31 Mayıs 2009 Pazar

İnsanlık Üzerine




Stephen Hawking şöyle diyor:

"For millions of years mankind lived just like the animals
Then something happenend which unleashed the power of our imagination
We learned to talk."

Hemen Türkçe'ye de çevirelim:

"Milyonlarca yıl boyunca insanoğlu, hayvanlar gibi yaşadı. Sonra bir şeyler oldu, aramızdan birisi "Hadi konuşalım artık arkadaşlar" dedi, gerisi tarih zaten."

İnsanoğlunu diğer hayvanlardana ayıran en önemli özelliği alet yapabilmesi ve konuşabilmesidir şeklinde bir önermede bulunmuştu ortaokuldaki Fen öğretmenim. Şimdi bu düşüncesi yüzünden onun yüzüne tükürmek istiyorum.

Bence insanoğlunu diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellikleri, cinselliği kontrol altına alması ve espri yapabilmesi. İlki bilimsel bir önerme ama ikincisi benim inandığım bir şey.

Öncelikle cinsellik muhabbetini anlatayım kısaca, sonra asıl konuya başlayabilirim. Bilindiği gibi diğer hayvanlar sadece çoğalmak amacıyla cinselliklerini yaşar, hatta belgesellerde falan aslanlar için bu işin ne kadar sıkıcı bir şey olduğunu görebilirsiniz. Bir hayvan bu kadar mı ifadesiz olabilir arkadaş, zerre bir keyif alıyorum havası yok. Ya aslanlar çok cool, ya da adam harbiden hayvan. Neyse, biz ise zekamızı kullanıp, aslında bunun ne kadar süper bir olay olduğunu keşfettiğimiz için, yıllar süren bir süreç boyunca uğraşıp kontrol altına almışız, bu yüzden kafamıza göre takılabiliyoruz.

Şimdi, şaka meselesine gelince...

Bilindiği gibi diğer hayvanların da bazı duyguları var. Mesela, sahibi ölünce ağlayan sümsük köpekler, tekmeleyince sinirlenip kontraatağa kalkan kediler falan. (Bu arada annesini kaybetmiş bir fok balığı ağlaması fotoğrafı gösteririm size, 3 ay mutsuzluktan kendinize gelemezsiniz ama bulamıyorum onu işte.) Fakat ben hiç bir hayvanın bir olay sonucu güldüğünü görmedim. Heveslenmiş hayvan bile gördüm -yumak peşine koşarken hayatını buna adayan kediler- fakat gülen hayvan görmedim. Yani tabii, önüne iki kap yemek koyunca mutlu oluyorlardır, ya da işte köpeklerin sırtlarını okşayınca hemen kendilerinden geçmeleri falan filan, öyle bir hisleri mutlaka vardır ama bu seviyenin üstüne çıkamadıklarına eminim. Kendi çaplarında ulumalarını, bağırışlarını kendi dilleri olarak varsayarsak, bir köpeğin de "Bobi abi, süper adamsın yardın bizi" dediğini sanmıyorum.

Türkçe'de aynı zamanda espri olarak adlandırdığımız bu olay, Fransızca esprit yani ruh kelimesinden geliyor. Şimdi, insanın ruhunun varlığından ya da yokluğundan ziyade, aslında bu olayın Türkçe ve diğer dillerde aynı kullanım şekliyle nasıl yüceltildiği gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Çünkü çok önemli bir şey bu, "işin esprisi" lafı mesela; işin özüne yönelik olan yani. Tam manasıyla Fransızca'dan geçip, sonradan biraz yozlaşmış deyim anlamında, ama yine aynı içeriğe tekabül ediyor. Mesela, semavi dinlerde -yani diğer ikisini tenzih ediyorum ama en azından İslam'da- ruhun sadece insana ait bir şey olduğu inancı hakimdir. Bizi onlardan ayıran bir şeye ruh diyoruz ama bu aynı zamanda "şaka anlamına da geliyor. Gördüğüm en güzel ikili kullanışlardan biri diyebilirim, hatta kelime yazılışıyla olsun telaffuzuyla olsun bir dilde gördüğüm en güzel kullanışlardan ikincisine sahip diyebilirim. (Birincisi İngilizce'de, bir atı veya at yerine one's dersek birilerini evcilleştirmek anlamına gelen breaking a horse's spirit; o kadar güzel bir kullanım, ki aklıma getirdiği çağrışımları anlatamam. Aklıma bir fotoğraf geldi, çok sevdiğim bir albüm kapağı, o benim aklımdakilere daha yakın bir açıklama getiriyor, yukarıya koyacağım.)

