29 Haziran 2010 Salı

Rock'la biten kelimeler ve Naylon Poşet Üzerine

Taksim - AA

Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu'nun ve RTÜK'ün yaptıkları ortaklaşa toplantıda şok bir karar alındı! Gün itibariyle ismi "rock"la biten barlara ağır cezalar kesilecek. Yeni açılan işletmelere ve yeni başlayan televizyon programlarına kesinlikle "durock", "çıngırock" gibi isimler verilmesi yasaklandı.

TESK Genel başkanı Bendevi Palandöken konu hakkında şu açıklamayı yaptı: " Evet saygısever basın mensupları, an itibariyle kurumumuz bünyesine üye olan işletmeler hakkında bazı düzenlemeler getirdik. Aslında bu olay "barocka" isimli aynı zamanda New Wave of Anadolu Rock yapan bir türkü barda, Haluk Levent'ten Ela Gözlüm'ü dinlerken, aniden sense of humour'umun çok düştüğü ve çok kötü fıkralara bile güldüğümü farkedince aklıma geldi. Zira arkadaş çevrem de daralmaya başlamıştı son birkaç yıldır. Nasreddin Hoca fıkralarına, ilkokulda bir hevesle derse fıkra götüren öğrenciler haricinde kimse gülmezken, ben katıla katıla "aaa kazan doğurmuş mu haha, ilahi hoca" gibi tepkiler veriyordum. Halbuki bu tip şakalı isimli işletmeler açılmadan önce Seinfeld izleyen bir insandım.

Hemen RTÜK'ü de aradım, aynı şekilde RTÜK başkanı da durumdan şikayetçiydi, dediğine göre o da kelime oyunlarına dayanan baba şakalarına gülmeye başlamış. Hemen bir anlaşmaya imza attık... Sen öndeki arkadaş!! Evet evet, "anlaşma"yı "antlaşma" şeklinde yazan arkadaş ne yaptığını sanıyorsun? Mondros'u mu imzalıyoruz burada? Midyat! Seyfo! dışarı çıkarın şunu! Öhöm, evet konuşmaya başlamadan önce öhöm diyorum. Yoksa öksürük efekti falan değil bu.

İŞİN İÇİNE TANRILAR DA GİRDİ

Ayrıca bu pis illetin başımızdan def edilmesi için ben bizzat Zeus'la da görüştüm, nasıl ki Prometheus ateşi çaldıktan sonra adına karalama kampanyası başlatmış ve kendisinin tamamen unutulması için elinden gelen her şeyi yapmışsa, bu zeka sosuyla süslendiği sanılan rezil isimlerin de yasaklandıktan sonra unutulması için elinden gelen her şeyi yapacağına dair söz verdi. Karşılığında da Disney'in yaptığı Herkül dizisini tüm televizyon kanallarında tekrar yayınlanması dair yeni bir protokole imza attık. Bundan sonra kısrock, matrock, yaprock, coşarock gibi kelimeleri ne bir bar'da ne de Rock müzikle ilgili bir programda karşılaşacaksınız. 80'lerde bu tehlikeyi sezmiş ve Rak yerine "rok" denmesini teşvik etmiştik, zira 88 tarihli Cumhuriyet Gazetesine bakarsanız, Klips ve Onlar için "pop-rok müzik" yaptıklarını yazdığını göreceksiniz. Ama tutmadı ne yapalım bu rezalete biz de göz yumduk. En azından şimdi hatamızı telafi ediyoruz." dedi.

İKİNCİ BİR PROTOKOL DE ÖSYM'YLE İMZALANDI!

Geçenlerde yine çocuğumu öss sınavına sokarken(4üncü kez giriyor, ben hala sınavın adını öğrenemedim) fark ettim ki, gençlerin sadece %83'ü sınava girerken yanlarında bir adet eczane ya da yumakçı poşediyle giriebiliyor. Hemen ÖSYM'ye bir dilekçe yolladım. Bundan sonra küçük poşet ve yarım litrelik suyun sponsoru TESK olsun diye. Çünkü bildiğiniz gibi daha iki yıl önce küçük naylon poşetsiz ve yarım litrelik susuz sınavlara girmek yasaklandı. Bunları unutup kapıda ziyan olan çocuklar oluyor. Çöplerin içinde Ören Bayan yumaktan düşen küçük karton "Ören Bayan"ın olduğu poşetleri arıyorlar. Ayrıca Ören Bayan gibi köklü bir firmanın ambleminin Starbucks isimli terbiyesiz bir dış mihrak tarafından deforme edildiğine dikkatinizi çekerim. AİHM'ye davamızı açtık sonuç bekliyoruz. Çünkü ev hanımı olan Ören Bayan'ımızı, insanların bilinçaltına cinsel içerikler yollayan kirli emellerine alet etmiş bir firmayla karşı karşıyayız.
"Malesef, eczanecilerle bir anlaşmaya varamadık çünkü onların naylon poşetlerin yanında kendi isimlerine bastırdıkları kumaş çantalar anneler tarafından dikiş/nakış çantası olarak kullanıldığı için bürokratik bir karışıklığın oluşmamasına özen gösterdik. "

