31 Mart 2010 Çarşamba

Ter Kokusunu Deodorantla Kapatmaya Çalışan Üzerine

Onlar aramızda yaşıyorlar. Bilimi ve koca bir deodorant endüstrisini kendi şark kurnazlıklarına alet edebileceklerini düşünüyrolar ve, Rexona amblemi şeklinde sıktığı kısım 15 km de koşsa terlemeyecek sanıyorlar! Hayır insandır terler, çok normal. Fakat terledikten sonra deodorant sıkan insan varsa aranızda ben direkt nasıl koktuğunu söyleyeyim. Eğer erkekse ve ağaçlı, ormanlı ,dağlı koku kullanıyorsa, kocaman bir korunun istisnasız tüm ağaçlarına 20.000 kişilik orta nüfuslu kasabanın sıçması gibi kokuyor. Kadınsa karamelli çiçekli bir şey kullanıyorsa da sirkeden hallice kokmuyor zaten.

Zaten, bunu yapan insanlar genelde üstlerine kazak giymeyi tercih ederek kokuyu blokaj çabalarına da giriyorlar. Yapmasınlar yalvarıyorum. Tek bir mantıklı sebebini bulabiliyorum bunun. Nasıl, erkek tavuskuşunun renkli kanatları, hatun tavuskuşlarına bir çiftleşme çağrısı olması gibi terde bulunan feromonlar da birer çiftleşme çağrısı. Tabii insan iğrenç bir yaratık olduğu için terle falan yapabilecek düzeyde bunu, daha götünden renkli tüy çıkartanı görmedim zaten. Aslında, şimdilerde pek izlemiyorum ama eskiden Brainiac'da bunun üzerine bir deney yapılmıştı. 3 tane abiye ayrı ayrı deodorant ve feromon sürülüyor, üçüncüye ter sürülmüyor zaten onu bıraktılar kendince terledi. Neyse sonra hanım ablalara teker teker hangisinin daha etkileyici olduğu sorulmuştu. Onlar da her aklı başında insan gibi deodorantı tercih etmişler, üstüne üstlük feromonu zaten terden ayıramamışlardı. Ha, bilinçaltına belki etki eden bir durum olabilir ama onu da sallayın zaten. Çünkü zamanında Lyceé de Bordeaux'da okuduğum zamanlarda 6 kişilik erkekli yatakhane odalarında bulunmuşluğum oldu. Bir kız arkadaşımız kapıyı biz uyurken açmaış ve yüzüne çarpan sıcak hava dalgası vesilesiyle 2 yıl boyunca uyuyan insan erkeği kapısı açılmaması gerektiğine dair misyonerlik faaliyetlerinde bulundmuş ve el ilanları dağıtmıştı. Gerçekten böyle kötü bir deneyimi anlatmak istemezdim ,ay şekerim biz çok çılgındık nasıl da pistik bilemezsin 3 ay aynı donu giyen vardı ya hu! demiyorum. Burada bir insanlık dramından bahsediyorum. Sonuç olarak o kadar feromon şoku yedikten sonra insan zaten hayattan tiksinir.

Neyse, bunu yapan arkadaş hem feromon hem de deodorant kullanarak ikili bir komboya girişiyor galiba. Ama muhteşem bir başarısızlık adeta internet alemlerinde epic fail denilen bir durumla karşılaşılıyor bu gavat yüzünden. Çevrenizde bunu yapan dostlarınız varsa uyarmaktan çekinmeyin lütfen, dünyanın daha güzel bir yere dönüşmesi için siz de elinizden geleni yapın.

Ha bir de dün Casablanca'yı izledim. Normalde film-noir ve Humphrey Bogart'lı film izlememe kararı almıştım; gerek Humphrey Bogart'ın bana kalırsa çok abartılan balta gibi oyunculuğu, gerekse film-noir'ların iç bayıcı ama çok abartılmış, beğenilmiş senaryoları sebebiyle. Ama geçen senenin Ekim Ayı'nın 13'ü civarında başlamıştım Casablanca'ya 15'inci dakikada sıkılıp bırakmıştım. Dün tamamını baştan sona izlemek durumunda kaldım. Sanırım overrated kelimesi müzik aleminde U2 için neyse, film alemi için de Casablanca odur. En az 40 yıl önce yaşamış olsaydım bir ihtimal beğenebilirdim. Ama birçok listede hep ön sıralarda olması, "Oğlum dinle buraya!" diye bağırırken boynunda damarları çıkan okul müdürü kadar sinirlenmeme sebep oluyor. Ya hu, Bisiklet Hırsızları, Kazo'yu sulu götürür susuz getirir, keza Citizen Kane, yahu yine bu Humphrey'nin oynadığı Maltese Falcon bile, Casablanca'dan kat kat üstün yahu. Umarım aranızda bu filmin neden bu kadar beğenildiğine dair bana mail atacak bir insan evladı vardır. (Tarihsel muhabbet olmayacak yalnız. Kurgu ve teknik açısından olacak.) Humphrey Bogart'ın tipi muhabbet kuşuna benziyor ya valla sevemiyorum adamı. Aklıma "babacık, babacık" diyen bir surat geliyor adamı gördükçe. Hay allahım o ses tonuyla da şimdi, Hampo beni de güldürdü yemin ederim. Cennetten şu an bakıyorsan sana kızıştırıcı yem yollamak istediğimi de belirtirim. Öyle yem var, biliyorsunuz onun da içinde feromon falan var. Aslında yazının son cümleleri bunlar, yani aşağıdaki paragrafı biraz daha önce yazmıştım ama, kızıştırıcı yemle terleyip deodorant süren adamı bağdaştırdığım için artık bundan sonrasıı okumasanız da fark etmez. Bakın, "okumayın" baltalığına düşmüyorum, sadece o biraz daha alakasız kaçtı. Aman ne yaparsanız yapın, zaten pek de bir olay yok. Çocukluğuma indim vesaire, anı anlatıp "ha evet ya arımayalı silgi" diyen adam olmak istemezdim. Artık okuyunca karar verirsiniz.

Diğer bir konu da az önce yanlışlıkla teşbihimi hatasızca yaparken "Oğlum dinle buraya!" diyen müdür insanıdır. Dilbilgisinin bozuk olmasının yanında gereksiz yere sinir yapması, ev arkadaşlarının bir süre sonra birbirlerinden tiksinmeye başlaması, en ufak kusurlarını bulması gibi bir saplantıyı ortaya çıkarıyor. Tabii müdürün de çoluk çocuğu var, ama ortaokulda hatırlarım herkesin önünde bir kızı dövmüştü, "İŞTE O AN ALLAHIN VAR OLMADIĞINA İNANDIM." demem! Bu ne lan, Ancela'nın Küllerini mi yazıyorum burada? Hayır semavi hiçbir şeyle bağdaştırmadım ama hayatımda ilk defa "orospu çocuğu" kelimesinin tam olarak yakıştığı bir insan görmüş oldum.

Bir ara Fever Ray'in, Stranger Than Kindness'ini gömmeyi planlıyorum, ama şimdi Little Boots

Little Boots - REMEDY - The best video clips are here

27 Mart 2010 Cumartesi

Capote Üzerine Diye Kalkışıp Batan

"Bir insan Hülya Avşar'a "mavimavi" diyerek aşkını ilan ettikten 5 yıl sonra, bir klipte Aydemir Akbaş'la bilardo oynuyorsa ben onun aşkından şüphelenirim."
Monteyn, beylik laflar söylemeye yeltenen sarhoş, 2010

Akşam körkütük şarhoşken iki paragraf kadar arabeski öven yazı yazmışım, genel olarak yukarıda bulunan ayarda cümleler var zaten. İyi ki, "ulan bunu yayınlamayayım nadasa bırakayım da sabaha daha güzel bir şey haline gelir belki." gibi bir şeyi düşünebilecek seviyede çalışabiliyormuş beyin denilen saygısever organ. Geçen gün, Truman Capote'nin, Groucho Marx'la beraber muhabbetlerini izliyordum, kendisi "kimse serhoşken yazamaz. Buna inanmıyorum. Belki yazmadan önce gün içinde birkaç kadeh içiyordur ama masaya mutlaka ayık kafayla oturuyordur." gibi bir şeyler söylüyordu, doğruluğundan hiç şüphem yok. Yalnız yine Rimbaud'ydu galiba "şarap yaratıcılığı körükler ama esrar bunu sündürür. Bu yüzden birlikte kullanılmamalı" gibi bir şey söylemişti. Bunu tatbik etmediğim için bilmiyorum.