Şakalar yaptığımız sürece insanız gibime geliyor, birilerinin gülmesi insanda şimdi araştıramayacağım ama normalde çok yararlı olan onlarca hormonun basılmasına vesairesine neden oluyor. Mesela bazı şeyleri çok fazla insanlıktan uzak olarak hissederim. Politika ve askerlik sanırım en önde gelen ikili, en çok hayvan olduğumuz yanlar. O kadar ince dengeler üzerine kurulmuşlar ki, doğanın her an mahvolma ihtimali gibi. Bununla ilgilenenlere de hayvan deyip onları töhmet altında bırakmak istemem, sonuç olarak onların da çoluğu çocuğu var, onlar da evlerine geceleri ekmek götürmeye çalışan insanlar. Şöyle de bir şey var, ne zaman bir politikacı espri yapmaya kalkışsa, kürsüde olsun, mitinglerde olsun, ya da mesela kameralar önündeki herhangi bir alanda olsun benim kusasım gelir. O kadar samimiyetten yoksundur, o kadar bulunduğu alan sınırları içerisinde baskı altında bu espriyi yapar ki, keşke her zaman ciddi olsa, en azından gözümde bu kadar küçülmez diye düşünürüm. Ruhsuzluk budur, esprini yitirmek diye düşünürüm. Aynı şekilde, askerlik için de, bu kurumun ciddi olması gereği, mesela ne bileyim, Bizonların nehir kenarlarından geçerken timsahlar tarafından yenmemek için, binlerce sürüyü birleştirip çok güçlü olarak geçmeye çalışmaları gibi bir şey sanki. Tamamen hayvani içgüdülerle oluşturulmuş bir şey. Tabii ciddi olma durumu, bu kurumun çok kötü espri anlayışına sahip olmasına sebep oluyor. Çok kötü ama 80 darbesi mesela, uygunsuz bir ortamda yapılan küfürlü bir espri gibi. Bu alanlarda samimiyet olsaydı, inanıyorum ki daha az hayvan olurduk.

Şöyle sonlandırayım, ne kadar güzel espriler yapabiliyorsak ve de ne kadar güzel sevişiyorsak insanız. (İbrahim Sadri şiiri oldu diyenleri vileda sopasıyla döveceğimi belirtmek isterim.) Aslında ben de kendi dediklerime çok fazla inanmıyorum, ama sadece yazmak istedim, yarın öbürgün değiştiririm fikrimi, zaten düşünce tarihi milyon tane tutarsızlıktan oluşuyor, benim şurda düşünce değeri yüzlük sistemde 0.4 olan yazımda fikrim değişince mi kendimi kötü hissedeceğim? Bitirirken, The Beatles'ın dediği gibi All You Need is Love diyorum, ama bunu aşkla bağdaştırmıyorum, burada adamların kendileriyle dalga geçme kabiliyetlerine, bu süpersonik şakalarına hasta kaldığım için söylüyorum. Adamlar resmen 65 öncesi dönemleriyle açık açık dalga geçiyorlar şarkıda, ki ellerinden öpesim geliyor. Girişteki marşsal düzenlemeler, sonrasında, love sözcüğünü anlamını yitirecek noktaya varana kadar tekrar edip anlamsızlaştırmalar, ve bitirişte Paul'ün arkadan hayvanlar gibi "She Loves You yeah yeah yeah" diye bağırmaları, pop müzik tarihindeki takdire şayan ironilerdendir. Zira artık o "aşkımsın...limonatam. aşkımsın... çikolatam" diyen Beatles'ın arkada bırakıldığı ancak bu kadar güzel bir aptallık karşıtı bir şarkıyla ilan edilebilirdi. Buda onların neden rahatça "Biz İsa'dan daha ünlüyüz." derken haklı olduklarını gösteriyor. Tanrı'nın oğlu olup ruhani varlık olarak takılmaktan ziyade, insanların bir parçası olup şu şakalarla insanları etkilemişler, ve 10 yılı bulmadan gitmişler. Aniden yok oluyor Müzik Peygamberleri de, çok seviyorlar ortalıkta uzun süre bulunmamayı.

