22 Kasım 2009 Pazar

Ademoğlunun çilesi ya da "N'oldu?"


Bugün iki meseleden bahsedeceğim birincisi sessiz geçen gecelerin bir numaralı sorusu"N'oldu?" ikincisi de Oktay Sinanoğlu.
-I-
İnsan erkeklerinin saç foliküllerini mahveden soru. Durumu bayağıca tahlil etmek istiyorum sadece.

Öncelikle "sırt yanması"! Ardından vücuda da "faps" diye yayılıyor. Mesela ilkokul ikide Hayat Bilgisi'nden Sonbahar'a Hazırlık ünitesinde, sonbahara girerken hazırlanan şeyleri eksik yazmış ve hayatımın ilk 3'ünü almıştım, itfaiyecilerle ilgili bir şeyler de bilememiştim ama şu an hatırlayamıyorum. İşte bunu ilk kez aileye söyleme olayı o sırtın yanması olayını ilk defa yaşadığım anıydı galiba. Akademik hayatı kusursuz olan insan varsa onun için de şunu açıklayayım. Hani sokakta yürürken belalı bir tip yanınıza gelip "bir saniye konuşabilir miyiz seninle?" dediği an. İşte bu ve benzerleri aynı şekilde bir ilişkide sorulan "N'oldu" sorusu gibi bir şey. Tabii bu alevlenmeden önceki sırt kamaşması kısmı, çünkü soruyu sorduktan sonra 5 dakikalık sessiz kabir azabı seremonisini ardından sırt yanması başlıyor.

Sen kardeşim, sorduğun "N'oldu?" sorusunun yanlış olduğunu düşünme! Çünkü o sırada sorabileceğin doğru bir soru zaten yok. Ayrıca gelen cevabı da hiçbir zaman göğüste yumuşatıp geri yollayamayacaksın. Çünkü, öyle kalın bir cümle olacak ki gelen cümle, yeryüzündeki retoriği en kuvvetli insan olsan bile cevaplaman mümkün değil. Yıllar boyunca, bu tip konuşmalarda giren lafları yedikten sonra deliren ya da uzun dönemli hasar yiyen insanların sayısının hiç de azımsanamayacak seviyede olduğuna inanıyorum. Cümlenin sertliğine göre zaten hesapla artık ne durumda olduğunu, lafı duyduktan sonra o sırtındaki yanma artıyor, dudakların içeri doğru büzüşüyor, damağın kabin basıncı yemiş gibi kuruyorsa bu konuda tek bir söz söyleyebiliyorum:"Hayırlı işler!" Eğer cevap vermeyi planlıyorsan, bu bir 5 dakikalık sessizlikten sonra gelen daha ağır cevap ve sonunda da "allahım lütfen şu an lütfen bir 4 yıl civarı öleyim, sonra kalkıp devam edeyim." hisleriyle dolduracaktır belki bilmiyorum. Benim öyle oluyor en azından. Neyse, ilk mesele buydu.
-II-
Şimdi, ikinci bir konuya geçiyorum. Baktım birkaç kere "bir ara Oktay Sinanoğlu'ndan bahsederim." demişim. O gün bugündür dostlar. Öncelikle Oktay Sinanoğlu'nun zekasıyla, ünvanlarıyla yaptıklarıyla benim bir şeyler söyleyebileceğim bir alandan uzak oluşuyla akademik kişiliğinden bahsetmeyeceğim. Yalnız, zamanında çevrenin de verdiği gazla Bye Bye Türkçe'yi okuduktan sonra ironi kabiliyetinin yerlerde süründüğünden emin oldum en azından. Kitabın ismine bakarak da buna varılabilir, ancak içeriği çok daha ileri götürüyor bunu.

Öncelikle şunu söylemem lazım çok fazla Oktay Sinanoğlu müridiyle tanıştım ve bunların çoğu nasıl açıklasam bilemiyorum ama "Dil Faşisti" diyebileceğim insanlardı. Gerçi böyle çok kötü bir tanımlama oldu, zaten herkes birbirini bu tarzda suçlamaya bayılıyor, ama benim terminolojimde şu an daha uygun bir kelime olmadığı için bunu kullanmak durumunda kaldım. Türkçe'nin en eski dil olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlardı, Beyaz Zambaklar Ülkesinde'yi okumayı öneriyorlardı, ellerinde 84 basım kırmızı ciltli ansiklopedileriyle bir şeyler kanıtlamaya çalışıyorlardı, her görüştüğümde ellerinde konfeti ayarında tonlarca köşe yazısı getiriyorlardı. Dil bir kelimeyi içine sindirdiyse, ve bu günlük hayatta kullanılırken sıkıntı yaratmıyor, aynı zamanda dilin kendi karşılığı olan bir kelime varsa ve bunu sindirmediyse bir sıkıntı göremiyorum. Ancak karşılığı olmadığı halde yabancı dilden geçmiş kelimeleri kökten kazımak amacıyla uydurulan kelimelerden rahatsız olduğum kadar çok az şeyden rahatsız oldum galiba. Bunun en basit örneği olarak, yine müritlerden birinin bana "Televizyon yerine Uzakizle diyelim" demesini örnek gösterebilirim. Öncelikle bu sefalete gülüyorum çünkü Almanca "fernsehen"i doğrudan çevirmek çok üzücü. Nasıl desem bilmiyorum, ama ölü doğmuş kelimeler yaratılmaya kalkışılıyor çok üzülüyorum buna. Geçenlerde Sevan Nişanyan galiba "Üniversite/Evrenkent" meselesini açıklamıştı, her ne kadar eşinin kafasına bok atan bir insan olsa da Sevan Nişanyan buralarda bulunan en taşaklı etimolojistlerden biri sanırım. Bazen dayanamıyorum "ama bilgisayar'ı kullanırken iyiydi" diyen insanlara. Ya uzattıkça saçmalaşabilir ama bu adam MIT'den diploması var diye kendisini Noam Chomsky sanmayalım. Adam kimya mühendisi ey insanlar, kendini de yırtsa benim gözümde "New York'daydım, gördüğüm helele dönercisinden şunu aldım, sonra gidip dev "McLambert Kitap Mağazası" tabelası olan bir dükkana girdim" gibi, sığ tespitlerden öteye gidemiyor malesef. Müritleri de bunu yapmaya bayılıyor zaten, ama hani ingilizce olanını. "Evet senin yazını read ettik" gibisinden, ya hu olmuyor, komik değil laf da giydirmiyorsunuz zaten niye böyle yapıyorsunuz. Bunu yapanlara kendi çapında Bilgisayar Mühendisliği mesleğini benimsemiş Bill Gates'in yazdığı bir programdan hata mesajı yollamak istiyorum: "Bellek read olunamadı!".

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Copyright © 2010 MONTEYN