklımdan Tuncay Özkan geçti. Ardından oturduğum yerden 15 dakika hareket edememe sebep olacak bir şey oldu. Evet! Almadovar'la, Tuncay Özkan kardeş olabilirlerdi! Eğer Tuncay saçlarını uzatsa ve elini sürekli masaya vurmayı bıraksa belki de o yıllarca bastırdığı sıcakkanlı Akdeniz insanı ortaya çıkacaktı, malesef terlemekten ötürü hiçbir zaman bu dönüşümü geçiremeyecek. Bunun yanında, adamı görmüşlüğüm de var, televizyonda bir tane programı vardı ya, gerçi Kanaltürkün zaten 24 saat yayınlanan bir tane programı vardı.(kesiyorum ama bazı insanlar proğram diyorlar, işte onlara çok kızıyorum. Bir de geometride Özelik'le Özellik farkı var, hayır götlerinden kelime uyduruyorlar böyle kafayı yiyorum. Özelik ne kardeşim başka doğru düzgün bir isim bulamadın mı ona? Evet güzel onun Öz'üyle ilgili güzel bir şey, peki soruyorum Özel kelimesinin kökü ne? O çok mu farklı? Şunu yaygınlaştıracağımıza -yazmak kipini kyaygınlaştırsak eminim dünya daha güzel bir yer olur. Hatta başlıyorum cümle içinde kullanmaya: "Bugün toplumsal bir hareketi kışkırtayazdım.") İşte oradakini görmek yeterli, adamı bir daha görmemek için. O kadar çok terliyordu ki, bir ara Louis Armstrong'a dönüşecek sandım. Sonra fark ettim ki, Louis Amca doğru düzgün süete benzeyen bir ter bezi kullanırken, Tuncay Özkan cebinden çıkardığı Dia'dan alınmış kalitesiz ve yüzde beyaz kağıt parçaları bırakarak insanı rezil eden bezlerden kullanıyordu kurunmak için. Alnına parmakla boza sürülmüş gibi bir şeydi.
Ha bir de Suede, İngilizce'nin en güzel kelimelerinden birisi olabilir.
Bir de şey var, Almanya'da bir kurum yarışma gibi bir şey düzenlemiş ve bir dildeki en güzel kelimenin Yakamoz olabileceğine karar vermiş. Şehirefsanesi olsa gerek. Yakamoz'un kendisi güzel ama bence kelimenin kendisi güzel değil. İkinci kalite ürün gibi, kendinden büyük olan kurumu alt etmek amacıyla doğrudan Yakıya benzeyen bir isim konmuş. Nasıl ki SUNNY varsa SONY'ye benzeyen ama şimdi resmen dünya devi olan, aynı şekilde bu da öyle. Ayrıca bir de SQNY var o çok ayrı bir konu ondan sonra bahsederim bir gün. Ayrıca SQNY cep radyosu görürseniz mutlaka edinin. O plastiğin nasıl her hangi bir yere konulamayacağını, nasıl enerji emdiğini anlarsınız. Yemin ediyorum yaşama isteği kalmıyor insanın içinde.

Aslında ismini tanımlayan malzemelere hastayım, mesela CamSil'in ismi seçilirken ki Genel Kurul Toplantısını hayal edebiliyor musunuz?(Hah mesela Hayal Arapça ama Yakamozdan daha güzel.)

"Evet arkadaşlar bu ürünü 25 yıllık çabalarımız sonucu geliştirdik ne isim koyalım?"
"Bence Glasex olsun."(Bunu küçük yöneticilerden biri söylüyor, yurtdışında 6 ay kalıp ingilizce öğrenmeye kalkışmış. Sadece Taksi çağırmayı bir de İngilizce küfürleri biliyor.)(Glasex iyiymiş yalnız, Camsil üretirsem rakip isim olarak koyulabilir.)
Şirketin sahibi tabii hayatının 33 yılını kıraathanede geçirdiği için apış arasını kaşıyarak son noktayı koyuyor: "Kardeşim, bu sıvı cam silmiyor mu, siliyor.Spççkk(dişlerin arasında bir şey temizleme efekti) Adı da CamSil olacak bu kadar."

Bu gece yatmadan önce Tuncay Özkan'ın Penelope Cruz'la film çektiğini düşünün. Ben tam şu saniye düşünerek günlük stresimden uzaklaştım. Müzikleri de Fazıl Say yapsın mesela. Nasıl bir şey olur acaba? Sanırım Terminatör gibi bir şey olurdu. Çünkü sürekli bir korku ve baskı seziyorum Tuncay'da. Gömleğinin altından terli fanilası gözüken Gri takımlı Tuncay, Penelope'yi kurtarmak için Kanaltürk binasının üstüne düşer, fakat bu yükseklikten düşünce zarar görmesi gereken Tuncay'ın cebindeki Dia mendil paketleri yavaşlatarak düşüşünü yumuşatır. Böyle devamını siz yazın artık. Bir yazıda Tuncay Özkan'la Pedro Almadovar'ı aynı anda kullandığım için kendimi kötü hissediyorum inkar etmeyeceğim.