Neyse, biliyorsunuz evren genişliyor bunun aslında "ulan keşke şunu yapsaydım." dediğimiz durumda ortama başka bir gezegen, gökada, sistem, bok, püsür, vesaire eklenmesi olsa ne acaip olurdu lan! Zaten sınırsız olduğu için her an her bir insanın hayatının alternatifleri ekleniyor evrene gibisinden. Tabii bunun mümkün olmaması hakkında biliminsanları(politikılikırekt) mantıklı açıklamalar getirebilirler, ama bu durum beni pek bağlamıyor açıkçası. Her gün zaten yeteri kadar, olayın mümkün olması ihtimali üzerine düşünüp yeteri kadar kendimi korkutuyorum. Bu konu hakkında kimse benden önce öykü yazmasın ulan! Neyse zaten evrenli mevrenli öykü yazamam. Öyle şeyler yapmaya kalkışsam zaten en az Back to the Future üçlemesindeki kadar mantık hatası bulunabilir yani. Zaten şu an aklıma en fazla Aslan Cadı ve Dolap'taki gibi çocukların bir dolaptan geçip başka alemlere akması geliyor. Ya da başka şeyler var da, siz bunu ilk okuyunca ondan etkilenin ve yazamayın diye Masonik Dezenformasyon cümlesi kurdum.

Capote dedim aklıma geldi, şimdi normalde bu adamla gerçek hayatta konuşmaya kalkışsaydım 3. dakikada "Düzgün konuş lan! Adamın asabını bozma mıymıymıy yedin kafamı iki dakikada" demek durumunda kalırdım galiba. Yazar dediğin, şair dediğin Uğur Işılak gibi olacak! "Gürül gürül bir kaynak, Uğur Işılak!" isimli yazılmamış şiirimin başlığını ona yolluyorum. Zaten adam cummings'in somewhere i have never travelled'ını bile okusa içsavaş çıktı sanarım muhtemelen. Bir de ses tonu şımarıklığı var kendisinde. Muhtemelen normalde bu olayın farkında değil ve çevresinden insanlar "Oğlum sen şiir okusana süper sesin var." diyor. Bu da "Harbi mi lan!" diyor; daha kendi sesini duyduğu an zaten olayı fark ediyor. Hemen Unkapanı'nda girdiği ilk kapıdan "Selamünaleyküm Ağalar" demesiyle beraber şiir albümünün doldurulması bir oluyor. Zaten albüm kayıtları sırasında iflah olmaz bir deri hastalığına kapılıyor ve malesef ömrü boyunca kirli sakalla gezmek durumunda kalıyor bu üzücü olaydan sonra. Şimdi "Sevdamızın adı Berrak" isimli klibini incelemeye girişeceğim. İsteyen önce klibi izleyebilir, önermiyorum.



Varan bir:

Bunun dijital saatli versiyonularında da rakamlar birbirilerine karışıyor, görüntü ve zaman kayboluyor biliyorsunuz zaten. Dijitali de doğrudan sayısal diye çevirince, zorunlu olarak türkçeye çevrilmiş kullanım kılavuzları geliyor aklıma. Şarkı bilinçlilik aşıladığı için, artık bu düzende varolmayan zamandan bahsediliyor. Ayrıca Tutunamayanlar'da geçen şu cümlelere de gönderme olabilir:"Ben de birçok vatandaşım gibi, soyutlama gücünden yoksun olduğum için ve özellikle zaman kavramını soyut olarak, yani ele gelmez bir kavram olarak düşünemediğim için süreye, ancak iki nokta arasında bir cismin hareketi olarak katılabiliyorum."(41)
Varan iki: İskandinav Gitarcı?

Varan Üç:Özgürlüğü temsil eden kız(mutsuz)

Varan 4:Pazar gözlüğü + Full Metal Jacket'ta Snowpile'ı dövmek için, içine sabun konan havlulardan bağlanmış.

Varan 5:


Paranın, kapitalizmin, bireyin elini kolunu bağlaması, delirtmesi yabancılaştırması.

Varan 6

İfade özgürlüğünün kısıtlanması. İkisi de doğrudan Aydın Doğan karikatür yarışmasında dereceye girebilecek politik güce ve evrenselliğe sahipler.

Varan 7:

Bir filme gönderme mi var? Deri mont özellikle.

Varan 8:

Özgürlük Kızı'nın Ortadoğu'nun yaralarını sarması.

Bunun yanında kafasına iğne yaklaştıran amca, gibi detaylar da var ama bunlar zaten yeterli. Aslında burada Işılak'ın evrensel bir sanatçı olmasından bahsedecektim ama çok sulandırmak istemiyorum. Gözlükleri zaten ona olan duygularımı anlatıyor yeteri kadar.

24 Mart 2010 Çarşamba

Bahar Üzerine


Günlük bir konudan bahsedeceğim. Vay efendim rosemary's baby, yok efendim gidin şunu dinleyin. Geçiniz efendiler, geçiniz!!!(masaya yumruk vuran Atatürk canlandı mı kafanızda? Sırf bu yüzden yaptım. Eğer canlanmadıysa "bağımsızlık benim karakterimdir." demeyi de planlıyorum.)

Neyse, baharın ilk ayı, mart vesaire kediler hormonlar bunlardan bahsedilebilir. Ancak Bahar Mevsimi'nin kabir azabı olduğu gerçeğini kabullenelim. Bakın ağaçlar çiçek açıyor, havalar güzelleşiyor; peki dışarı çıkarken ne giyiyorsunuz? Bu konuda asla başarılı olamayan bir insan olarak dışarı çıkmama kararı aldım yaza kadar. Mesela Paris'e inerken Attila İlhan kreasyonundan, tankçı subaylara verilen mavi kepin siyahından takıp hafif ressam görünümü elde ediyorum. Ama pipo kullanmıyorum, çünkü benim elimdekiler bir pipo değil; hepsi pipo resmi. Ressam şapkası demek de doğru olur galiba, gerçek adını bilmiyorum ama artık öyle densin. Ordudaki sanat aşkının da tankçılara kadar sıçradığı gözlerden kaçmasın. Kimseyi yıpratmaya, asimetrik operasyonlar düzenlemeye çalıştığım yok, ancak geçenlerde Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın caz topluluğunun adının "Cazın Kartalları"olduğunu öğrenince açıkçası bu konuya el atmaması gerektiğini düşündüm. Kötü bir durum tabii "Yüzbaşı Volkan ve Astları" diye grup ismi de olacak değil. Öyle olsa indie müzik yaparlar zaten. Çünkü uluslararası indie müzik konseyinin verdiği bir karara göre alternatif, indie vesaire olmak için en az 5 kelimelik bir grup ismi gerekiyor. Hemen şimdi Türkçe bir Indie grup ismi sallayayım size "Güneş Altında Kuruyan Salyangoz Yavruları". Bir de denk geldiniz mi bilmiyorum ama çok üzülüyorum bu durumda kalan salyangoz hayvanına, güneş altında dalda kuruyor garibim. İclal Aydın bu konuya parmak bassın!! Duyarlı birilerinin bir şey deme vakti geldi artık.