"Özellikle, elinde şemsiye ve gökkuşağı renginde deniz topu bulunan yavru tavşanlı poşetler yaparak çocuklarımıza öss sınavı öncesi küçücük de olsa bir yardım da bulunmak istiyoruz. Sponsor olan su markası da "Çene Suyu" isimli firma olacak arkadaşlar. "

Toplantı çıkışında basın mensuplarına naylon poşet şeklinde anahtarlıklar ve bardak altlıkları dağıtıldı. Bir basın mensubunun Palandöken'e "Benim babam bakkal olsa bütün çikolataları ve cipsleri yerdim. Sizin de esnaf çocuğu olduğunuz biliniyor. Acaba böyle bir girişimde bulundunuz mu hiç?" diye sorması üzerine, Palandöken basın mensubunun kafasına Yaba marka uçurtma ipi bobini fırlatınca ufak bir tatsızlık yaşandı.

P.S: Fotoğraftaki şahıs Bendevi Palandöken'in kendisi. Tahminimce adını okuduğunuz saniyede birebir bu adam kafanızda canlanmıştı ama yüreğinize su serpmek için yine de fotoğrafını koydum.

24 Haziran 2010 Perşembe

Buzlu Dondurmalar Üzerine


Evet dostlar, her haziran ayında olduğu gibi(hangi her haziran ayı? bir yıldır devam eden blog'a böyle köklü bir kurummuşcasına davranmak Devlet Malzeme Ofisi memurluğu değil de nedir? Devlet Malzeme Ofisi'nin ürettiği bütün malzemelerin tasarımının paint'te yapıldığını da kanıtlayabilirim. Mümkün olan "en sert köşeli ve el kesen cisim yapmak bizim işimiz DMO")bu sene de belli bir dönemi Rusya'da geçirdim. Önceki yazılardaki Dosto alıntısından anlaşılabilir tabii bu.

Bugün buzlu dondurmalardan bahsedeceğim. Biz Rusya'da kar helvası yediğimiz için bu konuda az çok bilgim vardı, ancak çubukta buzlu dondurmayı ilk defa Türkiye civarında deneyimleme şansı buldum. En önemli özelliği götlerimizin, sanayi tipi değirmen taşı veyahut bir tırın sürekli dönen ve bizi çocuklukta "allah allah bunu neden aşağı indirmiyorlar, hem 2 tekerlek arka arkaya olunca daha havalı olmaz mı?" diye düşündürten yedek lastiği çapına varmasını engelleyen gariban dostu dondurmalardan bahsediyorum. Halk arasında "sorbé" de diyoruz Fransa'da tabii ki.

Çocuk obezitesi bugün Amerika'daki 25milyon sabi sübyanı esir almış durumda. Bill Clinton bile bunun için "Buzparmak yiyin, fallik simgesini siktiredin lezzetin tadına bakın. Ve hatta "Canım Hillary'imi aldatma gibi bir bok yemem, ama buzparmak yerim" demiştir Rüştü'ye özenerek 1994 yılında çeşitli kampanyalara da katılmıştır. Ama buzlu dondurmanın vücuda en önemli zararını hep gözardı eden bu kurumlara bir dur demenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Sonlara doğru ağızda kalan koca bir buz parçası dondurma! Tükürsem tesiri yok, tükürmesem dilim razı değil! Ve nasıl ki, ayağımın küçük parmağı bir koltuğun köşesine çarptığı zaman önce "senin dahil olduğun ağaç familyasının talûkatını sikerim şerefsiz koltuk" diye küfrediyorsam, aynı şekilde ağzımda böyle devasa buz parçası kaldığı zaman da küfretmek istiyorum. Fakat bu çubukta kalan parçanın tamamının ağzımdan kalmasının akabinde beynim donduğu için küfür edemiyor ve kendimi Batman'in bir filmindeki buzadam rolünü oynamış Arnold Schwarzenegger aka "Çav bella Arnold" gibi hissetmekteyim. Kimisinde bu soğuktan beyin donması olmuyormuş bir de güneşe baktığı zaman hapşurmuyormuş. O insanlar kesinlikle evrimde almış başını yürümüş, Nabokov'un Lolita'da da üçyüzbinkere belirttiği gibi kıllı olmak yerine maksimum "ayva tüylü" olan insanlar.
P.S:Az önce bir sitede bulduğum bu zeka testini sizinle paylaşmak istedim. Fisher-Price'ın hazırladığından emin gibiyim. Demek ki anne babalar "ay bizimkini görsen daha 4 yaşında çatır çatır bilgisayar kullanıyor. Ben bilmeden açmış, oyun oynuyor çirkin şey! haha! baktım durduramıyorum, Photoshop kursuna yazdırdım iki ay önce. Şimdi bir fotoğraf stüdyosunda vesikalıklardaki ifadeleri silmek işini yapıyor. Az çok ekmek getiriyor." derken haklılarmış.