P.S: Şöyle bir şey var yalnız, diyaloglu şaka yazmışım yukarı. Camsille ilgili olan. Kendimi o kadar kötü hissettim ki okuduğum zaman, Hürriyet'in köşe yazarlarına yakışan bir hareket! Geçenlerde Ahmet Türk'le Erdoğan'ın görüşmesinde buna benzeyen bir rezalet yaşanmıştı. Hele şive taklidini yazıda yaptırmak kadar rezil çok az şey gördüm hayatımda, belki Kibariye'nin gülümsemesi olabilir.
Bir tane daha bu yazıyla ilgili sıkıntımı ekliyorum bir haftadan sonra. Yukarıda Louis Armstrong yazmışım, fakat o sırada tamamen İsmail Türüt'ü unutmuşum, o yüzden Louis'i yazdım. Yoksa artistlik yapmam okura. Bilindiği gibi Queensland'de yapılan terleme yarışmasına İsmail Türüt gidemese de ter bezlerini kargoyla yolladı ve birincilik madalyasını ter bezleriyle beraber ona geri yolladılar. Yarışmadan kazandığı paranın büyük bir kısmını Selpak'ın Ar-Ge bölümüne bağışladı.

11 Ağustos 2009 Salı

Tam Olarak Stree Legal Üzerine Olmasa Da, Street Legal Üzerine Gibi


Yıl 1978 yeni albümünü çıkaran Dylan bi kına gecesine gitmek için lacileri çekmiş. Ceketin cebinde de bir tane küçük altın var. Ayakkabılar da sivri burun aman gözlerden kaçmasın. Yalnız saçları varoş dikişi yapmamış ona üzüldüm. Bu saç stiline ne dendiğini bilmiyorum ama bi saniye:
/\
/ \
/ \
---------

Saçlar böyle dikiliyor, çevresi de aşağı doğru Jagler jöleyle indiriliyor. Ayrıca yukarıda yaptığım şekil, ASCII mesaj dönemindeki saçmasapan resimleri hatırlattı. Fotoğraf da Tarlabaşı'nda çekilmiş, yani adeta "Ben varoşların çocuğuyum aslında" havası vermek istese de, ona cevabım hazır tabii ki pek sevgili okur "SENİN BLONDE ON BLONDE ZAMANLARINDAKİ ATKILI DÖNEMİNİ DE BİLİRİZ ARTİST!"

Durum şöyle, hani başlayanlar The freewheelin, Highway 61 Re-visited, Blood on the Tracks'le girer, ya da aranızda bu şekilde tanışmış olan var mı bilmiyorum ama One more Cup of Coffe Bob Dylancılığı var, onunla tanışıp en ileri dönemde de muhtemelen Knockin on Heavens Door'un onun şarkısı olduğunu öğrenip insanlığa genel kültür şovu yapar. Çok teşekkürler, umarım All You Need is Love Beatles'cısı bi kız bulup ömrünün sonuna kadar mutlu mesut yaşarsın. Aman eve pahalı plazma TV alıp, dijitürkteki şu alternatif gibi olan radyoları da açmayı unutma!!! Akşamları da bi zahmet NatGeo(tabii o kadar çok izliyorsun ki artık NatGeo demen normal bu kanala) izle. Hay Allah'ım ya, devam edicem albümden bahsedememekten korktuğum için edemiyorum. Ama!!! Hamileyken hep Strauss, Bach dinlettik çocuğumuz artık ne olur belli değil, ufak bi piyanoyla beraber doğar,ilk boku da muhtemelen Mozart Plağı şeklinde olur galiba ehihehe! diyen de sizsiniz. (Plak çünkü kötü sesle zarar vermek istenmiyor bebeğe, yoksa boyutları yüzünden değil.) Allah Belanızı versin be, iyici zıvanadan çıkardınız beni!

Neyse, Street Legal, tekrar doğuş sürecinden önceki son albüm. Yani Slow Train Coming, Saved, Shot of Love'la beraber Gospel yapmasından önceki son albüm. Birden Hristiyanlığa dönüyor "born again period" diyorlar buna. Street Legal'ın son şarkısı zaten hafiften belli ediyor bunu. Zaten John Wesley Harding'de de bir sonraki albüm Nashville Skyline ile Country'ye geçeceğini göstermemiş miydi?Street Leagl çok harika bir albüm değil, hele Blood on the Tracks'le karşılaştıranın elleri tutulur, ama burada alto saksofon kullanılan şarkılar var ve hafiften klarnet sesi gibi geliyor, o yüzden bazı şarkılar harika, kendiniz keşfedin teker teker sayamam şimdi.