Giyinme işine bir çözüm bulamadığım için Mikail'e sövüyorum. Mikail ismi İngilizce ve Fransızca'da yaygın olmasına rağmen neden Türkçe'de çok az onu bilemem. Gerçi Mikail kaplumbağaya konulabilecek bir isim gibi duruyor o yüzden olabilir. Hayatımda bir tane Mikail tanıdım, onun da 12 numara gözlükleri vardı ve camcıda çalışıyordu. Hatta bu konuda şu an aklınızdan geçen camcıyla ilgili şakayı yapabilirdim ama bunun çok kötü bir girişim olacağından şüphelendiğim için vazgeçtim. Zaten kendisi de ameliyat oldu 5 sene önce kadar. Artık sadece wayfarer güneş gözlüğü kullanıyor. Aranızda da Mikail varsa özür dilerim, ama ben Monteyn olduğum için hiç anama babama isyan etmedim. Zaten bizim oraların adetlerinde anaya babaya laf söylenmez.O yüzden büyük bir insan grubunun mal gibi ismi var. Chateaubriand var mesela; adını ilk öğrendiğinde kendini muhtemelen şarap sanmıştır; zaten bu varoluşsal karmaşa yüzünden kendini felsefeye veriyor.

Neyse dışarı çıkıyorum, muazzam ter basıyor vücudumu ama bir yandan da ceketten içeri giren rüzgarla - ki o rüzgar içeride garip şekilde circulation eyliyor- üşüyorum. Bunu şöyle anlatmak doğru olur, intihar bombacılarına giydirilen kazaklar oluyor ya, bombaların konduğu küçük cepler olan. İşte onun yerine çok soğuk kutu kolalar doldurulmuş, ve ceplerin tenle temas eden kısımları kesilmiş. Bu yüzden yürüdükçe sallanıyor ve vücuda o kutukolalar değdikçe vücutta küçük yanıklar halinde soğuk şokları yaşanıyor. O yüzden "Ah İlkbahar aşk mevsimi" falan demeyelim, çünkü bir grup insana da zaten Sonbahar hüzünlü bir aşk mevsimi. Kış zaten frijit onu siktir et. Yazın da libido tavan yaptığı için fuckbuddy gibi mevsim. Böyle mi tanımlayalım yani? Lütfen biraz daha mevsimlere hak ettikleri değeri verelim. Bu yüzden İlkbahar'la cima edeyim diyorum. Doğa Ana, Toprak Ana gibi simgelerde de aklıma gelen tek resim Şirinler'deki sevimli Doğa Ana'dır. Hepinize sevgiler yolluyorum, aranızda facebook denilen ortamda "Yağmurdan sonra gelen toprak kokusu" grubuna üye olan varsa da bunun sebebini bana söylerse çok sevinirim. Bunu belirtince 60000 kişilik bir grup stadyumda toplanıp yağmurdan sonra o toprak kokusu içinde Roma'lıları kıskandıracak düzeyde orgy mi düzenlenecek gelecekte bir tarihte? Ve Chateaubriand tabii ki Romantik akıma dahildi.


P.S: Papa'ya laf söyleyen arkadaşım vardı hatırlıyorsanız. Şimdi de "Allah'a inanmam, Allahsız da kalmam." gibi yorumlar yapıyor, ah mon dieu bu sense of humour eksikliği beni öldürecek.

21 Mart 2010 Pazar

Rosemary's Baby Üzerine

Filmden aklımda sadece Vidal Sassoon ismi kaldı. Mia Farrow'a teyze saçını uygulayan insanın o olduğunu öğrendim. Zaten Mia Farrow'u sevmem. Bana hep sünepe biri gibi geldi. Ya da sünepe tipli olduğu için hep bu rollerde oynatılmak zorunda kaldı. Ha saçı beğenmedim değil bu arada! Çok yakışmış ama, benim Miacığımla aramda olan bir sorun.

Roman Polanski'nin neden bu kadar sevildiğine dair tek bir mantıklı açıklama bulabiliyorum; o da Polonya'dan geldiği için evropa merakını yenemeyen denyo amerikalılar için biçilmiş kaftan olmasından mütevellit olabilir. Çünkü bu Art House'lar olmasa doğru düzgün bağımsız film çıkartabilecek ortam oluşmazdı muhtemelen, biz de Batman 82:"Kara Şövalye yine döndü ve yine rakiplerini biçiyor!"'u izliyor olurduk muhtemelen. Art House'lar sayesinde Fellini, Bergman, Polanski gördüler de adam oldular. Ha mesela müziğe şiire bir şey diyor muyum? Onu hobi olarak yine yapmışlar ve Greenwich Village çevresinde bu mayayı çok iyi tutturmuşlar aferin tebrik eder, başarılarının devamını dileriz.

Ancak, şimdi yine bağlantısız gibi kaçacak ama ortada büyük bir insanlık dramı var. 80'lerin ortalarına doğru bu dediğimiz Doğu Yakası olsun ya da Batı Yakası'ndaki müzik sahnesi olsun Public Enemy gazıyla vesaireyle Hip-Hop ve RAP türevlerinin içi mantıklı laflarla doldurulmaya başlayınca BİRİ DÜĞMEYE BASTI!!! Sonunda tabii ki, bundan 20 yıl önce hiç kimsenin bir ömrü boyunca göremeyeceği göt ve meme sayısını 10 dakika televizyon başında durarak görmeye başladık. Ucuz müzik sonucu insanlar gerizekalı oldu My Super Sweet Sixteen gibi programlar ortaya çıktı. MTV sen kocaman bir çılgınsın!

Seks satıyor arkadaşım, ben bilmez miyim burada hikayelerimi anlatayım kırkbin tane takipçim olsun, ama biliyorsunuz créme de la créme'e hitap ediyorum.

Neyse, Rosemary'nin Bebeğine dönersek, bu film ilk şeytanlı film olduğu için çok büyük tartışmalar dönmüş o dönem. Mesela Türkiye'de nasıl Vizontele'nin çekiminde kullanılan helikopter kameranın ilk defa kullanılışı olay olmuşsa bu da öyle bir şey. Uygun benzetme olmadığının farkındayım, Aylin Livaneli ve Şair Nara'lı bir örnek verecektim vazgeçince hiç düşünmeden bunu söylemek durumunda kaldım.

Kendisi gerilim filmi olmasına rağmen, bence en gerici yanı posteri. Hatta bazen Mia Farrow'un bir susamurundan daha iyi olmayan oyunculuğu yüzünden arada sessizce "ıpss hıfzı hıfzı sıhha" diye güldüm de. Ha kokona bir teyze var, al evinde Kafka karakteri olarak besle öyle güzel oynuyor kendisi ellerinden öperim. SPOILER VAR BURADA FİLMİN TADINI KAÇIRMAYALIM LÜTFEN!!!!!! Spoiler'ı okuyanlarla başbaşa kaldım galiba. Siz spoiler'ı okuyan tezcanlılar, hepinizi çok seviyorum. Ben de bütün spoiler'ları okuyorum ve filmin tadını kaçırmaktan aldığım hazzı çok az şeyden aldım, ayrıca beğenmediğim sahneleri atlamayı da seviyorum. Mesela Marx Kardeşler'in herhangi bir filminde Chico'nun Piyano çaldığı kısımları kesinlikle atlıyorum. Sesli sinema yeni başladığı için kendi şovlarına dönüştürmüşler işi. Neyse spoiler'a geliyorum canlar, filmin içinde bir yerde Mia Farrow'a şeytan tecavüz ediyor. O şeytan sanırım ondan sonra Dünyayı Kurtaran Adam'ın da kadrosuna alınmış peluş canavarlardan biri, aynı zamanda Tarkan Viking Kanı'ndaki Şişko Nuri'nin zorla aldırttığı balonlara benzeyen ahtapotun da akrabası oluyor. Tüm spoiler okuyanlar size ayrı blog açacağım, orada takılırız. Burada da bundan sonra akademik makaleler yayınlayacağım. Öptüm byess :-* SPOILER SONU!!!!BURADAN DEVAM EDELİM LÜTFEN