13 Haziran 2010 Pazar

Ülker Çikolatalı Gofret Pakedi Üzerine


"Dimitri Akakiyeviç bir hafta içinde Frunzenski'deki daireden, taşınacaktı. Ev sahibi, oğlu Andrey Stoltz Almanya'dan bir hafta içerisinde kesin dönüş yaptığı için Dimitri'nin kontratını uzatmamıştı.
Dimitri Akakiyeviç 18 Mart sabahı, başına geleceklerden habersizce koli bulmak için evinden çıktı. Utangaç mizacı yüzünden girdiği marketlerde soru sormadan önce küçük bir şey satın almayı adet edinen Dimitri, aynı günün akşamı bir tane bile koli bulamadan fazla Albeni yemekten şeker komasına girerek öldü. St. Petersburg sokaklarında karnından gökkuşağı fışkıran bir hayaletin gezdiği, hala bazı mujikler tarafından rivayet edilir."

Koli ve Kutu, Bahadır Dostoyevski

Ülker Çikolatalı Gofret'in ilk üretilmeye başlandığı zamanın firmanın kendisiyle alakalı olduğunu sanmıyorum. Daha çok, tarihöncesi devirleri hatırlatan bir ambalaj tasarımı var. Zira çok eski fotoğraflar da var bununla ilgili, daha çok çikolatanın Avrupa'da yayılmaya başlamasından sonra anonim bir ürün olarak ortaya çıkmış, ardından bir Türk girişimcinin bu pakedi görmesiyle firmasına Ülker adını vermeye karar vermiş gibi. Zira bildiğiniz gibi Güney Amerikaca dilinde "Ülker", çikolata şelalesi anlamına geliyor.

Bir şu pakedi tasarlayan adamla, bir de Lucky Luke isimli çizgiromanı Red Kit şeklinde isimlendiren Ferdi Sayışman'la tanışmak istiyorum. Reklamcılık sektöründe bu kadar naif bir tavrın bulunduğu dönem tam olarak ne zamana denk geliyor? Zira Medmenlerde görüyoruz, adamlar 60larda birbirlerini yiyorlar. Aklın uçacak, dibin düşecek falan yazmıyor adam, doğrudan "NEFİS" yazıp minimal bir şekilde olayı kesip atıyor. Gerçi demek ki, ürününe güveniyor. Onu da yazmayabilirdi aslında, kesekağıdında satılsa yine gideri var. Normalde NEFİS'i yazmaya niyetleri yoktu da, son dakikada "Mustafa Bey pardon bir saniye bakar mısınız? Şu "çikolatalı" yazısının fontunu değiştirelim(bu da en sevmediğim hitaplardan, emeği %50 paylaştığını ama zeka kısmının ona ait olduğunu, emek kısmının da ameleye ait olduğunu belirten bir şey)aaaaa bir saniye... bir de şurası biraz fazla kırmızı kalmış, biliyorsunuz kırmızı kalp atışını hızlandırıyor. Müşterilere kalp krizi geçirtmek istemeyiz değil mi?(iş hayatı kötü şakaları) hahahahaha, oraya da bir şey koyuverin." denmiş gibi. Tabii, emekçi Mustafa Abimiz de laf koyarcasına oraya "NEFİS" yazacak ne yazacak başka. Halbuki NEFİS daha çok, monosodyum glutamat kullanılan hazır çorbalara uygun bir motto.
P.S: Avrupa diyince neden aklıma Freud geldi yalnız onu tam kestiremedim. Koca Avro kültürünü temsil eden ilk insan nasıl Freud olur ya hu? Gerçi Benny Hill olmasından iyidir.

11 Haziran 2010 Cuma


Bugün jiletli bir giriş yapıyorum. Ağır Roman'ın insanın ağzına sıçan film müziklerinden Ağla Sevdam. Ayrıca bu normal bloglarda bulunan leş yazılardan biri olacak şarkı yüzünden, baştan uyarıyorum. Neyse klişelere de başlayabilirim

Eğer bu yazıyı yukarıdaki şarkıyı dinlemeden okuyorsanız çok eksik kalacak. Çünkü, damarın yanında olan bu blog, arabesk ve türevlerini teşvik ve takdir etmekle kalmayıp takdim etmekten de hiçbir zaman çekinmiyor. Bu kadar cafcaflı kelimeyi kullanınca şarkının Bülent Ersoy'dan geleceği sanılabilir, bilakis çok daha doğru düzgün bir insandan geliyor. Egosuyla doğru orantılı olarak değişen bir vücuda sahip olduğu için Bülent'i dışarıda bırakıyorum. Bu şarkıyı yorumlasa, uzun yıllar sigara içtiği için "kıfahhhh" diye nefes alan insanlar gibi nefes alıp, üç dakika boyunca "ağla" diyerek girerdi muhtemelen. Ama yaklaşık 6 kiloya varan swarovski taşlarla yüklenmiş mikrofonu 3 dakika kadar taşımak ve aynı zamanda kırdığı ışıklar yüzünden, Çernobil'den daha az radyasyona maruz kalmamak mümkün değil. Bu arada eğer hala şarkıyı dinlemiyorsanız, resmen bir Anadolu Lisesi'nin pre-intermediate ingilizce hikaye kitabının kasetsiz okunanı kadar tatsız oluyor şu yazı. En sona gelindiğinde de çok salak sorulardan quiz yapacağım "Bülent is a/n ......(singer/diva/ersoy)" gibisinden, ya da What was the name of the song?(ağla sevdam/ağla kalbim/ağla yüreğim)(tuzaklı soru! biri ferdi tayfur'un biri bengü'nün, biri de yusuf talkın'ın)(hepsini doğru yerleştirince altın artı)gibisinden. Zaten dikkatli öğrenci, kitaba dönüp bakmaktansa o an o saatte ergen bunalımına girmeyi tercih edeceği için asla ve asla biraz yukarı çıkıp şarkıya bakmayacaktır. Tebrik ediyorum.