Yalnız, Changing of the Guards var giriş şarkısı, o Patti Smith'in Twelve albümünde tekrar yorumladığı bir şarkı, onunki de çok güzel bir yorum. Dylan'ın üstüne çok düşülmemiş koroları ve enstrümanların yoğunluğu şarkıyı biraz daha dolgun yapıyor, Patti Smith'in çok zayıf bir at gibii. Ya da öyle değil mesela, Dylan'ınki baharatlı çubuk kraker, ama Smith'in ki sade çubuk kraker. Her ne kadar diğer çeşitleri sevsek dahi, o sadeyi de arada sırada yemek isteriz. Gerçi keşke Dylan'ınki abartılmamış olsaydı da Patti Smith'in ki dolgun olsaydı. O zaman, "Her ne kadar farklı çeşitler de olsa, o ilk çıkana dönmek isteriz aslında." diyerek, güzel bir Sabah Gazetesi benzetmesi yapabilirdim belki, ama olmadı.

Geçenlerde bir kitap okuyorum herif hakkında, Saved albümü çıktığı zaman bazı Dylanperverler "ATTENTION! This is the worst Dylan album ever" diye etiketler yapıştırıyorlarmış plakçılarda. Buna da yine Amerikan Kovalaklığı deyip geçiştiriyoruz. Dylanperverlikte çok acaip oldu ya. Kurtuluş Savaşı dönemindeki Yararlı-Zararlı Cemiyetler gibi. Dylanperver Vatan Cemiyeti.

Neyse, bu adamı seviyorsanız ama çok ilerlememişseniz bu albümlerinde, Street Legal'a bakın derim.

P.S:Bir de o çiftlere sesleniyorum, belki klasik müzik dinletmek istemezler de biraz daha entelektüel gibi isyankar gibi bir tercih yapmak isterler. İşte onlara da bunu öneriyorum:
http://www.rockabyebabymusic.com/ecom2/index.php/catalog/category/view/limit/all/id/3/

Bu arada The Smashing Pumpkins'inki o kadar sevimli olmuş ki, poster olarak satsalar alırım.

Hastalıklar Üzerine


Geçen gün aklıma hastalıklarla ilgili bir durum geldi. Açıkçası, benden önce düşünüldüğüne neredeyse emin gibiyim. Hemen Umberto Eco'dan alıntı yapıyorum halimi betimleyen: "Ben düşündüysem, başkası da düşünmüştür." Şimdi içim biraz daha rahat. Aslında modern hastalıklardan belki onlardan biraz daha sonrasından bahsetmek istiyorum.

Kanser mesela, yengeç gibi kıskaçları içine alması sonucu böyledir muhtemelen. Bir de kanserin çevrenizde sessiz söylendiğini duydunuz mu hiç? İnsanın sinirini bozar, hastalığa mistik bir lanetmiş gibi yaklaşılır galiba şark toplumlarında. Ciddi söylüyorum, salaklıktan başka bir şey değil. Veba, arapça bulaşıcı, salgın hastalık demek. Veremi, Kanser demekten korktuğumuz gibi korkup, ince hastalık demişiz. Hastalığın isminden bile korkarken kendisiyle nasıl baş edebilirsin ki?

Modern ve modern öncesi dönemin hastalıklarının isimleri insanları gerer, ezer saklamaya iter. Frengi, tifo, difteri, dizanteri...
Çevremde kimse bu yukarıdaki hastalıklara yakalanmadı, ama ilkokuldan gelen korkuyla, "pis suyla tifo bulaşır" ve altında kötü bir fabrika suyu illüstrasyonu yüzünden bir çok hastalıktan daha çok yukarıdakilerden korkuyorum. Bel soğukluğu var mesela, ismi gerçekten komik cinsel içerikli olmasından değil, naifçe seçilmesinden ötürü. Frengi daha kötü, sen git bütün cefakar Fransız halkını fuhuşla, zinayla suçla. Dizanteri, Amerikan karikatürlerindeki "Smack" "Whap" gibi düşme efektlerini hatırlatıyor.

Sonra yirmi, otuz yıl içerisinde çıkarak bu tek kelimelik efsaneleri yok edip, kendi efsanelerini yaratanlar var. AIDS, SARS gibi, harflerden oluşan anlamsızlıklarıyla insanı ezenler. Belki Sars için Türk basını zamanında "SARS dünyayı SARSmaya devam ediyor." gibi futbol transfer haberi kalitesizliğinde şeyler söylemişti, ama bu yüzsüzlüğü geçelim.

Sanırım, post-modern hastalık bunlar oluyorlar bu yüzden. Mesela normalde albüm kitapçıkları şarkı sözleri, grup üyelerinin fotoğraflarından falan oluşuyor, ama bu asrî sonrası zamanları tanımlamak için en uygun müzik yapan insanlar sanırım Radiohead. OK Computer'ın kitapçığı esperanto'da yazılmış yazılardan, ve Stanley Donwood'un muhteşem kolaj resimlerinden, -abartmış mı sayılırım bilmiyorum ama dada gibiler- oluşuyor. Şimdi tüketim toplumunu eleştiriyor falan, ama işte albümü genel görünümü için söylüyorum, işte bu nasıl post modern bi görünümse, çağ hastalıklarının isimleri de aynı şekilde anlamsız isimlerden oluşmuş. Kanser gibisin benzetmesini yaparsın belki, ama AIDS gibisini yapamazsın. Kelimelerin kullanılışı çok acaip, hatta bi saniye şimdi bu aklıma gelen örneğin ve daha genelinin nerede anlatıldığını da hatırladım. Susan Sontag'ın Illnes as Metaphor ve AIDS and Its Metaphors diye iki kitabı var, orada bu "beynimde kanser gibisin" falan sözlerinin metaphor olarak kullanımından bahsediyor. Tabii kendisi de kanserden ölüyor falan.

