22 Temmuz 2013 Pazartesi

Büyülü Gerçekçilik Üzerine

Merhaba saygısever okurlar.

Blogger yeni sisteme geçtiğinden beri nasıl kullanacağımı çözemediğim için açıkçası bûlokçuluk işinden soğumuştum. Ayrıca şimdiye kadar yazdıklarımın çoğuna sebep olan çocuksu öfkeyi yitirdiğimi hissediyordum bir miktar. Önceden yazdıklarıma baktıkça içim sıkılıyordu. Fakat bazı geceler, içim içimi kemiriyor gülmeçksli şeyler yazmamak için kendimi zor tutuyordum. Yataktaki o gelip giden bilinç anlarında insan her şeyi gerçekleştirebileceğine dair garip bir yanılsama yaşayabiliyor böyle zamanlarda. Bugün aslında büyülü gerçekçilikten her zamanki gibi bahsetmeyeceğim. Aslında biraz bahsedeceğim ama çok değil.

Yüzyıllık Yalnızlık'ı ilk kez okurken uyku dışında yastığa akıttığım salyalar haricinde de gerçek anlamda salya ilk kez bir büyülenmeyle akmıştı ağzımdan. Onun dışında biraz büyük götlü olduğum için 6 kattan yüksek binaların merdivenlerini çıkarken de son merdivene geldiğimde de salyam akıyor ama yalan atmayacağım, böyle durumlarda, merdivenlerde gördüğünüz tükürükler çoğunlukla benim gibi rezil insanların tükürükleri oluyor.

Anlattıkları, değerli vatandaşım René Laloux'nun filmlerine uygundu ama hiçbir zaman onun kadar gerçeklekle bağını yitirmiş gibi değildi. Gelip Marquez hakkında analiz yapmayı şu noktada uygun bulmuyorum zira, bu tip şeyleri birçok gerizekalı ve ilgi orospusu blogda görebilmeniz mümkün, açıp okuyabilirsiniz. Kekremsi lügat'ta da hemen herkes bir girisinin altına bûlok linki vermeyi ihmal etmiyor, tıpkı daha anlamsızı olan tevatür linklerini paylaşmaları gibi. Fakat konu bu değil, konu büyülü gerçekliğin nasıl hayatımızın içine kadar girebildiğini geçenlerde fark etmiş olmam.

Yaklaşık olarak bir ay önce Valide Hanımla hasbıhal ediyorduk. Konu flamingolara ve yedikleri karideslerin onlara verdikleri pembe renge geldi. Bir yandan bu ters dizkapaklı hayvan kardeşlerimizle kehkehkeh diye dalga geçerken Valide Hanım aka Anamın bir gerçeği yüzüme çarpmasıyla aydınlandım. Bir akrabamız aslında flamingoymuş!

Yani flamingo değilmiş fakat yine de içten içe flamingoluk taşıyormuş. Bu şahıs ki mesela adına Anna Teyze diyelim, havuç ve portakal delisi bir insan olarak sürekli bunları yediğinden ötürü bir gün kendini turuncu olarak bulmuş. Avuçlarının içi resmen portakal rengiymiş, zaten zayıfçacık bir insan olduğu için yüzü de havuca benzemiş. Açıkçası doktorların bu konuda bilgili olduklarını ve birçok şeye şaşırmadıklarını biliyorum. Bugün hatta Amerikalı ünlü bir doktorun "ben hiçbir şeye şaşırmam" dedikten sonra Tucker Max'in röntgen cihazında kaydedilmiş oral seks videosunu izleyip şaşkınlığını gizleyemediğini öğrendiğimden ötürü, havuç portakal gibi şeyler anlamsız gelmeye başladı. Bu sebeple doktor da havuç ve portakalı kesmesini önermiş falan filan ve sonunda tabii cildi normale dönmüş. Böyle bir olay, sonra başka bir akrabamızda daha aynı durum geçen sene nüksetmiş.

Tehlike grubunda bulunduğum için bu iki meyveyi de bıraktım. Zaten aranızda da bazı insanların yemeklerin içine havuç koyduğunu biliyorum. Hiçbirinizin yemeğini yemeyeceğimi deklare etmek isterim. Evet, havuç güzel bir (burada havuç bir sebze mi yoksa meyve mi bilemediğim için interneti kolaçan ettim) sebze, fakat yemeklere yakışmıyor ne yazık ki. (Ayrıca birçok şeyin sebze mi yoksa meyve mi olduğunu açıkçası bilmiyorum. Tadını seviyorsam meyve, sevmiyorsam sebze olarak nitelendiriyorum. Benim için kriter budur.)

Halihazırda sebze konusu açılmışken konuyu kabağa da getirmek istiyorum. Bugün hep fallik sebzelerden bahseder olduk, ardımı dövdürmeye bu kadar meraklı olduğumu bilmiyordum açıkçası. Bildiğimiz bu yemeklik düz kabağın olayı nedir değerli okurlar? İki ay kadar önce ilk defa kabak yedim. Çok sarhoştum ve o sırada yiyebileceğim sadece kabak vardı, içkili anlarda kelle, paça, taşak, koyun götü falan yemek gibi bir şey. Zaten sakatat piyasasının tamamen sarhoşlar sayesinde ayakta kaldığına dair bir teorim var. Zira normalde yemenin mantıklı olmadığı göz, taşak, bağırsak, mumbar falan gibi şeyler sarhoşlara kakalanan ürünler. Neyse, kabak da benim için sakatat görevi gördü.