Ya, yine Beatles'a bağladım, arada İsa'ya da söver gibi oldum, ki aslında kendisini çok severim ama Beatles'ı daha çok sevdiğim için aşağılamış gibisinden durdu. Böyle bir niyetle yazmadığımı, siz gadasını aldığım okuyucularım bildiği için kafam rahat.

Saygılar


P.S: Yazdıktan 3 saat sonra tekrar okudum yazıyı ve kendimden tiksindim. Naked Lunch'ta "Yazdıklarını düzeltmek, düşüncelerine ihanettir." dedikleri için düzeltmiyorum. Kalsın böyle, tutarsızlıktan ziyade, ihanet etmek istemiyorum 3 saat öncekine. O sırada onu düşündüğüm gerçeğini inkar edemem, ve o sırada doğruydu. Şimdi olmasa da, o sıradaki benin tamamiyle savunacağı bir görüşü değiştirmem. İnsanı insan yapan kimsenin umrundaymış gibi yazmışız. Pühh suratıma tüküreyim, en adisinden en kalitelisine kadar sanki insanlıktan kurtulabilecekmiş gibi yazmışım.
Nazım'dan bir şiir yolluyorum kendime:
Aptal Monteyn
Aptal Montey
Aptal Monte
Aptal Mont
Aptal Mon
Aptal Mo
Aptal M
Aptal
Apta
Apt
Ap
A
...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Bir Şeyler Üzerine

Çok uzun süredir, -hakkında dönemlerinin en iyi yazıları yazılmış olsa da- ben de kendi varlığımın farkına vardığım zamanlarda çok acaip, çok ağır cümleler kuracağıma inanıp bir şeyler yazıyorum, tabii ki çok kalitesiz soluk kopyalar olduğu yazıyı okurken ortaya çıkıyor. Yazarken, sanki evrendeki en güçlü sözcükleri seçiyormuşum gibi geliyor.

Ama, size de hiç olur mu bilemiyorum. Bazen, hiçbir şey olmazken elime bakıp kendi elime yabancılaşırım. Parmaklarım çok farklı gelir. Yani, parmaklarım aynı gelir, ama benim için o an çok farklı bir değer haline gelmişlerdir, mesela her bir parmağıma bakarak birer birer oynatmaya başlarım. Serçe Parmağımı gözlerimle kontrol etmeye çalışırım, benim vücudumun bir parçası olduğuna göre benim isteğimle hareket etmesi gerekir çünkü. Ama aslında, bakmaktan ziyade başka bir şey yollarım o parmaklara ve hareket ederler. Mesela, ampute insanlarda, hayalet organ sendromu denilen bir sanrı hastalığı olabiliyormuş. Şahı parmaklarıyla bardağı tutmaya gidiyor, ama başparmağı olmadığı için birden tutamayıp boşluğa düşürüyür. Beyin sinyali yolluyor ama vücut tepki vermiyor. Başka birisi de rüyalarında bacağının ya da başka bir organının kesilmediğini görerek yürürmüş.

İşte benim için parmaklarımın varolduğunun ve onları kontrol edebildiğimin farkına varmam da çok farklı bir hisle vücuduma yayılır. Mesela parmaklarımdandan sonra, kollarımı merak edip, sanki ilk defa hareket ettiriyormuş gibi aptal hareketler yaparım, yaptırırım. Ardından bu hisler vücuduma yayılacak kadar güçlü hale gelmeden yok olurlar. Ama tam o saniyelerde, geri kalan hiçbir şeyin varlığının benimkinin ötesinde olduğunu hissedemeyecek kadar varlıkla dolmuş oluyorum.