Neyse, daha çok bu anlamsızlık üzerine durmak istedim. Aslında, ne kadar distopik saçmalıklardan biriymiş gibi durdu. Çevrenizde öyle deliler vardır. "Abii sokaklara artık isim yerine numaralar veriliyo, sonra bize de isim yerine numara verilecek bak hatta T.C Kimlik No" falan derler. Haklılar mı? Bilmiyorum, ama komplo teorilerine bağlanmak da insanı hayatta bazı şeylerden ümitlenmesine sebep oluyor. Hele Zeitgeist'ı ilk izlediğim zaman tamamen aydınlanmış bir birey olduğumu sanmıştım. Çok acaip. Ama yine de Zeitgeist Addendum için falan söylüyorum, mantıklı ekonomik açıklamalar var.

Bu da böyle karamsar gibi bir yazı oldu. Eminim binlerce yazım hatası yapmışımdır.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Invaders Must Die üzerine


The Prodigy, malumunuz kendi mesleğini güzel icraa eden bir grup. Geçenlerde Türkiye'ye geldi. Türk dinleyicisinin %93'ü sanırım sadece Voodoo People, Smack My Bitch Up ve Firestarter'ı bildiği için onlar da eğlenmişlerdir.

Bit Beat, Techno, Rave, Electronic tarzları arasında takılıyorlar bu tip grupların bir çoğunun yaptığı gibi. Music For the Jilted Generation çok övülüyor, el üstünde tutuluyor, ama benim gözümde hep CD dönemine yenik düşmüş bir albüm gibi gelmiştir. Şarkılar kendi tarzları için çok harika, ama yaklaşık 80 dakikalık bir albüm olduğu için bazı şarkılar sanki zorlayıcı uzunlukta olmuşlar. İyi bir elektronik, tekno müzik dinleyicisi değilim, belki de bu yüzden sadece beni rahatsız ediyordur.

Music for the Jilted Generation döneminde hayran olanlar tahminimce Invaders Must Die'a biraz soğuk yaklaşmışlardır. Biraz daha bu döneme göre electroclash'i dance-punk'ı falan basmışlar. Ama şimdi Robert Christgau olsam, (ki kendisini hiç sevmem, müzik zevkinden de nefret ederim, yine de her yerde yazdığı için onu söylüyorum): "GAZ!!!" diye tek kelimelik yorum yaparım albüm hakkında.

Bir kere açılış şarkısı Invaders Must Die her başladığında koşarak banyoya gidip ayna karşısında tepinmeye başladığımı inkar edecek değilim. Hele en başında sessiz başlayıp, gümbür gümbür girmesiyle bu tip bir albüm için seçilebilecek en iyi giriş parçası olduğunu söyleyebilirim. Ardından Omen geliyor, bir ara onun da klibi döndü ekranlarda. Ama Warriors Dance'in klibini görmeniz lazım adamlar harika bir klip çekmişler. Murat Dalkılıç gibi gidip, araba mezarlığında çekmemişler klibi. Şarkıların bazıları ilk dinlemede tepinmenize sebep olmayacak, ama en fazla üçüncü dinlemede Stand Up hariç hepsinde boyun ağrılarına sebep olacak kadar tepindirtecek. Stand Up'ta tepinilmemesinin sebebi o biraz daha ağır, daha fazla Rave havası var. Ya şöyle söyleyeyim, Primal Scream'in Screamadelica albümüne koysanız eğreti durmayacaktır onun içinde.

Böyle kısa bir inceleme oldu, ama bu tip müziğe meraklıysanız dinleyin, 5 aydır dinliyorum bir zararını görmedim. Ama Colors'ın 16bit sesli kısmına gelince sokakta bile olsam, daha önceden de bahsettiğim Ian Curtis dansını yapmadan duramıyorum, tam o noktada dikkatli olun.

Dün akşam, uyumadan önce İbrahim Tatlıses'le Aydemir Akbaş arasındaki ilişkinin ne kadar çok Batman ve Robin'e benzediğini düşündüm. Robin her Batman filminde figüran olarak kendince araya girip 2 dakikalık görünüp kaybolur genellikle, Aydemir Akbaş da 90lardaki hemen hemen bütün İbo kliplerinde göründü kayboldu. Sanırım Fırat'ta da oynamış olabilir. Neyse, ama hissediyorum bunu İbrahim Tatlıses'in kadim dostu Aydemir Akbaş bir süperkahraman yardımcısıdır.