Udi Hrant'ı dinlemeye başladığımdan beri, insanın kulaklarından bu kadar zehir akıtan şarkıya rastlamamıştım. Bu tip Hamlet referansları için falan da özür dilerim. Ama dostlar, şu şarkıyı dinlerken adamın sesi tam olarak o dönemi canlandırmıyor mu? O dönem derken, bu tam olarak Türkiye sinemasının biraz dirilmeye başladığı Eşkıya, Ağır Roman döneminde çatı tepesi sahnelerinden bahsediyorum. O dönemde güneş batarken Haliç civarına bakan herhangi bir çatıda bulunmadım. Ama bulunsam bu şarkı gibi bir şey olurdu muhtemelen. Dayının yorumu yüzünden insan tüm malvarlığını TEKEL mamüllerine yatırmak istiyor. Gerçi onların da büyük bir kısmı artık TEKEL değil. Evet böylece üniversiteye konsere gelen ezik solcu müzik grubu savunmamı da yapmış olayım. Ayrıca Zülfül İvaneli de Ey Özgürlük'ü Vodafone'a sattı. Tamam.

Neyse, bu şarkıyı dinlerken bir yandan da Noir Desir isimli, yalnız ve güzel memleketim yani canım Fransa'mın en güzel musique topluluklarından birinin, hapse girip çıkmış vokali söz yazarı Bertrand Cantat insanının wikipedia sayfasına bakıyordum. Adam hapisten çıktıktan sonra, eski eşinin evinde yaşarken 10 Ocak 2010'da da eski eşi intihar etmiş. Adam katil olmasının yanında büyük bir uğursuzmuş da, kimdi o adam hatırlamıyorum ama Puslu Kıtalar Atlası'nda bir tane dilenci vardı, üstüne 7 kere yıldırım düştüğü için kimse istemiyordu adamı, bir saniye bakayım. Dertli'ymiş tamam hatırladım. İşte onun katil olanı. Tam bu Asterix'in köyünde sürekli itip kakılan Cacofonix gibi sevilmeyen birine dönüşüyor.

Neyse, yazıyı falan boşverin zaten, şarkının tadını kaçırıyor hatta keşke yazıyı da okumayıp sadece şarkıyı dinleseydiniz.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Kalem Götü Silgisi Üzerine


Buradan girişimci ruhlu okurlara sesleniyorum! Kenarda biraz birikmişim var, gelin güçlerimizi birleştirip kalem götü silgisi işine girelim, yemin ederim ilk yıl paramızı amorti eder, ikinci sene de iki tane İETT otobüsü alıp, bütün gün orada bozukluk veren dayılar gibi oturur, soranlara da keyfimize göre yol gösteririz. Eğer bilmeyen biri bindiyse ve "bana şu durakta haber verir misiniz?" derse hattımızın kralı, kraliçesi olduğumuzu belirtircesine yavru bir güvercin ürkekliğinde "acaba geçtik mi durağı?" hissini yaşayan yolcuya bakışlarımızla güven, otobüsteki fortçuya sandalyemizin altındaki haydarla korku veririz. Ayrıca Vuvuzela üreticiliğinden sonra yeryüzündeki en anlamsız mesleği yapmış da oluruz böylece! Zaten vuvuzela denilen aleti üreten zihniyeti de lisedeki basketbol maçlarından hatırlıyorsunuzdur muhtemelen. Evet, onu üreten adam maç başlamadan gömleğini paşalar gibi pantolonundan dışarı çıkarıp, ekibinin liderliğini üstlenen ve yakın zamanda burada da bahsettiğim kafasına kravat bağlayan arkadaş.

Faber Castell'in grip serisi ilk çıktığında çok sevinmiştim, çünkü sonunda uzun süre kullanabileceğim bir silgiye sahip olacaktım. Asla ve asla 4 günden daha uzun bir süre bir silginin sahibi olmadım, zaten mülkiyet hırsızlıktır sloganı bence kaybolan silgiler, kalemler ve bunları bulan başka kişlilere geçmesi sonucu oluşmuş bir şey. Ama çakmak alıp unutmak gerçekten hırsızlıktır onu da belirteyim. Eğer ki, çakarçakmaz çakançakmak TOKAI hala gelirlerini arttırıyorsa bu utanmaz çakmak çalıcıları yüzündendir. Çünkü bu çakmak çalanlardan, çakmak çalanlar var ve onlardan da, en sonunda bu olayın saadet zinciriymişçesine tepesindeki adama ulaşıyoruz. Bu kadar uzun uzun anlatınca Jabba the Hut gibi kodaman tipli biri çıkacak zannediyor insan ama değil! Tabii ki, TOKAI'nin genel müdürü kendisi. Geri dönen çakmakları Apple Inc, zihniyetiyle refurbish eyleyip piyasaya tekrar sürüyor. Genellikle modifikasyon, taşlı çakmağın manyotalıya dönüştürülmesi şeklinde oluyor, dikkatinizi çekerim manyotalı çakmaklar daha çabuk bozuluyor zaten. Bu da, gerçekten bu çakmakların kendilerince birer öyküsü olduğunu gösteriyor. Evet sen okur! Belki de sen, şu an yakınındaki çakmak belki de balıkçı bir amcanın rakı masasında arkadaşına kapızlattığı çakmaktı! O dinginlik ve deniz kokan eller kimbilir kaç kere bastı o çakmağa, ayyt sıkıldım. Çakmakla da duygusal bağ kurulmasın arkadaş, demek ki serbest bırakılsa insanlar ingiliz anahtarına bile bir anlam yükleyecek.



