26 Nisan 2009 Pazar

La Divina Comedia Reloaded üzerine


"Dev ekranda hesap keyfi, mahşerde çıkar"

Geçtiğimiz tepeler üzerindeki tabelalarda gördüğümüz tek yazıydı bu. Ben ve iki arkadaşım, önceden sadece çizgi filmlerde Elmer ve Bugs Bunny'nin takıldığı bir ortamda bulunmanın heyecanı ve de korkusu içerisinde, mezarlıktan ilk kez geçen gençler gibi birbirimizden ayrılmamaya ölümüne yemin etmiştik. Gerçi öleli de, biraz uzun bir süre olmaktaydı ancak, orada bulunmayan birisi için bu tip bir korkuyu tanımlamak çok kolay değil. Mesela, çok büyük bir fuar alanında bulunduğunuzu düşünün, sonra onu iki milyonla çarpın, (bu benzetme de Trainspotting'deki eroin kullanma muhabbetini andırmakta olsa da gerçekten yaşanan deneyimi, bir insan başka nasıl anlatabilir bilemiyorum.) gelmiş geçmiş herkesin ortamda çıplak takıldığını düşünün. Ben tabii, bildiğim diller sadece Latince ve de İngilizce olduğu için arkadaşlarımı yanıma alıp, eski papalarla takılmayı tercih ediyordum. Şu kadın olan ve de doğuran papa (mama?) var ya, işte onunla takılırken enseme aniden bir darbe yemenin acısı içerisinde kıvranmaya başladım. Ben ikinci sınıftayken ölen arkadaşım Mahmut şu cânım mahşer gününde bile "Atatürk ne demiş? Açık enseye patlat demiş..." isimli ilkokul iki esprisini yapmaya kalkışmıştı. Ancak benim de sinirlerim belli bir noktaya kadar dayanabildiği için, yanımdaki iki arkadaşım Kâzım ve de Barış'a, Mahmut'u kolundan tutması için emrimi verdim.

"Madem öyle, şunun şurasında 20milyar insan arasında Atatürk'ü mü bulamıycaaz hülean" diyerekten Mahmut'u, Kazım ve de Barış'ın da yardımıyla kollarınan tutup, tepe tepe gezmeye başladık, gezmediğimiz ne Müzdelife ne de Mina kaldı, sonunda Ata'yı 200metre öteden gözlerinden tanıyıp yanına koşmaya başladım, ancak tam o sıralarda kendisinin, Rousseau'yla beraber takıldığının farkında olmadığım için muhabbetlerinin ortadan bölmüş bulundum. Tabii ki Ata'nın Rousseau ve de Hugo'yu falan sevdiğini bilmekteydim, bölmek istemezdim şu canım ikilinin bilgi paylaşımlarını ancak, Mahmut'un yaptığı bu şaka yıllardır boynumu bükmüş, sırf birileri bana bu tip bir şey yapmasın diye saçlarımın ense kısımlarını uzatmaya, seksenlerdeki kısa kollu beyaz ceket giyen müzisyenlere benzemeye başlamıştım. Resmen ensemde, kürklü hayvan besleyip büyütüyordum bu tip bir şakaya maruz kalmamak için.

Ata'nın lafını " Bi dakka bakar mısın Kemal Paşa'm? " diye böldükten sonra, bana dönerken, cümlesini "İstiklal mahkemeleri azizim" diye bitirdiği için, ne mahşer ne de cehennemde sırtıma verilecek harlı odun ateşinin korkusu kaldı. Altıncı sınıftan beri gördüğüm en heybetli isim tamlaması olan "İstiklal Mahkemeleri" benim mantıklı düşünebilme yetimi kaybetmeme sebep olmuş tam orada Vakvak ağacının altında bayılayazmıştım. Bayılayazmakla kalmayıp 20 saniye boyunca baygınlık geçirmiştim de. İşte o 20 saniyelik süreçte Allah'ı gördüm. Mahşerde bayılan ilk insan olduğum için resmen arkasına yaslana yaslana gülüyordu. Kalktığım gibi tamamen pragmatik bir insan olduğum için "Olm Allah gülüyodu ben paçayı yırttım artık siz ne yaparsınız bilmem" derken, beni kaldıran Kâzım ve Barış boş anlarında Mahmut'un kaçtığını belirttiler, ikisine de sövdükten sonra, Paşa'nın benim gibi bir korkakla işi olmadığını belirten pusulasını, yaverine ilettiğini öğrendim. Tabii ki "pusula" kelimesi ancak Altın günü yapan teyzelere mahsus olduğu için bunun aslında bir pusuladan ziyada kısa bir not olduğunu fark etmem pek gecikmedi. Ancak, bundan sonrasında benim başıma gelenlerden ziyade, Barış'ın başına gelenlerden bahsetmem gerekir,ancak kısaca bu durumdan bahsedip sonra Barış'a dönmem gerekir. Zira benim için yaşanan hesap günü herkesle eşdeğer rezalette geçmişti. En yakın arkadaşlarım hakkında kurduğum fanteziler, arkadaş ortamlarında hepsinin ardından "Of ben şunu böyle yerim, buna şunu yaparım" diye anlatarak kendimi rezil etmelerim, en yakın tanıdıklarımın ardından konuşmalarım, ve diğer ucuz hareketlerimin hepsi teker teker HD ekranlarda mahşerde yayınlandıktan sonra, biraz düşündüm ve de rahatladım. Bunu yapan sadece ben değildim! Benden başka milyonlarca insan aynı şeyi yapmış, en yakın arkadaşlarım da benzerlerini benim hakkımda söylemişlerdi, bunun için bana helal etmeyen olsa bile ben hepsine hakkımı helal ettim. Ama tabii ki insanoğlunun mallığı bir kez daha gün yüzüne çıkıyor, benim helal ettiklerim dev ekranda gördüklerine rağmen bana da kendi haklarını helal ediyorlardı. Bu gidişle resmen, cehenneme gidecek adam kalmayacaktı.