Sadece parmaklara uzun süre bakarak olan bir şey değil ama bu, sadece bazı anlarda oluyor, o anlarda açlıktan ölene kadar sadece yaşamak istiyorum işte.

Buna benzer bir şeyi, birisinden daha duymuştum. Kendisi Kanada'da bulunurken ona R.E.M'in Best of albümü hediye edilmiş, gezerken sürekli onu dinliyormuş. Tekrar Almanya'ya döndüğünde bir gün bisikletle gezerken ve yine albümü dinlerken bir yol ayrımına gelmiş, ve sokağa baktığında aniden Almanya'da olduğu gerçeğini algılayamamış, kendi varlığını Kanada'da zannetmiş. Aslında bakınca ayrı olaylar gibi görünen bu ikiliyi, o anın içindeyken çok benzer özelliklere sahip olduğunu hissediyorsunuz.

Evet! Buldum, budizmde buna benzer bir şeyin olduğunu biliyordum. ( İçinizden "hahayt nirvana dimiii?" diyenlerin kafasına hari krishna düşsün) Satori,deniliyormuş. Ani farkına varma, farkındalık durumu. Bu an o kadar kısa sürüyor ki, düşününce uçup gidiyor. Her yerde olabiliyor, uygun ortam tamamen kendi kendine oluşuyor bazen. Bir kokuyla birlikte belli bir açıda ciçeri gelen ışık yaratabiliyor bunu mesela. Üstüne gittikçe yok olmaya müsait. Çok kötü bir benzetme olacak ama, benim gözümde son on yıldan beri siyah bir leke var, kendiliğinden hareket ediyor, bazen görme sınırlarıma giriyor, sonra takip etmeye kalkışırsam aniden aşağı yukarı kayarak ulaşamayacağım bir yere varıyor. Onun gibi bir şey bu da, ama bu anların insanın kendinde yarattığı doyum çok farklı.

Ama eminim, hissin sürekliliği olsaydı, bu kadar istemezdim onun tekrar gerçekleşmelerini.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Aile Bağları Üzerine



Yıllardır içimde yara olmuş bir şeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Bence Daniel Radcliffe, Bono ve Robin Williams'ın medyadan çok gizli ilişkileri sonucu doğan, gayr-i meşru çocuğu.
Oh be söyledim rahatladım,yalnız olmadığımı biliyorum ama kimse bu gerçeği niye açığa çıkarmak istemiyor ben onu anlayamıyorum. Hatta birleşelim dostlarım, şu Bono ve Robin'in yıllardır kabul etmedikleri yetimi tekrar ailesine geri verelim.
Ne diyor Yunus Emre:

"Gelin birlik olalım.
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz."

Peki Yeliz isimli 70lerin Türk Pop sanatçısı Yunus Emre'ye cevap vermekte gecikmeyerek ne demiş:

Bu ne dünya kardeşim seven sevene
Bu ne dünya kardeşim böyle
Bir garip buruk içim bilmem ki niye
Belki de sevdiğim yok diye "

Konum bu değildi, aptalca kopmak zorunda kaldım. Size tekrar söylüyorum lütfen dostlarım bu gerçeği ortaya çıkaralım.
(Bu arada: "Bakalım Yunus'un Yeliz'e cevabı ne olacak? Bu tartışma alevlenecek mi, yoksa Yunus egosunu sıfırlamanın getirdiği avantajla cevap vermeyerek bir nevi: "Yeliz kim? Ben onunla tartışıp onun seviyesine bile inmem!" mi diyecek?)

19 Mayıs 2009 Salı

I'm Only Sleeping ve A Day in the Life Üzerine


"John, Paul, George & Ringo isimli bir tişört gördüm geçenlerde. Elemanların isimleri Helvetica fontuyla yazılıydı,altında da yorum olarak "En kısa pop masalı" yazıyordu. Hayatımda gördüğüm en güzel tasarlanmış aptal esprili olmayan yazılı tişört diyebilirim. (Hatta buldum ve de yukarı koydum.)