Wikipedia'da da "sidekick" olarak geçiyor Robin. İngilizce "arkadaş" "yardımcı" vesaire gibi anlamlara gelirken, Türkçe'ye hiç düşünmeden "Yancı" ya da "Besleme" diye çevirirdim ben olsam. Özellikle Robin'in ilk çizim dönemlerinde 8 yaşında olduğunu varsayarsak, besleme,"sidekick" kelimesi için Robin'e daha uygun olacaktır. Sonuç olarak Alfred'in elinde büyüdü muhtemelen.

Besleme diyince bir çoğunuzun aklına Kınalı Yapıncak isimli güzide ve acılarla dolu Türk filminin geldiğini hissedebiliyorum. Hülya Koçyiğit'e sevgilerimi yolluyorum. Filmden de bir replik eklemeyi ihmal etmiyorum:"hebe eüüheheü". Şimdi, yancılık ve beslemelik müesseseleri iki ayrı kurum doğal olarak, mesela Robin'i artık besleme olarak kabul ettik, ama Aydemir Akbaş yancıdır. Eğer kahvede İbo okey oynuyorsa masanın yanında durup "Eee İbrahimciğim bi çay ısmarla da içelim tzıhıhı" diye güler. Robin bunu yapamaz, çünkü Wayne malikanesinde ne verilirse onu yemek zorundadır, Alfred'in yanında İngiliz terbiyesiyle yetiştirilmiştir.

Sonuç olarak temelde ikisi de sidekick'tir kardeşim. Her 5 bölümde bir İbo Show'a Aydemir Akbaş çıkmak zorunda, çıkmazsa reytingler düşüyor başka şeyler oluyor.

P.S: Bir an bile olsa, Aydemir Akbaş'ın erotik film döneminden bahsedeceğimi düşünen olduysa beni yanlış tanımıştır diyebiliyorum sadece.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Mopak


Bugün size, hiç sevmediğim bir grup olan U2'nun tek sevdiğim albümü War'u tanıtacaktım.(kimisi var diye okuyor kimisi vor diye okuyor, onun için kafanıza göre eki ekleyin oraya. Böyle okurumla interaktif dil bilgisi muhabbetlerine girmeyi de ihmal etmiyorum. Mesela Cat Power "Hivar hivar" diye söylüyo "He war" şarkısını. Ayrıca "Hivar" diyince, tabii ki Sibel Can'ın gırtlaktan çok güzel söylediği bir türkü olan "Amman Hawar Hawar Hawar komşular Hawar" türküsü aklıma geldi. "Neden w?" derseniz, gerçekten şarkıyı w kullanarak söylediği için derim. Yoksa kovalak üniversite öğrencilerinin "Newroz" yazması gibi bir duruma girecek değilim. Bir de Nevroz var o tamamen ayrı bir konu, onu da bununla bağdaştıran bir şeyler yazacağım bir ara.) Sonra "Madem sevmiyorum, biraz daha sıkıştığım bir zaman "çikolata gibi şarkı" "sokolata gibi bas yürüyüşleri var" diye saçmalayarak tanıtırım diye düşündüm.

O yüzden bugün hem biraz hava alırım, hem de şu Beraat kandilinde Jimciğim Morrisson'ın mezarının başında üçkulüvallabirelham okuyup, ardından Proust'un mezarına da gidip orada da takılıp sevapları leblebi gibi toplarım düşünceleriyle Paris'e özel uçağımla indim.

Café de Paris'in önünden geçerken(bu arada o kadar kelime bulamadım ki, aklıma direkt Café de Paris gibi tamamen yeşil renk kurbağa şeklinde bir can simidinin zekası ve yaratıcılığıyla bulunmuş bir isim geldi.) emeklilerin kağıt oyunları oynamalarına şahit oldum, tabii ki bir çoğu Briç oynamaktaydı. Fakat yeni açılan kağıt destesini gördüğüm an, yıllardır içime dert olmuş bir cismin çıkmasıyla moralim çok bozuldu. Dostlar, bu cisim yeni açılan destelerin vazgeçilmez öğesi, Mopak'ın vazgeçilmez cismi Cep Takvimi'ydi. Biraz bölüyorum ama, Mopak hem defter hem de oyun kartı falan filan üretiyor, size de Yamaha'nın çakallığını hissetirmiyor mu? Yani elimden gelse motor da yaparım flüt de yaparım, meybon da yaparım gibi bir iddialılık söz konusu Mopak yöneticilerinde de.

Şimdi, bu cismi satan bir toptancıyla konuşmuştum çok önceden. O, bu takvimleri kullanan bir kişi tanıdığını söyledi. O da yazın düğünleri yuvarlak içine almak için satın alıyormuş. Onun dışında bir amacı yok. Zaten 50 yaş üstünün cüzdanına da yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmaz cep takvimi. Ama bu Mopak cep takvimi, ne seçimler sırasında verilmiş partili, ne Marshall boyanın verdiği renkli bir cep takvimi. Yani, aslında oyun kartı üreticisi insan bizim için iyi hisler beslemiyor mu sizce de? Demek ki elinden gelse daha iyilerini de yapabilir, arka tarafı yanar dönerli kart, veya ne bileyim fütüristik tasarımlı papaz-kız-vale üçlüsünü yapabilir adam. Sadece ekonomik sorunlar bu zeminin gelişmesini engelliyor.