Neyse, bu silgileri kullanırken hani bitme noktasına gelir de, metali kağıda sürtüp kağıdın ağzına sıçar ya, işte bunu yaşayan insan muhtemelen hayatının belli bi döneminde silgisi yokken parmağını yalayıp kağıdı silmeye çalışmış ama batırmış, ilkokul öğretmeni mektup yazılması için öğleden sonra tükenmez kalem getirin dediği zaman getirmeyi unutmuştur. Elimde bir adet böyle kalem bulunduğunu hatırlayıp hemen fotoğrafını çektim. Gördüğünüz gibi silgi demeye bin şahit ister ama ben yaklaşık 3 ay boyunca Denemeler 2'yi yazarken kullandım. Bu arada geçenlerde okuduğum bir kitaptan çevirmenin alıntısıyla bitirmek istiyorum bu yazıyı. Böyle ince ruhlu ve okuru düşünen çevirmenler ki durun!!! Bir saniye çevirmen değil de, Esperanto'yu ciddiye alamıyorum. Zaten dilin aktif olarak kullanıldığına dair tek bilgim OK Computer'ın albüm kitapçığında kullanılmış olduğuna dair bir şey. Hmm şimdi baktım Blade serisinin üçüncü filminde de kullanılmış, bunu unutmayacağım. Ama Godwin Kanunu'na göre bu tartışmayı Hitler'e bağlamam gerekecek o yüzden de wikipedia'dan alıntı yapayım:"In his book Mein Kampf, Adolf Hitler claimed that Esperanto was part of Jewish plot to unify the globe under one language, as part of a larger plot for world government. "


Hitler'e de bağladıktan sonra, aslında tamamen göz önünde olan bu etimolojik muhabbeti çevirmenin notu sayesinde fark ettim: "Politika kavramı "polis"den geliyor, "polisin yönetimi"ni anlatıyor. "Siyaset" ise "seyislik"den, yani sürünün yönetimini anlatıyor. Bilinçli olsun ya da olmasın, bu terimler insan ilişkilerinde içerilen iktidarın uygulanma tarzına dair birtakım anlamları üretiyor..."

Bu yüzdendir ki, aslında işinin temelinde asfalt döküp, ray döşemek olan birinin kontrolüne internet verilince seyis kafasıyla normalde sadece kitap yayınlayan bir siteye bile erişimi engelliyor. Ve bunun hakkında gerekli yasal düzenlemeler zamanın çok gerisinde. İnsan kendini ergenlik dönemindeyken annesine bir şey anlatmak isteyip de, hiçbir şey analatamayıp sürekli bağırıyormuş gibi hissediyor. Ya da böyle karabasan görürken sesini çıkarmaya çalışırsın ama çıkmaz, kalkmaya çalışır sürekli düşersin onun gibi.
Biliyorsunuz bu karabasan muhabbeti de aslen uyku felci denen bir olay, beyin yarım yamalak uyanıyor siz de kafayı yiyorsunuz bünyeyi kontrol edemeyince. Bir de buna ecnebiler Incubus falan diyor, cinli minli muhabbetleri varmış geçenlerde öğrendim. Zaten bu cinlik müessesesi hakkında pek bilgi sahibi değilim ancak üç harfliler demenin de mantığını hiç anlayamadım. Resmen Beetlejuice muamelesi çekiliyor hayvana. İzlediğim zaman ben de üç kere dedim ama gelmedi.

3 Haziran 2010 Perşembe

Vedat Milor vs Mehmet Yaşin


Saygımın sonsuz olduğu bu ikilinin Mehmet Yaşin'inden biraz daha geç haberim oldu, o yüzden onun programlarını sürekli izleyemedim. Vedat Milor ise Peder Bey'in ilk bölümünden beri izlediği ve aynı zamanda ideal mesleği yaptığını söylediği(Tamam Mehmet Abimiz de işini yapıyor ama Vedat Milor erken keşfedildiği için o sıfatı ilk o aldı.) ve hatta yaşamının birçok ayrıntısını bilecek kadar fanı olduğu bir insan.