Bu sırada mahşerdeki tek gölgelik mekânda tüm resuller ve nebiler, yanlarına aldıkları şehitleriyle çok sıkı bir muhabbete girişmişlerdi. Muhammed sübyancılıktan yargılanmıyor; Nuh'a da, sırf inanmıyorlar diye hoşgörü göstermeyip öldürdüğü milyonlarca insanın hesabı sorulmuyordu. Ama benim mahallemde şarapçı Şevket Abi'nin burnundan teker teker içtikleri şişelerce şaraplar ağızlarından getiriliyordu. Dostlarım "Bu ne eşitsizlik, dengesizlik!" muhabbetine girmek için yazmadım bunları, sadece orada bulunduğum sürece aklımdan geçenleri anlatıyorum size. Belki de Mahşer'in kuru havası beynimi etkilemiş, böyle Cumhuriyet köşe yazarı isyanında bulunacak düşüncelere gark etmeme sebep olmuştu.

Ortaokul'da din öğretmenimin belirttiği şekilde dev zincirlere bağlanmış cehennem üzerimizden zebaniler tarafından geçirilerek mekânına yerleştirmeye götürülüyordu. Mahşer'de bile işler son güne kalmış, tembelliğin neden 7 büyük günahtan biri olduğu şimdi açığa çıkmıştı.

Bu sırada çıkan birkaç arbededen söz etmem gerekir. Bilindiği gibi İlahi Komedya'nın yazarı Dante, Beatrice adlı bir kadına ömrü boyunca aşık yaşıyor. Hatta Beatrice öldükten sonra da saplantılı bir şekilde ona olan duyguları büyüyor. İşte mahşer'de tanışan Beatrice ve Jean Jacques Rousseau, ayrı yerlere gideceklerini bilmelerine rağmen aralarında çok güçlü duygusal bir çekim oluştuğu için bir papazı çağırıp tanrının huzurunda onları evlendirmesi gerektiğine, en azından kısa bir süreliğine de olsa birbirlerine bağlanmaları gerektiğine inanıyorlar. Her ne kadar papaz: "Tanrı zaten burada gidip direkt onun huzurunda evlenin." dese de, buna cesaretleri yetmeyen aşıklar papazın da yardımıyla evleniyorlar, ve de Beatrice di Folco Portinari, Beatrice Rousseau oluyor. Tabii ki mahşerde haberler hemen yayıldığı için bu herkesin kulağına gidiyor, özellikle Pablo Neruda bu durumdan hiç hoşlanmıyor. Çünkü, önceden Beatrice Russo isminde tanıdığı biri olan Neruda, Nazım'ın yanına gidip "Quieres Pelear?" diyor, tabii ki ömrü kavgayla geçen Nazım bu teklifi kabul ediyor. Neruda ve Nazım, Rousseau'nun yanına gidip "Birader sen Beatrice'le evlenmişsin, ancak onun sahibi var" derken, Rousseau'nun "Bi kere o eli indir!" demesi sonucu, aralarında bir kavga başlıyor, tabii ki bütün aydınlanma dönemi filozofları Rousseau'ya yardıma geliyor, ama aynı zamanda yirminci yüzyıl edebiyatçıları da Neruda'yla Nazım'a yardıma geliyor. Bu sırada Neruda'nın tanıdığı Beatrice Russo'nun ortaya çıkması olayları tatlıya bağlar. Çünkü ortada bir yanlış anlaşılma olduğu Il Postino'daki Beatrice Russo'yla Beatrice Rousseau arasında fark olduğu öğrenilir, fakat şimdi de ortada Dante kalmaktadır. Yıllardır hastası olduğu Beatrice'i, bir aydınlanma çağı züppesinin ellerindedir. Fakat, kendi döneminde edebiyatçı az olan Dante'ye destek için sadece Vergilius ortaya çıkar, o da sonradan kendi hakkında bir kitap yazdığını öğrendiği için ona destek olmayı tercih eder. Yoksa kaybedenlerle pek takılmayı sevmez. Vergilius'un, "Boşver be Dante'cim sana kız mı yok, yeni bir hayata başlarsın." , demesi sonucu Dante'ye ani bir aydınlanma hissi gelir ve hayatında yeni bir sayfa açmaya karar verir, yani en azından mahşer ve sonrası için bunu yapmaya karar verdiğini duymuştum.