Bu arada Polanski'nin hamile eşinin Charles Manson tarafından öldürülmesi davası çok üzücü, belki de bu yüzden pedofil oldu kendisi diyeceğim ama dilim varmıyor. O konuda yorum yapamayacağım malesef, ve tabii ki o da Soykırımlı film yapıp Oscar'ı kapızladı helal olsun. Film de iyiydi, ama özellikle Adrian Brody'nin Oscar'ı almasındaki en önemli etken BURADA SPOILER VAR THE PIANIST'I IZLEMEYENLER OKUMASIN!!! evet dostlar yine başbaşa kaldık. Zaten izlemeyen olsa bile az çok piyanistin konusunu biliyor. Nasıl insan Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Jeux D'enfants, veya The Science of Sleep'ten birini izlediği zaman diğerlerini izlemesine gerek yoksa; siz de Schindler'in Listesi'ni izlediyseniz The Pianist'i izlemenize gerek yok. Belki Adrian Brody'nin oyunculuğu için, ama onun yerine haberlerde sömürü müzikleri de bulunan Schindler'in Listesi'ni izleseniz de olur. Ayrıca orada başroldeki dayı yeryüzünde, Christopher Lee'den sonraki en İngiliz insan olabilir onu da belirteyim. Neyse Adrian'ın tüm performansının yanında doruğa çıktığı noktanın yere düşmüş turşu konservesini açmaya çalışırkenki hırsı olduğu ve ağzının girdiği şekil olduğunu düşünüyorum, ve ardından Alman Komutanla karşılaşmaları. Bir de düşüp bacağını burktuğu yer var. Bir insan nasıl böyle bacak burkar arkadaşım. İçim parçalandı görünce, hemen Secret Garden'dan Nocturne'ü çaldım kafamdan. Hatta hemen bir kere daha izleyeyim, helal olsun adama SPOILER SONU

Son bir şey söyleyeyim The Pianist hakkında. Film, Haneke'nin Piyanist'iyle çok yakın zamanda çıktığı için o dönemde tezgahlarda ikisi de bulunuyordu. Kaç insana The Pianist diye, La Pianiste kakalandı merak ediyorum. "Abi Piyanolu var, mandolinli var!"








P.S: Müziğe laf ettim, ancak bitirmeden önce Itzhak Perlman'ın ellerinden öpmek istediğimi de belirtirim. Eğer müziğe, yardım programlarında ve Özcan Deniz'in babasının çöpten yemek toplarken çekildiği sahnelerde daha az denk gelmiş olsaydım daha çok sevecektim.

P.S2: Rosemary's Baby'nin müziklerini yapan Polonya'lı abimizin Astigmatic diye bir albümü var, tadından yenmez. Zaten sırf müziği onun yaptığını bildiğim için de izlemek istemiştim, ama müzik yetmiyor işte.

P.S3: Şinler ve Piyanist yerine Night and Fog da izlenebilir. Hatta o da türünün ilk örneklerinden olmasından ve olayın üzerinden çok az bir süre geçmiş olduğundan ötürü daha etkileyicidir bence. Aşağıya da Rosemary's Baby döneminde Amerika'da filme karşı çıkmış propaganda posterlerinden birini koyuyorum. Bu posterlerin yenilenmiş hali The Exorcist'ten sonra kullanıldı ayrıca.


18 Mart 2010 Perşembe

Evren Üzerine

Mark Twain, Jack London ve Charles Dickens'ın kafamda aynı insana tekabül ettiklerini fark ettim az önce. Aniden, Külyutmaz ayarında biri çıkıp "Çıkarın kağıtları kalemleri yazılı yoklama yapıciiim." dese sıçar kalırım. Hangisinin Beyaz Diş'i yazdığını, hangisinin Doctor Who'nun bir bölümünde oynadığını karıştırmışım tamamen. Sadece Mark Twain'i, Tom Sawyer'ın Maceraları ve Huckleberry Finn'in Maceraları'nı yazdığı için aklımda biraz tutabiliyorum. Ayrıca Moby Dick'i de bunlardan biri yazdı diye düşünüyorum bazen ama onun ismi Martin Eden'a benzediği için o hep vardı kafamda zaten. Yoksa Herman Melville'i karıştırmıyorum, kendisi aynı zamanda müzisyen Moby'nin de bir şekilde akrabasıdır. Ya da Moby öyle bir iddiada bulunuyor, belki yalandır ama öyle bir şey okumuştum. Benim de büyük büyük dedem Sabahattin Ali olduğu için sahne adı olarak Kuyucak'ı kullanıyorum.

Saygım sonsuz bu insanlara ama, adamların kitaplarına başlama yaşımda ben yazara bakmıyordum ki zaten, hayatımın tam bu bölümünde Gülten Dayıoğlu'nun Kangurular Ülkesi Avustralya'ya Yolculuk olsun, Güneşe Açılan Pencere olsun bilumum kitabını okuyup yeteri kadar beynime zarar verdim. Tahminlerime göre de hep onun yüzünden bu abileri karıştırıyorum. Halbuki Jules Verne kafası ne iyi! Kurşunla aya gideyim, 80 günde devr-i alem eyleyeyim belki bir yüzyıl sonra Jackie Chan isimli biri filmini çekip canım konumun içine sıçar, aynı şekilde Arzın Merkezine Yolculuk kitabıma da Mumya'da oynayan ekmek suratlı dayı tecavüz eder. Şimdi o dayının adını bimiyorum da, onun kullandığı güneş kreminin büyük ihtimalle Hawaiian Tropic kakao bilmemneli olduğunu da söylemek isterim. Her okulda da Jules Verne'i öven bir eğitim insanı olur, o yüzden övmeyeceğim Jules Verne'i, onun yerine bağıra çağıra La Marseillaise söyleme kararı aldım.



Şimdi ikinci bir konuya geçelim, çünkü yukarıdakiyle çok bağlantılı bir durum. İnsan beyninin zaman algısı biraz acaip, kendi ömrü dışında kalan zamanları da dahil etmeye çalışıyor. Tabii ki, nostalji hissinden ya da "Keşke 60'larda yaşasaydım" muhabbetinden bahsetmiyorum. Zaten 60'larda da yaşamak istemezdim. Mekan belirtmek çok önemli bu konuda, eğer 60'larda Bayburt'ta yaşayacaksam mesela yaşamak istemem, ama eğer Forrest Gump'ın en gaz sahnelerinde de görebileceğim mekanlarda yaşayacaksam tabii ki 60'larda yaşayıp Malcolm X çerçeve gözlükler takmak isterim. Neyse, durum o değil, zaten bu retro olayının ekmeğini 2000lerde yiyeceğini bilen Amerika'nın oyunu o dönemlerdeki gelişmiş ülkelerde bulunan bütün güzellikler. Bu da hayatımın komplo teorisi olsun.



Benim demek istediğim olay, 900milyon yıl sonra dünya üzerinde hiç su kalmaması meselesi aslında. Güneş ısınacak, bir şeyler olacak ve Dünya 900milyon yıl sonra kimsenin yaşayamayacağı kadar sıcak bir yer haline gelecek, ama ben bu duruma ilk defa rast geldiğimde resmen gırtlağım düğümlenmişti. "Nasıl olur Allah'ım, daha çok gencim!" diye içimden geçiriyorum, bir yandan da kurtuluş yollarını arıyordum. "Ehzehse o zamana kadar Mars kolonisi vesaire kurulur, oraya giderim." diye düşünüyorum. İnnovasyondan öyle uzak bir kafa ki, koca Evren'de sadece Mars'ı alabildiğini de dikkatinizi çekmek isterim. Burada size bir öykü anlatmak istiyorum, bütün sevdiğim arkadaşlarıma anlatırım. Adamın biri psikiyatra gitmiş, demiş ki "Doktor çok mutsuzum.", Doktor da hemen şöyle cevaplamış:"Aaa Palyaço Bozzo kasabaya geldi, ona gidersen derdin kalmaz.", adam da demiş ki:" Ama o palyaço benim." İşte hayat çok garip. Bu hikayeyi yazan kişi de NLP, kişisel gelişim boklarını falan başlatan kişidir muhtemelen. Neyse bu saçmalıkla biraz dikkat dağıttıktan sonra konumuza geri dönüyoruz, yani 900milyon yıl aslında hiç de uzak bir gelecek değilmiş gibi geliyor bana. Ya da güneşin tamamen farklı bir duruma dönüşeceği 5 milyar yıl. Hele 5 milyar daha yakın geliyor. Sınavdan 100 yerine 99 gibi dolgun bir not almak gibi bir şey bu.