Şimdi Mopak'ın sahibine bakıp onun adını öğrenip, buradan ona saygılarımı ve iyi dileklerimi ileteceğim.
Hah buldum, şu an dördüncü kuşaktan Didem Molay yönetiyormuş. Ona saygılarımı sunuyorum.

Mesela, o şirketin sahibi de kimse tarafından kullanılmadığını bile bile bu takvimleri büyük bir kararlılıkla üretiyor, bu özveriye, bu işe bağlılığa dikkatinizi çekerim. Ya öve öve iyice reklama döndü olay. Sadece Mopak yok tabii, diğer cefakar oyun kartı üreticileri de aynı şekilde kullanılmayan cep takvimi üretmeye devam ediyor. Acaba, gerçekten de Cep Takvimi hediye etmenin satışların artışına etkisi olmuş mudur? Ben küçükken etkileniyordum mesela, "cep takvimi hediyeli!" diye görünce, bir de etrafına hipnotik powerpoint efekti koymuşlar, ama o yaşlarda kalsiyum sandozun nemlenmesini engelleyen beyaz topların da biriktirilince bir işe yarayacağına inanıyordum. O yüzden etkili olmuş olabilir.
Tayfun Taliboğlu bitirişi yapayım:

İskambil destesinden çıkan cep takvimleri...
Sadece iki gün boyunca bir hevesle kullanıp, ardından selpak gibi bir kenara attığımız gururlu takvimler...
Kırılmalarını bile göremeden çöpe attığımız dostlarımız...
Tüketim toplumu falan filan devamı da işte

P.S: Fotoğraf olarak efsanevi,sadece belli bir yaş grubuna satılan Ringo spiralli not defterini koyuyorum.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Çok kısa


Kumsalda kitap okuyan insanlara karşı çok büyük şiddet potansiyeli besliyorum.

Bundan 6 yıl önce, 1984'ü kumsalda okuyup gözlerimin yıllık ultraviyole ışın ihtiyacının %93lük bir bölümünü karşılamıştım.

Güneş gözlüğü vesaire gibi açıklamalarla gelmeyin bana, hatta mantıklı açıklama olsa bile, ve benim buna doğru düzgün vereceğim bir cevabım olmasa bile kumsalda kitap okuyan insanların bir çoğunun bu konuda samimi olmadığına inanıyorum, hayır samimi olsa bile istemiyorum okunmasını. İstiyorum ki, grılıjjjjj diye suyun altından bağırılsın, insanlar birbirine su sıçratsın. Önden birisi koşup, daha yeni girmeye çalışana iki elini kullanarak su atsın.


Hah! Mesela bu ne? Sorarım size bu nedir? Denize daha yeni girmeye çalışan sıcak vücuda, buz gibi suyu sıçratmak ancak hayvanlıktır diyorum. İki kere denk geldim. Kardeşi kardeşe kırdırtan bir hareket bu. Eleman, abisini dövemeyeceğini bilmesine rağmen Çanakkale Savaşı'ndaki bilmemne onbaşının 250 kiloluk top mermisini bir adrenalin gazıyla kucaklaması gibi üstüne saldırarak yeni yanmış sırtına vura vura çökermişti. Ayrıca kimisi buna adrenalin değil, Allah'ın hikmeti der. Kimisi derken Din Öğretmenleri falan. Mesela bir tane daha anlatayım, bu adamın bir yakını Kıbrıs Çıkartmasına gidiyor. Tabii o çıkartmada değil indirmede görevli, paraşütle atlayacak ekipten. "İnanır mısınız? Çevresinde atlarıyla Osmanlı Süvarileri koşuyormuş." diye anlatırdı. Şimdi bunun bir an gerçekten olduğunu düşünün...

Benim aklıma kağıtları üstüste koyup adamlar katlayıp, kesip açınca elele tutuşmuş adamlar çıkar ya, işte onların arka tarafından hafif mum ışığı verilmiş olanlarına bıyık çizmişsin gibi bir görüntü geliyor. Ard arda uçağın etrafında dönerek, yedi turu tamamlayıp tavaf edip kutsuyorlar uçağı. Ya bu şakayı yapmak istemiyorum, ama resmen Riders on the Storm kafası bu. Yani, şanlı ordu'ya LSD, asit,mantar ve diğer halüsinatif maddeler de sağlanıyormuş. Paraşütçü tam uçağın kapısındayken "uçuyorum uçuyorum" falan diyor, ardından gelen onbaşı "He benim Mehmetçiğim" diyip bir postal darbesiyle aşağı salıyor." Derseniz ki o kafayla nasıl ipini çekiyor peki? Tabii ki Monteyn bunu da yıllarca TRT 2'de askeri okulların tanıtımını, üniforma aşkıyla izleyip araştırarak öğrenmişti, okur. Atlamadan önce çubuk gibi dalgaya bağlı açılma mekanizması var.