Öncelikle Mehmet Abimiz, Albay Sanders'ın Türkiye şubesine benzediği için, tipinden doğrudan yemekle ilgili çıkarımlar yapabilecek ve "mihmihmih" diye güleceği tahmin edilebilecekken, Vedat Milor'u ilk gördüğüm an hafif Zeki Müreni andırmasının yanında, kendimi savunmak durumunda hissetmiştim. Bir tartışmaya girildiği zaman bilgisiyle ezecek insan tipi var, ki şimdi buraya akademik başarılarını yazmaya kalkıştığım an blog'daki en uzun yazıyı yazmış olurum.

Mesela Mehmet Yaşin, toptancı olsa muhtemelen dükkan sahibiyle enseye tokat göte parmak noktasında bir samimiyete varabilecekken, Vedat Milor işini yaptıktan sonra eyvallah deyip, çıkar gider, arada florasanları beğenmezse değiştirmesi için dükkan sahibini uyarabilir. Mehmet Yaşin'in adını ilk andığımda "abimiz" dedim istemsiz olarak, halbuki Vedo'ya, Abimiz yazsam bana da garip gelirdi zaten. Kendisine Vedat Bey diyebilirim en fazla.

Ha yemek olayına girersek, masada Vedat Milor'la asla oturmak istemem, en doğru yiyiş tarzı yüzünden ağzını şobada şobada diye vurdurduğu her bir lokmasını gördüğüm için biraz rahatsız olurum, bir de yorumları biraz kalın gelir yani. Adam keçi peynirinin hangi bölgede yetiştiğini ve dahi hayvancağızın hangi tepelerde beslendiğini anlayabiliyor. Hele bir degüstatör kafası var, "hmm bu biraz çinkolu toprakta yetişmiş galiba!" Ya hu benim içtiğim şarabın markası Şempanze zaten, daha ne olsun! Daha ağzıma isminde "Château" geçen şarap değmedi nasıl anlayayım hangi topraktan geldiğini! Zaten şaraba Şempanze ismini koyan kişiyi de kınıyorum, hadi o şarapta tüyü bitmemiş yetimin hakkını düşünmüyorsun da Dionysos'u da mı sallamıyorsun arkadaşım? Adam acımaz Donkey Kong'daki gibi fıçıları üstüne üstüne yuvarlar da altında kalırsın yemin ederim. Bir de ufak restoranlara gidince içki servisine 1 yıldız verince deliriyorum. Ben sana yazayım oradaki restoranlarda sunulan şarapları zaten, neden bu kadar darlıyorsun kireçle sıvanmış balıkçı lokantalarını. Buyurun: güzel marmara, cumartesi, baba bortaçina, tellibağ, dikmen, buzbağ, sevilen(konak buradan çıkıyor, şimdi sitesine baktım utanmış olacaklar ki onu ürünleri arasına almamışlar. Çok doğru yapmışlar, üstündeki etiketi bile defter etiketinden daha iyi değil çünkü Konağın, hatta çiçekli etiket daha güzel durur belki bilmiyorum. Son zamanlardaki naif sanat akımlarında bol kullanılır oldu.), armutlu, horozkarası ve liste uzayabilir. Degüstatörün allahı gelse, aralarından bir tanesine "alt tonlarda biraz petrol kokusuyla, kayısı alıyorum" diyemez. Mesela bana kalırsa Baba Bortaçina'nın tadı, lahana turşusu, acı çeken hayalet gözyaşı, ve çevrede yandığı fark edilmeyen ama yandıktan sonra anlaşılan kibritin kükürt kokusuyla birleşmiş bir şey.

Dionysos da Atina tanrısı değil zaten, Trakya tanrısı, eminim kimse şaşırmamıştır. Herhalde antik dönemden kalan tek gelenek de içkicilik olabilir o taraflarda. Neyse biz dayılara dönersek, bir keresinde Adapazarı'nda bir Esnaf Lokantası'na girdi Vedo, o kadar eğreti duruyordu ki, bir de yani adam normal takım elbiseden başka da bir şey giymemişti. Halbuki görüyorum bazen Mehmet Abi'yi, şal doluyor boynuna biraz daha entelektüel görünmek için ama yine esnaf lokantası insanı, yine burnu kırmızılaşmış anime sarhoşu tipi, yine sabaha karşı işkembecide son bulacak bir geceye yol alan insan görüntüsü. Mümkün değil, fıtratı o çünkü. Bir kere elde tutmalı veyahut asmalı olsun sürekli zaireci çantası taşıdığı için yeryüzündeki en sağlam gastronom olsa bile esnaf lokantası hariç başka yerlerde yaptığı yorumları ciddiye alamıyorum.

Aslında üçüncü bir insan daha var, uzun uzadıya övmek isterdim kendisini ama onun yerine sadece, "Hastasıyım" diyorum, balık yerken gözlerimi keyifle geriye yuvarlıyorum, sıksık keten pantolon giyiyorum programını izlediğim ilk günden beri.

Link: Ayhan Sicimoğlu'yla Renkler - Jamaika

P.S: tam sayamadım ama yaklaşık olarak 112 kere Bob Marley "MAN"ını demeye çalışıyor. Padawan'ı olmak istiyorum kendisinin, eğer çırak yetiştirecekse ilk sıradayım.