P.S: Yukarı, There is a Light That Never Goes Out'un şemasını koydum. Aldığım blog'u hatırlamıyorum, o şahıs burayı okuyorsa özür diliyorum. Ayrıca çok yakında "Ölmeden Önce İzlenmemesi Gereken 50 film" listemi burada yayınlamayı planlıyorum. Ama listeyi Godard'la beraber sürekli genişlettiğimiz için 100'e varınca ve bazı filmleri de atınca yayınlama kararı aldım. İşte Ömerçip vesaire var, onu film yerine bile koymuyorum onları atınca, temiz bir listeye varacağız, o zaman yayınlarım. Ve evet Kieslowski'nin üçlemesi var listede. Öyle de öznel bir liste ki anlatamam, Marlon Brando'nun bisepslerine rağmen A Streetcar Named Desire'da var. Ama onun nedenin Vivien Leigh(aka Yıldız Kenter) olduğunu siz de çok iyi biliyorsunuz.

P.S2: İkinci fotoğrafı ortam şenlensin diye koydum, yoksa konumuzun mercimekle bir alakası yok doğal olarak. Bir de mercimek yemeğini sevmeyen insanlar var, onları da ben sevmiyorum. Mercimek sevilmez mi ulan! Yeryüzünün en güzel besini. Aşağıya da çok güzel bir şarkı koyuyorum, kafanıza göre takılın.

17 Mart 2010 Çarşamba

Bir haftadır tek öğün yemek yediğim için gerizekalı oldum. Bu yüzden hiçbir şey yazabilecek durumda değildim. Yeşil Yol'da yanağından salya akıtan Billy the Kid gibiyim. Omega 3 ve 6 ve doymuş ve doymamış her türlü yağ asidine selam olsun. Bol "ve" kullanarak ölmüşlerin ruhuna fatiha okuyan şahıs oldum.

Bu bahsedeceğim mesele çok bayat bir mesele aslında, ancak çoğunuz bunu yakın zamanda bir arkadaşınızla konuşmamış olmasına rağmen, yine de o meclislerde geçen bir konu: "Sabah ezanında alta sıçmak."

Saba makamı iyi güzel, ve hatta sabah kelimesiyle de uyum içinde olsun da mistik anlamlar yükleyelim buna gibi bir şey düşünülmüş de olailir bilmiyorum; ama "essaleee" diye duyunca hemen salıveriyorum. Fransa'da tabii biliyorsunuz Rousseau şöyle diyor zamanında(adını yanlış yazdıysam umrumda değil, pis herifin tekiydi zaten): "Bu ezanlar ki şehadetler dinimin temeli, Ebedi yurdumun üstünde inlemeli!" bizde de okunuyor yani onu bilin.

Hatta bir ara ezanın Fransızca okunması tartışmaları gündeme gelmiş, bir süre uygulamaya konsa da tekrar Arapça okunmaya başlamıştı.

Neyse, bu sabahları okuyan insanlar kendi seslerini hayvan gibi hoparlörlerden yankılanırken duyunca nasıl korkmuyorlar anlamıyorum. Yıllar önce Saadettin Teksoy'un bir haberini izlemiştim, çok ileri zihinsel, ruhsal vakaları aileleri türbeye bir geceliğine zincirliyordu.

Üzgünüm ama, bunu yapan aile -ve hatta üzgün de değilim- OROSPU ÇOCUĞU'dur. Tahminimce herhangi bir metafizik olaydan bağını koparmış birini de, öyle yeşil bezler sarılmış tabutların bulunduğu yere bir geceliğine zincirlesen yine şuurunu yitirecektir. Ayrıca bu konuda aklıma gelen ilk örnek hiç şaşırmayacağınız gibi Stephen Hawking oldu. Adam sanki pozitif bilimlerin vazgeçilmez temsilcisi. Ne olsa ilk olarak örnek gösterilecek insan. Yine geçenlerde bir sitede okur yorumlarını okuyorum, gerizekalının biri "bilim sokakta da olur Newton'ın kafasına nasıl elma düştü de yerçekimi kanununu buldu." gibi bir şey demiş. Muhtemelen Newton'ın kafasına elma düşmeden önce, manifaturacı olduğunu zannediyor bu insan. Ayrıca tahminimce Stephen Hawking Kırıkkale civarında bir türbeye bağlansa korkudan bünyesi tekrar miyelin üretmeye başlar, bir hafta içerisinde ALS'den eser kalmaz.

Korku imparatorluğu budur bence. Hayır şimdi bölüyorum ama, zaten Arapça diye bir dil olmadığına dair ciddi şüphelerim var. Bunu burada açıklayamam ama yüzyüze konuşsak eminim siz de Arapça'nın var olmadığına ikna olabilirsiniz.

P.S: Hayatımda hiç Bayburtlu görmedim. Bayburtlu gören varsa lütfen bu konuda bilgisini benimle paylaşsın. Bir keresinde Gebze-Harem minibüsünde "Bayburtspor" amblemini görüp ürkmüşlüğüm de var. Ama o sırada motorun üstündeki çirkin kilimde oturduğum için daha büyük dertlerim vardı o yüzden çok da etkilendim diyemem.

P.S2: Normal zeka seviyeme dönerim birkaç gün içinde, o zaman düzgün yazacağım, ve 31 Mayıs'ta Bob Dylan İstanbul'a geliyor, buradan satılık böbrek ilanı vermek yanlış biliyorum ama 15000$'a temiz böbreğimi satıyorum. Zıgaram yok, alkol çok az, hiç spor yapmıyorum çok az baharatlı cips yedim. Dedem 84 yaşında böbrek taşı düşürdü. Fransız Aydını'ndan temiz sol böbrek.

11 Mart 2010 Perşembe

Manchester'ın 4 Gülü

Başlık çok kötü, ama bu fotoğrafı görünce dayanamayıp böyle rezil bir tanım yaptım. Haa Mençıstır'ın dört gülü demişken aklıma Fikrimin İnce Gülü ve ondan alakasız olarak da Vesikalı Yarim geldi. İzzet Günay'ı hiç bu kadar Mustafa Sarıgül görmemiştim. Kusursuz dikdörtgenler prizmasına örnek gösterilebilecek kafaya ve saç yapısına sahip. Ayrıca, Türkan Şoray'ın inanılmaz güzel olduğu bu filmde, kamyon lastiği çapında kalçalara sahip olmasa akıllara zarar bir durum oluşurmuş! Demek isterdim, ama demem. Geniş kalça iyidir, bilinçaltına doğurganlık sinyalleri yollar. Geniş kalçaya saygım sonsuz. Bu yüzden, filmde insanın aklını alıyor Türkan Ablamız.

Kanunlarını da herhalde bu filmden sonra koymuş olabilir. Filmdeki en hardcore sahne, İzzet Günay'la birbirlerinin avuçlarını öpmeleri galiba. Şimdi tabii "ahh o kırılgan aşklar" muhabbetine girmeye gerek yok. 68 yılı Türkiye'sinde öyle bir durum olsa adamın götünden kan alırlar çünkü. Ha şimdi bile öyle zaten. Öpüşmeden rahatsız olan, kızkurusu tipli Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı var. Çok abzürt durdu aslında, hem The Smiths'in hem de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı'nın aynı başlık altında bulunması, ama olan oldu artık ne yapalım.