Neyse, sahilde kitap okuyanlarımız var aramızda, onlara buradan bir kaç yıl sonra kuracağım tarikatın kutsal kitabından, daha önce de birkaç kez yaptığım gibi bir ayet sunuyorum.
"Şüphesiz,(siz) kitabları uygun ışık altında okuyun diye yarattık ve onlara(dedik ki): Sahilde (kitap) okuyanlar bizden değildirler. İşte o sapkınlar, Derya Baykal'ın programında aplike olmaya mahkûmdurlar." (Gutenberg Sûresi,14)

P.S: Geçenlerde Derya Baykal'ın programına rast geldim, ve mekanda bulunan patchwork eşyaların hipnotik renkleri yüzünden izlemeye karar verdim. Daha ikinci dakikada "Sadece karpuz kabuklarından bir şey yapamıyorum. Keşke onları da kullanabilsem." gibisinden bir şeyler söyledi. Umarım sesim Derya Abla'ya ulaşıyordur çünkü ona çok samimi bir önerim var: "Onları da büyükbaş hayvanlara verebilirsin Derya Abla. Yalnız biraz küçük parçalara ayırmak gerekiyor. Büyük parçaları yutarken zorlanıyorlar. Artık onu da patlamış ampulden yaptığın rambo bıçağıyla mı kesersin, yoksa evdeki artmış lazer anahtarlıklarla yaptığın X-Men'deki Cyclops gözlüğüyle daha teknolojik bir şekilde mi kesersin o senin ev ekonomisi bilgine kalmış."


P.S: Ampul diyince aklıma Era Vulgaris'in kapağı geldi. O yüzden onu koyuyorum.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Cisimler Vesaireler Üzerine


Ey cemaatî Monteyîn, iki gündür aklımdan atamadığım iki tane cisim var.
Bu yazıların bir çoğu anlamsızlığa hizmet ettiği için sizden saklamayacağım neler olduklarını:
1. Kinder Sürpriz Yumurta(yumurtayı eklemesem de anlaşılır, ama tarım bakanlığından uyarı geldi)
2. Tuvalet Fırçası

İki gündür, bu iki cismin modern dünyadaki yerini,iktisadî değerlerini, varoluşsal şalalarını düşünerek kafayı yeme noktasına vardım. Hatta bir an hayali bir böreğin üzerine kinder yumurtanın çikolatasını eritip bunu tuvalet fırçasıyla sürmek bile geçerken, sinapslarda problem olduğunu farkedip hemen çocuk sömürüsü yapan şarkı yarışmalarını açıp beynimi rölantiye aldım diyebilirim.

"Peki sen nasıl bu hale Monti?" derseniz, bu şekilde beynimi eritmemin tek sebebinin gün boyunca yavan ekmek yemekten kaynaklandığını söyleyebilirim. Beynimin içinde bir fırın çalışanı yaşıyor artık ve bunları düşünmeme sebep olan da sadece odur. Daha adı yok! Zaten adı olduğu zaman ben artık kişilik bölünmemi tamamlamış bi manyak olarak sokaklarda dolaşıyor, bulduğum bütün unlu mamûlleri fırına atmaya kalkışıyor olacağım. Bir de böyle kişilik bölünmesi hayali olaylar falan diyince nedense sadece A Beautiful Mind aklıma geliyor, zaten Russell Crowe'dan yeteri kadar nefret ediyorum, bir de John Nash'in hayatını abuk anlatan film iyice çıldırtmıştı beni. The Doors filminde Oliver Stone, Jim Morrisson'a ne yaptıysa, bu filmin yönetmeni de aynı salaklığı yapmış. Aferin ona!

Ayrıca şu an aldığım habere göre Serdar Ortaç Kanal D'de uzun hava çekme rekoru kırmış. Serdo'nun süresini bilmiyorum, ama benim de zamanında 43 saniye "Çile Bülbülüm"de "çile"yi çekmişliğim var. Eğer okuyorsa bu blogu hodri meydan diyorum. Heyy yavrum be, öyle kameralar karşısında modern teknolojinin de yardımıyla uzun hava rekorları kırmak kolay, gel yiyorsa yeryüzünde ne işe yaradığı belli olmayan yerden yüksekliği yaklaşık 6,22cm olan dürümcü taburesinde kır o rekoru. Çünkü ben rekorumu orada kırmıştım ve bununla gurur duyuyorum.