Açıkçası kabağı doğduğumdan beri tüketmemiş birisi olarak hayal kırıklığına uğradım. Yıllardı övdüğünüz sebzenin olayı bu muydu arkadaşlar? Tadı olmayan bir sebzeyi küresel bir komplo ağıyla benden uzak tutmaya çalışmanızın sebebini çok merak ediyorum açıkçası. Dünya üzerinden şu an
1.yemekte maydonoz
2.kabak
yok olsa nasıl bir eksiklik hissedilirdi çok merak ediyorum. Jim Morrison'ın uçergenlik örneği göstererek kendisine "Lizard King" diemesi gibi The Honourable Count of Zucchini demeyi uygun görüyorum. Ya hu, mıçmıç bir şey zaten, sokayım öyle sebzeye. Bunu bulamayanlar da var bile demez herhalde annem bu sebze için. Zira kereviz gibi bunu da yerken yediğinden daha fazla kalori harcıyorsun zaten Afrika'ya kabak mı yolluyordunuz ne yapıyordunuz çok merak ediyorum. Ya hu bir dilde "kabak tadı vermek" diye bir deyim varken, mutfağında kabağın büyük bir rol oynamasını açıkçası anlayamıyorum. Resmen "adamın gol diyor" gibi bir şey. Dile oturmuş sebzenin tadının siktiriboktanlığı fakat yine de yeniyor. Burada hazırlandıktan sonra üzerine pekmez dökülüp fırınlanmış değerli balkabağı kardeşimi tenzih ediyorum. Aynı familyadan gelmiş olması onun böyle izansız, ahlâksız tiplerle anılmasının önşartı olamaz. Keza, tam bir görev adamı olan su kabağını ve yakın familyalardan bulunan öncelikle hıyar kardeşim olmak üzere karpuzu da tenzih ediyorum.
Yemeklik kabak koskoca bir bitki familyasının utanç verici bir örneği. Sarah Jessica Parker'la kapçıkağızlı Corey Feldman'ın akraba evliliğinden doğmuş bir küfür aka blasphemy!

Neyse öyle yani. cirkingecekusu Leonard Cohen'le ilgili bir yazı istenmiş ancak tarihte böyle bir şey yazmışım gibi hatırlıyorum. Son zamanlarda Cohen'e bir miktar antipati duyduğumu hissediyorum o sebeple o değerli okuru üzmemek istediğim için bir süre Cohen'le ilgili yazmasam daha iyi olur diye düşünüyorum. Vasat şiirle ve aynı melodi üzerinden yürüyerek yıllarca gençlerin hayatlarıyla oynamış gibi geliyor son zamanlarda. Zira Görkemli KAybedenler falan zaten çok kötü kitap ama zaten hangi müzisyen bir şeyler yazmaya kalkınca sıçıp batırmıyor ki? (Bob Dylan'ın gerçek bir şair olmasından ötürü onu ayrı tutuyor ve size tabiî ki Chronicles, vol.1'ı öneriyorum.)

Exlibris de normalde benim kapasitemin kesinlikle yetmeyeceği incelikte çatmış.Bazı insanlar ne kadar güzel çatıyor, kendisini tebrik ediyorum. Ben birinin bûlok yazmasını istesem "yazsana ulan ayı" derim, halbuki Exlibris'in tutunduğu bu müstehzi tutumdan ötürü kendisini tebrik ediyorum ve Monteyn'in en müstehzi okuru seçiyor, tebrik ediyor ve kadınsa bir kahve kıps diyor; erkekse bir şey demiyorum müstehziliği hayırlı olsun.(içimden "tüh erkekmiş" diyorum tabii ama konunun bununla alakası yok.)

Yine güzel bir şarkıyla bitirelim bu uzun süreden sonra gelen yazıyı::



P.S: Ya hu şarkıyı çok seviyordum da klibini ilk kez izledim. Hayatımda hiç bu kadar kendini bir bok sanan basçı görmemiştim. Ne coştu ya it. İyi ki bas gitarın görece önde olduğu grupta çalıyorsun ha, gidip bir de adam zaten sonradan sanırım gruptan atılmış şimdi baktım. Ben de frontman olsam grubumda böyle coşkun basçı istemezdim. Aga gruptaki herkes ayrı falsoymuş yalnız, sanki mesaiden çıkıp klibe yetişmişler. Davulcu zaten bariz egzoz ustası. Amerikan bağımsız filmlerindeki yol kenarındaki oto tamircilerinden. Keza gitarcı onu yetiştirmiş zaten o da kaporta ustası olabilir şöyle bir geçmişlerine göz atmak yeterli sanırım. Wyoming Oto Sanayii'nde çıraklık eğitimi gördüklerinden emin gibiyim.
 
Copyright © 2010 MONTEYN