10 Mart 2010 Çarşamba

Minimal Anlatım Üzerine


Ben yapamam. Yapabilecek kapasiteye sahip değilim, her türlü edat bağlaç ve ünlemi kullanıp yazıyı okunmaz kıvama getiriyorum genellikle. Ayrıca Dilbilimci vatandaşların artık Edat-Bağlaç-Ünlem'e tek isim bulmalarını bekliyorum. Edbaün olabilir mesela. Yok, bu kadar yaratıcılık yoksunu olmasın, Kardeşler Kuruyemiş muamelesi yapmaya da gerek yok. Sonuç olarak koskoca ve, veya, gibi, ya da, ahh, vah, ekibini böyle kötü başlık altında toparlamamak lazım. Mesela, şalala olsun hepsinin adı. Hem dilbilgisine insanlar sevgi duymaya başlarlar. Cümledeki şalala'yı bulunuz!

Aslında bu minimal anlatım olayının da edebi yönden olanını değil, normalde kullanılanından yakınıyorum, aslında edebi de olabilir bir saniye beklerseniz açıklayacağım. Mesela, şimdi Sivas Katliamı hakkında bir yazı yazıyorum diyelim; eğer yazı "korku, yangın, çığlık..."şeklinde açılırsa
olmuyor işte. Onu yazan arkadaşın üstüne benzin döküp yakacak kişiye dönüşmek durumunda kalıyorum ondan sonra. Özellikle nasıl diyeceğimi bilmiyorum ama 1997-2001 yılları arasında Cat Bot giyen kızların Atatürkçü Düşünce Derneği vesilesiyle yaptıkları sanatsal çalışmalar ayarında şeyler geliyor aklıma. Arkada dalgalanan siyah perdeler, simsiyah göz kalemleri, hafif yüksek bir standda oturup sırayla ortaya çıkıp şiir okuma. Meselenin ADD'yle de pek ilgisi yok, bak şimdi ADD'ci insanlara da durduk yerde laf söylemiş oldum, ama ben bu gerizekalı ekole en çok o tip toplulukların etkinliklerinde denk geldiğim için söylüyorum. Ulan blog benim be! Söylerim söylemem, adam gibi iş yapsınlar! Sahneye çıkıp "karanlık, umut" diye boşluğu kelime kelime etiketlemenin ne anlamı var, hem boşluğa bakan insan ne ayak? Yıldız Kenter misin de sürekli boşluğa bakıyorsun?

"Az aslında çoktur." cümlesini okuyan sıvamaya başlıyor hemen. Kimse de çıkıp bu insanları" Bir bakar mısınız? O az da, tam olarak az değil yani, onun azlaşması bir süreç gerektiyor." diye uyarmıyor. Sonunda ortaya az sonra yazacağım şiir çıkıyor. Ben de bilmiyorum ne yazacağımı ama çıkan şey dediğim olacak yani

GİTTİĞİNDE

Gittiğinde
Ardından bakarken
Gözlerim kanadı
Elimi kaldırıp
"Gitme"
diyemedim
Çünkü ellerim de
Seninle gittiler

Bu durumu en iyi, kötü şiir müptelası olanlar anlayacaktır. Bir yaz tatilinde, Söke Şoförler ve Otomobilciler Odası Eski Başkanı Mustafa Özcanyüz'ün, "Bir Şoförün Gönül Defterinden 2" isimli şiir kitabını okurken karşılaştığım durumlardan biriydi bu. Şiirlerinde deliler gibi hece ölçüsüne bağlılık ve a-a-a-b/c-c-c-b/d-d-d-b şeklindeki uyak örgüsü saplantısı haricinde; şiirlerin çoğuna Mustafa Baba yemin etmiş gibi mutlak kontrastla giriyordu. Gece oldu, gündüz oldu ya da Kalem vardı kılıç yoktu gibisinden. Evet kesinlikle Mustafa Özcanyüz, İbrahim Sadri'den daha iyi şiir yazan bir insan; ancak sahip olduğu yazlık evin bulunduğu site için bile "Ete Sitesi" isimli şiiri yazıp, doymayıp "Ete Sitesi 2"yi de yazdığı için mütevaziliğinden biraz şüphelenmiştim. Yani pek değerli şiirseverler, nasıl ki Cemal Süreya'nın 20 şiiri "Keşke yalnız bunun için sevseydim seni." diye bitiyorsa, Mustafa Özcanyüz de "Ete Sitesi, Ete Sitesi" diye bitirmiş, ancak bana kalırsa pek başarılı olamamıştı bilmiyorum. Olsun ben onu da yapamıyorum, adamın iki tane basılı kitabı var. Neyse, elimde bir adet bulunan bu kitabı da hak eden bir kütüphanenin zor bulunan kitaplar kısmına bağışlamak istiyorum. Ya da çok önceden de belirttiğim sebeplerden ötürü bağışlamıyorum. İsteyene çok yüksek meblağ karşılığında fotokopisini veririm.

Fotoğraftaki şiirde biraz bahsettiklerime benziyor, ama tam olarak öyle de değil. Şiir postasiirleri.tumblr.com sitesinden.

P.S: "bir şey var, ancak makilerin orda söyleyebilirim/keşke yalnız bunun için sevseydim seni" demiş ya hu Djemalle. Bunu neden güzel bulduğumu anlamıyorum. Mesela Mustafa Özcanyüz de yazsa böyle yaklaşır mıydım dizeye bilmiyorum Adamın yapıtlarının çoğundan bir resmi kafamda oluşuyor ve ondan sonra ne dese artık her şeyi o resim üzerinden yormaya başlıyorum. Ayrıca, durduk yere ciddi yazı yazmış oldum. Neyse saygılar hepinize.

7 Mart 2010 Pazar

Woody Allen Üzerine


Seinfeld'de George Costanza'nın, normalde Larry David'in kendinden çok fazla kattığı bir karakter olduğunu söylemişti bir arkadaşım. (yazı sonrasında internette baktım. O da ekşisözlükten okumuş demek ki. Kaynaklarımın güvenilirliğini bir kez daha kanıtlamış bulunuyorum ayrıca.) Bugün, Woody Allen hakkında saçma sapan bilgiler okurken Costanza'nın başlarda Woody Allen taklidi olarak düşünüldüğünü okudum, tam da çok yakın zamanda Whatever Works'ü izlemiştim. Normalde Woody Allen'ın kendisinin oynadığı filmlere takıntılıyken, Whatever Works'teki Larry David'in beni hiç rahatsız etmediğini fark ettim. Ya da bilmiyorum, saplantılı birilerini izlemek istediğim için belki de ikisi de rahatsız etmiyor, ama Curb Your Enthusiasm'ı da çok beğendiğimi söyleyemem. Bilmiyorum kafam çok karışık, açıkçası ilişkimiz üzerine düşünme vakti geldi demek ki.

Tabii, sanırım ilk izlediğim filmi Zelig'di diye hatırlıyorum. Sonra tahminimce 73 ya da 74 kişiye Zelig'i önerdim hiçbiri geri dönüp de, "Ya iyiymiş, kötüymüş" demedi. Zaten olamaz da, "Ya iyiymiş,kötüymüş." gibi cümleler kurmuyor normalde insanlar. Neyse, bu tip işlerde başçavuşun eşeği olma işini çok iyi başardığımın farkına vardım bu vesilesiyle. Bunu sürekli kanıtlamak için de ayrıca sürekli müzik öneriyorum burada.