Ancak dostlarım, Beatrice'lerimizin hikayesi kadar mutlu bitmeyen bir öykü var ki, onu anlatmazsam Barış'ın hikayesine geçecek gücü kendimde bulamam. Mahşer'de nereye gideceklerini az çok kestirenler de vardı. Bu yüzden de Cehennem'e gideceğini kestirmiş olanlar "Madem karanlıklar içerisinde sonsuza kadar yanacağım, neden son kez biriyle beraber olmuyorum." diye düşünmeye başlar. Herkesin çıplak olması bu sorunun büyümesini tetikler ve de toplu tecavüzler yaşanmaya başlar. Gözlerimin önünde tüm Yozgat'lı Cehennem'e gitmeye aday olanların, Angelina Jolie'ye saldırmaya kalkıştığına şahit oldum ve de işte tam o sırada ne Brad Pitt'in Fight Club'daki artistik pozları kalmıştı, ne de Twelve Monkeys'deki isyankâr durumları, cânânını cehennemlikler karşısında koruyamayan Brad koşarak kaçmış, kendi kasabamın şarapçılarıyla takılmaya başlamıştı. O kadar korkunç bir durumdu ki, insanlar durdukları yerde yine kaosu yaratmışlar, her şeyin karmaşa içerisinde zarar görmesine sebep olmuşlardı. İşte tam o sırada yakın bir yerden yükselen ses, Mahşer'in tamamen sessiz kalmasına sebep olmuştu. Allah sinirinden önüne gelene çekirge gönderiyor, başka rezillere de su baskını gibi felaketler yolluyordu. Ve konuşmaya başlamasıyla o sessizliğin, ruhani bir dolgunluğa dönüşmesi uzun sürmemiş, hepimizin zorunlu huş'u içerisinde kalmıştık. Allah: "Siz, zaten kendi cehenneminizde yaşıyorsunuz, buralarda yanmaktansa kendi rezaletinizde boğulun." diyerek bizi dünyaya geri gönderdi. O sırada dünyada yaşamayanların ruhlarını da daha o anda tamamen sildi.

Biz dünyaya geri dönmüş, uygarlığı elbirliğiyle tekrar başlatmaya çalışırken aramızda Barış'ın olmadığını farkettik. Sebebinin neden olduğunu iki yüzyıl sonra dünyanın durumunu kontrol etmek için tekrar geri dönen İsa Mesih'ten öğrendik. Mahşer günü Barış, beni ve Mahmut'u Atatürk olayından sonra bırakıp, Beytullah'a doğru yol almaya başlar. Tek amacı Allah'ı görüp biraz konuşmak olan bu genç, Beytullah'ın kapısında meleklerin sorduğu ahiret sorularına kaçamak cevaplar vererek içeri girer. Aslen Tanrı'yı fizikî gözlerle görmesi mümkün olmayan Barış için, Allah vecd eyler ve insan formunda onunla karşılaşır. Her şeyi bilmesine rağmen olacakların yaşanması gerekliliği yüzünden onunla konuşmaya başlar. Aralarında geçen biraz sohbetten sonra, huriler cennet şaraplarından getirirler. Tabii önceden de tahmin edilebileceği gibi içtikçe sapıtmaya meyilli olan Barış, önce siyaset sonra da din muhabbeti açar ve de sonunda "Bence Allah yok." der. Karşısındakinin kim olduğunu unutacak kadar içmiş bulunmanın cezasını çok ağır ödemeye mahkûm edilir. Sonsuza kadar arada kalmak zorundadır Barış. Araf, bir dahaki mahşere kadar ve de ondan sonrası için de onun yaşayıp ızdırap çekmek, arada kalmışlığın ızdırabını çekmek zorunda kalacağı bir mekân olacaktır.



Not: Bu öykü, "Bob Dylan's 115th Dream" şarkısına saygı amacıyla yazılmıştır.

3 yorum:

cumhuriyet kitaplari dedi ki...

kekremsi...

serkan gürbüz dedi ki...

bence harika :D

monteyn dedi ki...

teşekkürler. tabii yorumların üstüne teşekkürler yazınca, facebook'ta "ay cnmm pepEğeeem, ÇChOOOHhk GhuzzzeEeel ÇıKMMIşSın" fotoğraf altı yorumlarına verilmiş cevap gibi durdu. Ama çok ciddi bir şekilde teşekkür ediyorum. O kadar ciddiyim ki, tam şu an Klark çektim.

Yorum Gönder

 
Copyright © 2010 MONTEYN