P.S2: ekşisözlükte böyle bir başlık varmış zaten, yazdıktan sonra gördüm. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=vedat%20milor%20vs%20mehmet%20yaşin

1 Haziran 2010 Salı

cCc Dylan Reis cCc



"Terbiyesiz olayım ki şapkasını iki kere çıkardı!"
Monteyn, 31 Mayıs 2010
"Bugünden sonra kulaklarımı yıkamam!"
Monteyn, 31 Mayıs 2010
"Abi aslında sözleri dinlesen çok güzel laf koyuyo!"
Masters of War'dan sonra arkada birisi, 31 Mayıs 2010
"Ya son iki şarkının sözlerini de biliyorum, akorlarını da biliyorum adları neydi ya?"
Konser çıkışı birisi, 31 Mayıs 2010

Eğer Blood on the Tracks'ten bir şey çalsaydı muhtemelen, prematüre ejakülasyona kurban gidecektim dün akşam. Kapıda beklerken, "bilettikıtbiletikıt" diye bağıran dayıları aştık, kuyruğa girip yaklaşık %62 karbondioksit oranlı havayı soluyarak içeri girmeyi bekledik. Bu arada çok avrupai bir genç akortsuz gitarıyla leş gibi Blowin in the Wind çalıyordu, hemen yanına gidip sanatına saygım olduğunu ama tişört satmasının daha çok para getireceğini belirtecektim ki çok ilerlemiştik söyleyemedim. Tam kapıdan girdiğim an Rainy Day Women #12 & 35 başladı, koşa koşa muhtemelen Cemil Topuzlu inşa edildiğinden beri silinmemiş olan naylon poşetten tabureye oturdum. Şarkılara gelelim yavaş yavaş, açıkçası önceki setlistleri gözden geçirince yaklaşık olarak nelerle karşılaşacağını tahmin ediyor insan.

Ben biraz uzakta olduğum için duymamış olabilirim ama, eğer öyle değilse o gruptaki basçının yaptığı benim belli bir dönem bilmediğim şarkılarda amfiyi kısıp sadece götten uydurmama benziyordu. Zerre bas sesi duyamadım.(ama duyamamamın başka bir sebebi olabilir ona az sonra değineceğim.) Davulu çalan dayının ayı gibi konser deneyimi olduğu çok belliydi, ve aynı zamanda davulun tonları muhteşemdi, bir konserde tonu kötü ayarlanmış kick yüzünden karaciğerim hasar gördüğü için bir dönem tedavi görmüştüm bu sefer muhteşemdi. Bir de lead gitarı çalan dayıdaki enerjiye sahip olabilmek için, isostar'a bağış yapma kararı aldım.

Neyse, diğer elemanları siktiredip olaya dönüyoruz. İkinci şarkı Lay Lady Lay, son zamanlarda konserlerde çaldığı tarzla aynıydı tabii ki bazı terbiyesizlerin bundan hoşnutsuz olduğu belliydi, çünkü şarkıdaki Monty Python and the Holy Grail'deki arkadan hindistancevizi kabuğunu birbirine vurarak gelen koşan beygir(aka "dıgıdık dıgıdık") sesine benzer sesin gelmesini beklediler ve avuçlarını yaladılar. Duygusal ortam yaratıp çamurlu taburelerde birbirlerine aşk şarkısı yollayamadılar, keçinin yeni yorumu sayesinde.

Sonra I'll be Your Baby Tonight'a geçti. Bu şarkının sonunda gitarda çok güzel bir delay tonu tutturdu, hani RATM'ın wake-up'ın ortasındaki olay var ya, işte onun çok ağır şekilde tek akorla tekrarlandığını düşünün, burada diğer gitarcıyla paslaştılar biraz zaten. O sırada bir süre Dylan'la gözgöze geldik,"Monteyn, terbiyesiz olayım ki sırf doğumgünün olduğu için İstanbul'a geldim." bakışı vardı gözlerinde, ama ingilizce olunca biraz daha farklı tabiî şimdi tam anlatamıyorum. Amerikalı'nın vücut dili bile farklı oluyor caaaanım.

Ardından, Stuck Inside of Mobile with the Memphis Blues Again'e geçtik, bu şarkıyı normalde Blonde on Blonde'da dinlerken de genellikle yarısında çıktığım için bunun hakkında yorum yapamayacağım sadece nakarat kısmında "I love You Baby layayayyayay baby" şarkısı gibi ya da "sayko kilır kesköse" gibi sadece o kısımlarına eşlik ettim.(bu arada psycho killer'ı Fransızca kısımlar dahil biliyorum, Fransızlığıma bok sürdürmem, sadece genelleyeyim dedim.)

Sonra sanırım, konserde dinleyiciyle aktif halde ilgilendiği tek şarkı Just Like a Woman'a geçti. Nakaratını herkese söyletirken aynı zamanda Djemil Topuzlu yakılan sigaralar yüzünden dumanaltı oldu, zaten bu şarkıdan sonra bahsettiğim bası duyamam meselesine sebep olan olayla karşılaştım. Solumdaki insan kişisi, öyle bir alkışlıyordu ki tahminimce plaza hayatında sabahtan akşama kadar bir devenin hörgücünde yağ biriktirmesi gibi götünde biriktirdiği enerjiyi komple alkışa verdi. Benim de sol kulağımda bir sorun var,gençliğimde zerre akustiği olmayan halıfleks kaplı depolarda çalarak sol kulağımı bozduğum için bu tip sert seslere dayanamıyor. Neyse ben sol kulağımı yitirdim ve konserin geri kalanını mono olarak dinlemek durumunda kaldım o şahıs yüzünden. Sonra yanımdaki arkadaşıma "yieaa The Beatles'ı tek kulaklıkla dinledin mi lan ne acaip dimi?" gibi bir şeyler demeyi planladım ama hiç mümkün olmadı.