Biraz, kırgın gibi olmuş lan. Durduk yere ağlak pozlar vermenin anlamı yok.(güçlü olmalısın monteyn, güçlü olmalısın(tam burada ferhat göçer ayna karşısı klibi kadını siyah göz kalemi akması var.) diyecek adam mıyım ulan?) Neyse, devam edelim Woody Ağamıza. Ben en çok Love and Death'de, Rus Prenses'e pis bakmasını seviyorum. Aslında oyunculuk meselesinden öte, resmen sinefil bir yönetmen olmasından ötürü tırt komedi filmleri yapmıyor, ya da komedi dışındaki stillerde de çok iyi olmasından ötürü seviyorum. Love and Death'in sonunun Seventh Seal'a gönderme olması, Manhattan Murder Mystery'de sinema perdesi arasındaki aynalı sahne vesaire. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, Almadovar kadınları gibi bir tanım kullanılıyor, iyi hoş da Woody Allen kadınları da olsun lan! Zaten Manhattan'dan tut Stardust Memories'e kadar hemen hepsinin elmacık kemiği yapıları birbirini andırıyor, ve ben çoğuna aşık oluyorum film bittiğinde.

Özellikle Diane Keaton'ın Sleeper'daki aptal şair haline vurgun olduğumu belirtmek isterim. Muhtemelen yine bunları seven insanların Annie Hall'daki takım elbiseli haline de hafiften meyilli olduğunu tahmin ediyorum. Korkmayın dostlarım yalnız değilsiniz!!! Hepimiz Woody Allen'ız!! (umarım hepimiz sübyancı değiliz yalnız.)(bu cümleyi de yazana kadar göt attım. "Hepimiz Sübyancıyız" denmez ki, iyice şaçma sapan bir şey olur.) Şöyle bir mesele var, işte kendi evlatlığıyla evlendi vesaire, hayır dostlar Mia Farrow'un başka bir insaniyetle evlat edindiği kıza meyillendi. Tabii, bunun dâhi(dâhi anlamındaki dahi?) çocuğu var bir tane 16 yaşında Yale Hukuk Fakültesi'ne başlamış bir abimiz. Kendisi, babası onu görme hakkı kazanmış olmasına rağmen "Ben bir insanın hem oğlu, hem de kayınçosu nasıl olayım!" deyip, o dönemden beri kendisiyle konuşmuyormuş.(Gerçi kayınçoyla genellikle emlakçı vs. mutlak başarısızlığa uğrayacak ticari atılımlara girmekten de çekinmiş olabilir.)Uçankuş dedikodu servisine döndü blog da, hele kayınço kelimesini kullanınca saçlarımı topuz yapıp simleyip düğüne gitme isteğiyle doldum. Kayınço ne ya? Cips markası gibi, Doritos'un baharatsızları vardı ya, dipsosla beraber yenen işte ona koyulabilecek bir isim bence Kayınço. Gerçi Panço'yla tam uyaklı olduğundan ötürü bana öyle geliyor galiba. O hiçbir şeyli cipsi de sossuz olarak daha çok seviyordum, Dia'nın adi cipsleri var galiba hala öyle. Adi cips diyip geçmeyin dostlar, bilirsiniz Bim'in Star Krak'ı uygun pazarlama tekniği olsa, Frito Lay'in köküne kibrit suyu dökecek seviyeye sahip, hem unutmayalım ki iki sene önceye kadar içinden eğitime katkı olarak hayvan resimli sticker'lar ve alfabe çıkıyordu. Resmin altına hayvanın adını da AT, şeklinde yazarak hem görsel zekamıza hitap ediyorlar hem de koca bir millete okuma alışkanlığı kazandırıyorlardı. Tebrik ediyorum Star Krak'a bu şekilde "dikkat promosyon kuponu çıkabilir!" koyan insanları.

Promosyon olmasa bile, her cips pakedinde "dikkat promosyon kuponu çıkabilir." yazmasını da anlamlandıramıyorum aslında. Ya kafaya dikerek yiyen şahısların gırtlağına Pikaçu tasosu kaçmasın diye bir uyarı, ya da bir ihtimal çıkabilecek olan bedava midi boy cipsin heyecanını kaldıramayacak, kalbi zayıf müşterileri baştan uyarıp sakinleştirme amaçlı bir telkin söz konusu. Ulan onu yapacağınıza koroner arter yetmezliğinden, damar tıkanmasından adamı öldürmemek için daha az yağlı yapın cipsleri bu kadar düşünceliyseniz. Ayrıca gramajı da düşürmeyin orospu çocukları! Fiyatı aynı tutmak maksadıyla ne pislikler yaptığınızı biliyorum. Öbür tarafta taco sosları içine düşeceksiniz, her yeriniz isilik olacak!!! Tombi adamları, sandalyeye bağlayıp kafanıza izmarit atar gibi peynirli çitos atacak. Bir de dikkatinizi çekmiştir belki ama, Aymar Adamı'yla, Tombi Adamları'nın akrabalıklarından şüpheleniyorum. Şimdilerde Aymar Adamı biraz metroseksüel oldu gerçi, iyice yağ damlasına benzedi artık eskiden tombul bir abimizdi.

Neyse, Woody Allen işte, adam Ingmar Bergman ve Marx kardeşlerin hastası diyorum ya hu, daha ne olsun. Az filmini izleyen de varsa, diğerlerini de izlesin lütfen ya, çok sevin onu, koruyun. Şimdi başlasam Sleeper'la ya da Annie Hall'la başlamayı tercih ederdim.


P.S: Geçen sene bu dönemlerde 21'in Türkiye'de ilk konsept albüm olma ihtimali üzerine düşündüğümü söylemiştim, fikrimi değiştirdim. Kargo'nun Yalnızlık Mevsimi olabilir bu ilk konsept albüm.

3 Mart 2010 Çarşamba

Sandalyede Kaykılmak Üzerine



"Kaykılmayın! Sandalyelerin bacakları Skoda tekerlekleri gibi içe dönüyor."
Vecihi Hürkuş, Bordeaux, 2007
Hayatımda, hiç kaykılırken sandalyeden düşmedim. Bu bir meziyet olmayabilir, ama kendimi bildim bileli sandalyeden kaykılan biri olarak övünebileceğim bir şey olduğuna inanıyorum. Ayrıca bir kez de naylon sandalyede gülerken arka iki bacağını kırarak düşmüştüm. Böyle slapstick komedi tarzında anılarla yazının devam etmesinin de imkansız olduğunu bildiğim için bir insanlık dramından bahsedeceğim şimdi.

Aramızda bu işi benim gibi yarı profesyonel düzeyde sürdürenler vardır mutlaka, ayrıca ayaklarımı bir yere dayamadan iki sandalye bacağı üstünde de yaklaşık 40 saniyeye kadar kalabildiğimi belirtmek isterim. Yararsız detaylarla şu canım yazıcığı iç bayan bir niteliğe sürüklediğimin de farkındayım. Derken bir de şunu söyleyeyim filmlerde ve kitaplarda "Tamam, artık okumayın/izlemeyin, bundan sonra devam etmeyin...
Aaa okumayın/izlemeyin dedik ya, siz hala burada mısınız?" şeklindeki sanatsal oyunların pek de sanatsal olmadığına; aksine bunun yazarın davarlığına işaret ettiğine inanırım.

Şimdi gelelim konuya, hani sandalyeler yanyana durur da, ayaklarımızı diğer bir sandalyenin direnmesi için konulmuş kasnak mı artık bilmiyorum ne deniyor(şunu yazarken de'yi öyle ayrı yazdım ki, "ne de niyor" şeklinde, sanki Holandalı genç yetenek anasını satıyım.) oraya ayaklarımızı dayarız.


İşte bu, dar pantolon giydiğimiz zamanlar vücudun bünyeye 5 dakikalık döngülerle yaydığı iç sıkılması hissinin, sandalye kaykılıcısına tezahür etmiş halidir. Eğer o arkadaşımız istediği anda havalanamazsa aniden yanındakinin suratına vurmak isteyecek ancak çok kısa süren bir atak olduğu için siniri o anda geçecektir. Balici bir arkadaşımın da dediği gibi, "abi balinin kafası çok kısa sürüyor." durumuna düşecektir.