Neyse

1. Kinder Sürpriz

Bu cisim, bilindiği gibi orta gelirli ailelerin giderlerini arttırmak amacıyla kapitalist şirketler tarafından yaratılmış büyük bir komplodur. Zaten artık kinderi bırakma yaşıyla kontöre başlama yaşı hemen hemen eşit diyebilirim. Bu arada sanmayın ki bu planlı yapılmış bi kelime esprisi, zira tamamen tesadüflerden oluşan bir durum. Ama yine de kinder-kontör önceden aklıma gelse bununla da ilgili abuk bir öykü yazardım, inkar edemem. Neyse, öncelikle içinden oyuncak çıkmaz da yapboz çıkardı ya bazen, işte o çocuk benim. Hep yapboz çıkan çocuk benim. Lanet olsun ki, sadece bir kere arkasındaki sarı adama tekme atan mavi katır çıkmıştı bana. Sürekli yapboz çıka çıka bu hale geldim zaten. Sonra bunun bi üst modeli çıktı toybox, ondan da şarkılı büyüteçli şeyler çıkarken bana yine anahtarlık çıkıyordu. Sırf bu yüzden lyceé 2'ye kadar çevreme toybox aldırtmışlığım var, ama bana her zaman toybox çocuğunun sinir bozucu suratını görmek ve o karton kutuya bakıp "Aslında biriktirsem harbiden kale olur bundan ya!" diye düşünmek kalıyordu. Üstüne gırtlakta iğrenç tat bırakan sakızı da cabası. Neyse kindere dönersek, nasıl ki taso toplayan bazı çocuklar cipsini çöpe atarsa Kindere karşı da bu hisleri besledim. Ama bunu ortalamaya vurursak, mesela taso toplayan çocukların %18'i falan cipsi çöpe atıyorsa, Kinderi alan çocukların %60'ı yumurtayı umursamamıştır bence. Bu yüzden diyebilirim ki sanırım cipsin marginal utility'si kinderden daha yüksektir. Ama tabi taso ve oyuncağın da aslında demand elasticity'lerine falan bakmak gerekir galiba. Neyse bunların düzgün ekonomik sonuçlarını bana iletecek ilk okura bir adet tavana atıldığı zaman yapışan jelimsi oyuncaklardan hediye etmeye karar verdim.

Bir çok orta gelirli aile çocuğunun zırlayıp yerlerde sürüklenirken, yanaklarının hem kendi zırlamalarının hem de gelen tokadın da etkisiyle kızardığını biliyoruz. Gelin bu zalim kurumun kökünü kurutalım. Bu yüzden derim ki, HAYDİ KİNDER ÜRÜNLERİNİ BOYKOTA!

İkincisi de tuvalet fırçası! Bunu boykot edemeyiz pek sevgili okur, her ne kadar yeryüzündeki en çirkin tasarlanmış, en pis 3 şeye kafadan girecek olsa da, sonuç olarak kullanılıyor işte. Bu arada, Dirty Jobs'da çalışan Aga'nın gelip "Yıldız Plastik" gibi bir kurumda Tuvalet Fırçası üretimine katılmasını teşvik edelim derim. Çünkü o kadar iğrenç hisler uyandırıyor ki içimde, yeryüzünde en güçlü temizleyicilerin içinden geçirilmiş bir fırçayı Süpermen'in şu birşeyötesi ışınıyla baktığımız zaman bile mikroplu göreceğimize inanıyorum. Ha bu arada Protex reklamlarını gördünüz mü bilmiyorum ama acaip bir kolpalık mevcut reklamda. Şimdi arkadaş elini yıkamadan önce toksik yeşili varlıkları görüyoruz mavi camın arkasından, ama çok fazlalar yani. Sonra protexle yıkanınca 4 tane falan kalıyor. Yani "Hiç bir şey kusursuz değildir!" diyen ikircikli bir havası var. Hayır protex'in bütün mikropları öldürdüğüne inanmıyorum ama, bunun bir ara Yeni Binyıl'ın "Türkiye'nin İkinci En Çok Satan Gazetesi" gibi dürüst gibi, ama aynı zamanda çakal gibi bir hislerle yapılmış reklamını hatırlattığını da inkar edemem.

Yarın bu yazıyı biraz daha uzatacağım galiba, ama şimdi şatomun zindanında verdiğim Rave Partisine gitmek zorundayım.

P.S: Rölantiyi neden Fransızca yazmadığıma dair mantıklı bir açıklamam yok. Onu da yazardım ama vazgeçtim. Zaten Alis Harikalar Diyarında'yı Fransızca yazdıktan sonra çok kötü hissetmiştim, ayrıca terbiyesizce italique de yazdım zaten. Ya bitirirken aniden, Oya Başar'ın "Beni Bekleyin Anacım" diye bitirmesi gibi bitiresim geldi içimden. Demek ki bana Levent Kırca falan diye laf geçiren şahıs haklıymış. Ona saygılarımı iletiyorum buradan. Bir de, Amerikalı'ların kovalaklığından önceden de bahsetmiştim ama şu fotoğraftaki girişimciliğe bakar mısınız? Bir ara da Usame Bin Ladin'li tuvalet kağıdı falan yapmışlardı. Sanırım hepsi hala Cosby Show ve benzeri sevimli gibi olan sitkomların etkisi altında.
 
Copyright © 2010 MONTEYN