Çünkü muhteşem düzenlemeli ve çok sert bir Honest with Me geldi, ardından da A Hard Rain's A-Gonna Fall geldi, ki itiraf etmeliyim ben de geç anladım bunun A Hard Rain's A-Gonna Fall olduğunu ama beğendim yani, zaten orada sahneye çıkıp da Nihat Doğan'ı yanına alıp Kılıçdaroğlu'nun seçim şarkısını söylese yine beğenirdim. Cold Irons Bound da zaten en az Honest with Me kadar sert ve güzeldi, bunda dayanamayıp ayağımın altında wah-pedalı varmış gibi davrandım. Hem wah-pedalının nasıl kullanıldığını bilmediğim hem de kullanmadığım için yine ellerimle "tenni tenni tenneni tenene" ritmimi tutmaya devam ettim. Most Likely You Go Your Way(and I'll Go Mine) muazzamdı zaten. Ayrıca muazzam olmayan bir şey yoktu, tamamen taraflı bir yorum okuduğunuzun da farkındasınızdır zaten bu kadar işin bokunu çıkardıktan sonra, ama beni bağlamaz valla. Ulan tabii taraflı olacak, hey allahım ya. Neyse, Modern Times'ın en güzel şarkılarından Spirit on the Water geldi o çok güzeldi. Sonra, bana kalırsa konserdeki en muazzam performansın olduğu Highway 61 Revisited'ı çaldılar, o bakkalarda satılan ufak "ciyuvvcıruvv" diye ses çıkaran düdük aksiyonu yoktu, zaten canlı çalarken hiç o şekilde çaldı mı onu da bilmiyorum ama çok güzeldi. Konserde tek şarkıyı kaydetme hakkım olsa kesinlikle bunu kaydederdim.

Ardından Masters of War geldi, ama Türkiye'nin en uzun kadını önümde oturuyordu, bunda dikilince ben de büfeyi izledim, yanımdaki insanlara baktım. Şarkı bittikten sonra İsrail'le ilgili gelecek en ortalama yorumları dinlemeye koyuldum. Ardından yine Modern Times'ın en sağlam şarkılarından Thunder on the Mountain'ı çaldı, zaten bu şarkının hastasıyım sahneye atlamadıysam şarkının güzelliğini mono duyduğum ve ne kadar güzel olduğunu tam olarak algılayamadığım içindir. Ardından Ballad of a Thinman geldi, açıkçası bu şekilde çalınacağını biliyordum, ancak bunu piyano tonuyla dinlemek çok ayrı bir güzellik olduğu için bunu buruk dinledim.

Herifler piyasadan kayboldu, sandım ki konserin ilk yarısı bitti, meğerse adam list'i bitirmiş bis'e dönecekmiş. Vallahi bunu anlamadığım için alkışlayamadım zaten "badana!" diye adamın amblemini açtılar sahnenin arkasında. Sonra da geldi Like a Rolling Stone ve All Along the Watchtower çaldı. All Along the Watchtower'ın solosu Jimi Hendrix solosunu andırıyordu bu arada. Bunun House of the Rising Sun'ı başka dayıyla ünlü olmuşken tekrar yorumlayıp kendine mal etmesi, sonra da Animals'ın yorumlayıp kendilerine mal etmesi olayı gibi, All Along the Watchtower'da. Bir ara bitirirken dalga geçmek için "goodbye France" mi dedi yoksa o sırada delirdiğim için anlayamadım mı bilmiyorum ama grup elemanlarını saydı zaten, iki şarkı arasında. Bitti, tekrar gelir diye çok alkışladık ama hemen radyo eksen gibi bir şey açtılar galiba, ışıklar yandı biz de vazgeçtik.

Açıkçası konsere gelen insan kitlesinin genellikle orospu çocuğu ağırlıklı olduğunu gözlemledim. Bunun yanında Türkiye'nin yüzünü kara çıkarmayacak şekilde "One more Cup of Coffee" ve "Hurricane"i çığlıklar içinde isteyenler oldu, onları tebrik ediyorum eminim, çalamadığı için Bob Dylan dün akşamdan beri ağlıyordur diye tahmin ediyorum. Ayrıca insanlarda "ben dinliyorum ve sözlerini özümsedim söyleyebilirim" gibi saçma bir hava atma hevesi gördüm. "Evet bu şarkıyı da biliyorum, evet en iyi fan benim!" gibisinden. Canım benim en iyi fan sensin zaten 325 liranı vermişsin. Ben o kadar veremedim zaten, elimde olsa gitarı getirip götüren genç olmak isterdim. Ama bir Idiot Wind olsaydı ne kadar güzel olurdu.
 
Copyright © 2010 MONTEYN