İkinci sandalye meselesi ise, arkanızda oturup, sandalyeyi sürekli ayağıyla titreten şahıslar. Ben özellikle bunların, İlahi Komedya'da bahsedilen Cehennem'in, yaklaşık 5.katına denk gelecek bir cezaya maruz bırakılacaklarına inanıyorum. Şu anda o durumda olanlara da müjdem var!!!!(sarkazm çok kötü duruyor buralarda ama elimizden bir şey gelmiyor, isterseniz şu saniyeden sonra okumayın yazıyı.)(okumayın ama... hadi canıım) Neyse, 5. katta öfkeliler ve hiddetliler'le takılacaksınız. Artık, ağzına 12 tane kılıç sokan adam gibi, sizin de ağzınıza sandalye bacaklarını sokmayı ihmal etmezler tahminimce.

P.S:yarı-profesyonel sandalye kaykılıcığı hakkında yorum yapmak istemiyorum. Az önce bir anlam yükleyemedim ben de. Yarın John Turturro'dan bahsedeceğim. Ya da yarın değil şimdi bahsedeyim. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, John Turturro yamuk ağızlı pozlar vermeseydi bu kadar ünlü olabilir miydi bilmiyorum. Nasıl ki Hugh Grant'in bir göz kapağının hafif düşük olması ona sakil karizması katıyorsa, John Turturro'nun da bu yamuk ağızlılığı ruh hastası hissiyatı veriyor. Ha, Big Lebowski'deki Jesus halinin ellerinden öperim, ama onun dışında resmen adamın oyunculuğunun kalıbı var. Geçen gün Fantastique Maître Renard'ı izlerken, Elma Şıralarını koruyan kara sıçanı bile ona benzettim.

Bu konuyu dün akşam imdb'de gördüğüm ve dayanamayıp ucuz bir şaka haline getirdiğim bir fotoğrafla bitirmek istiyorum.

Them Crooked Vultures ya da Süpergruplara Kafam Girsin Üzerine

Süpergrup meselesinden pek haz etmiyorum. Normalde saygı duyulabilen insanlar bir süreliğine taşak oğlanına dönüşüyorlar. Velvet Revolver'da böyle bir durum oldu. Scott Weiland insanı ayrıldı gruptan, düzgün birilerini bulmaya çalıştılar, Audioslave dağıldı (bu iyi oldu RATM toplantı da, Chris Cornell, Snoop Dogg'a dönüştü yalnız o biraz kötü oldu. Zaten onda da Snoop Dogg gibi hafiften yılansı fare çocuğu tipi vardı.) Bu konuda yine, Pearl Jam'in temellerinin atılmasına vesile olmuş Temple of the Dog'u, bir de Traveling Wilburys çok sevdiğimi söyleyebilirim. Özellikle Traveling Wilburys öyle hayvani bir grup ki, aha yazıyorum Bob Dylan, George Harrison, Roy Orbison, Tom Petty ve Jeff Lyne. Bu heriflerden yeryüzününen iyi albümü çıkar diye düşünüyor insan, yeryüzünün en iyi albümü değil ama ilk albümleri çok keyifli bana kalırsa. Hele bunların promo fotoğraflarının bir tanesinde sünnetlik çocuklar gibi koltuklara oturtulmuş halleri var bir tane muhteşem bir poz. Bir de hala berjer koltuk satın alınıyor mu bilmiyorum ama, lütfen modası geçmiş olsun. Sadece şöminenin karşısına yerleştirildiğinde güzel duran bir koltuğu insanlar niye satın alıyorlar anlamıyorum.

Neyse Them Crooked Vultures'a gelelim. Şimdi, insanlarını sayayım önce Dave Grohl davul çalıyor, Josh Homme gitar takılıyor, ve (hatta buraya -sıkı durun- falan yazardım da, pek hoş durmaz galiba. Nickelodeon'un hazırladığı belgesellerde heyecan yaratma öğesi olarak kullanılan bir şeyi buraya pek koymak istemiyorum.) John Paul Jones da bas çalıyor.

Tabii şarkılardan biraz bahsetmeden önce şunu söylemek istiyorum, düzgün bir kulaklığınız varsa açın bası patlamayacak seviyeye kadar. Sonra bas ve davulun birbirine nasıl dil attığını dinleyin. Resmen birbirlerini dilliyorlar yahu, şimdi uygunsuz bir tanım oldu biliyorum ama; öyle bir bas davul birlikteliği var ki John Paul Jones'un artık anneanne buruşmasına başlamış ellerinden öpesi geliyor insanın. Bu birbirlerine dil atma mevzusuna en iyi örnekler Scumbag Blues ve Caligulove diyebilirim. Bu arada Scumbag Blues'da, Derek and the Dominoes etkileri görülüyor, stüdyoya Eric Clapton mı uğradı ne oldu orasını tam bilemiyorum.

Interlude with Ludes, yavaş şarkı çok kötü, artık onu albümü doldurmak için mi yerleştirmişler bilmiyorum ama, duymaya çok alışkın olduğumuz türden yavaş bir Stoner Rock şarkısı pek iş bulamadım. Onun dışında bir de ilk şarkı No One Loves Me & Neither Do I'da, bir de Caligulove'da Dağlar Kızı Reyhan'ın "Ne güzelsin aygız/Bir Tanesin ay gız." kısmının ritm bölümlerini çalmışlar. Buna da artık MESAM el atmalı deyip geçiyorum. Ama ciddi söylüyorum özellikle bu No One Loves Me (off çok uzun yemin ederim şarkının adını yazarken içim bayıldı.), yi dinlediğiniz zaman gerçekten o kısmı anlayacaksınız.

Bu grubun albüm görsellerini kim tasarlamışsa, ona da yarım kilo baklava yollamak istiyorum, ama tek şartla; baklavayı telaffuz edebilse bile kesinlikle doğru söylemeyecek "baklıva, baklıva şooguzal" deyip ses kaydını yollayacak, ben de ona baklavayı yollayacağım. Zaten pek sevmediğim bir tatlı, yerken bile bakterilerin dişlerimi çürütmesi anını bile hissediyorum. Olsun çürürlerse tamamını altın kaplatırım. Hah evet, bakın bu aklıma gelmişken ondan da bahsedeyim. Bu altın diş tam olarak ne zaman moda olmuş? Geçenlerde yine birileriyle tartışırken, bu olayın hacıların döndükleri kasabaya taş dikmesi geleneği olduğu gibi, aynı şekilde dişlerini de altın kaplattığından bahsediyorduk. Ya da üçkağıtçı bir roman kahramanı olup, kitabın ortalarına doğru şerefsizce gülümsemesinin betimlemesi yapılması lazım. Bu ikisinden biri dışında duruma mantıklı bir sebep bulamıyorum. Zenginliği göstermenin en kötü yolu olabilir altın diş, bir de boyanmış kartonpiyer.

Valla Them Crooked Vultures'ı da meraklısı dinlesin, pişman olmaz. Bir hafta dinleyip kenara atar diye düşünüyorum. Audioslave'in çıkarttığı Show Me How To Live gibi çok akılda kalıcı parça çıkaramamışlar, yine de albümü benim bulduğumdan daha keyifli bulanlar olacaktır mutlaka.

Ya bırakın Them Crooked Vultures'ı, gelin Traveling Wilburys'de anlaşalım


Hatta başlamışken Traveling Wilburys'den de bahsedeyim. Zaten iki tanecik albümleri var, Vol.1 ve Vol.3. İlk albümden sonra Roy Orbison ölüyor, ve biz "Niye gittin Roy Kaptan, şimdi üşüyoruz." gibi cümleler kurmayı ihmal etmiyoruz. İlk albümün her damarcının evinde mutlaka bulunması gerekiyor, bir youtube yorumunda da belirtildiği gibi "Bordeaux'dan Selam, Damara Devam!!!"

Öyle acı şarkılar yok aslında, Modern Times kapalı hava yolculuklarında dinlenecek bir albümse, bu Vol.1 da yaz tatili için bir albüm.
 
Copyright © 2010 MONTEYN