The Beatles hakkında herkes bir şeyler söyler, dinler vesaire. Banane! Şimdi diyeceklerimi dinleyin. Bu dört insanevladı -ki kendilerine son zamanlarda "Fab four" demek adet oldu- gruplarını kurdukları zaman "şalala şalala aşkımsın şalala" şarkıları yapan insanlardı. İyiydi ya da kötüydü diye haklarında yorum yapmak benim hakkım değil. Sadece ilk dönemlerinde yaptıkları şarkıların genelinde bu havanın estiğini söylemek istedim. Grup kurulduğu zaman, isyankar deri montlu gençlik topluluğu gibi dursa da, hepimizin bildiği saç kesimleri ve takım elbise dönemleri ilk albümün çıkmasıyla beraber kendi imzaları haline gelir. Ama bir noktada tüm dünya pop müziğinin değişmesine sebep olan açılımı Rubber Soul'la başlatarak yapar ve Revolver, ardından da Sgt. Peppers'ı yayınlarlar.

En önemli konuyu atlamayacağım tabii ki, çünkü Sgt. Peppers uzun süre hazırlanıp yayınlanmış bir albüm, halbuki onun arka planında dev gibi bir Revolver yatmakta. Sgt.Peppers'ın kapağı ne kadar rengarenkse, Revolver tamamen siyah-beyaz bir kapaktan oluşur. Bu sonradan değineceğim birbirlerinin karşıtı olması durumuna zemin hazırlayan bir etken. Peki Revolver'ı benim için şimdiye kadar dinlediğim en iyi albüm haline getiren özelliği ne? En önemlisi, ondan önce yapılmış herhangi bir albüme benzemiyordu. George'un hint felsefesiyle uğraşması sonucu albüme sitarlı "Love you to" giriyor, bunun yanında benzer müzik yapısına sahip olan ve aynı zamanda müzik tarihinde ilk sample kullanılan "Tomorrow Never Knows"da albümün müziksel bütünlüğünü sonlandırıyordu. Tomorrow Never Knows'u ilk dinlediğimde, 66 yılında böyle bir şarkının yapıldığına inanamıştım. Kırmızı, kalitesiz suntadan IKEA bir koltukta yatıyor ve ilk Revolver dinleyişimi gerçekleştirirken, sonlara doğru mayışmış kendimden geçmiş, ama Tomorrow Never Knows'la beraber uykum kaçmıştı. Bunun yanında diğer şarkılar da -mesela Eleanor Rigby ve Yellow Submarine de bu albümde- çok farklı tatlar bırakıyor. Zaten benim gözümde Tomorrow Never Knows ve Strawberry Fields Forever'ın üstüne yapılabilmiş çok az şarkı vardır. Peki Rubber Soul ve ardından gelen Revolver'la gerçekleşen bu müziksel devrimin sebebine bakarsak nereye varıyoruz?

Hiç kimsenin şaşırmayacağı şekilde, tamamen LSD, Asit üzerine kurulmuş bir kafayla yazılmış albümler. Zaten zihni pide gibi olmayan herhangi bir insanın bu şekilde şarkı yazabilecek kapasiteye sahip olduğuna inanmıyorum. Öyle olsaydı Noel Gallagher kokaini bıraktıktan sonra Oasis tamamen çöküşe geçmezdi, ya da ne biliyim mesela Christian Rock falan yeryüzündeki en iyi müzik olurdu. Ya da Coldplay dünyanın en büyük grubu olurdu vesaire. Bu arada, bunların sadece benim yorumum olduğunu düşünmeyin, zira Paul McCartney'yle, 86 yılında yapılan bir röportajda "They were all drugs" dediğini de söyleyeyim ki, benim uydurmadığımı anlayın. Ayrıca bu dört temiz genci, asitle tanıştıran insanoğlunun Bob Dylan olduğunu söylemesem de çatlarım. Bir otele toplayıp hepsinin "I'm flying, I can see my body" muhabbetleri çekmesine sebep olan insanoğlu tabii ki Dylan. Bu arada Lennon her zaman Dylan'a özenen ama sosyo ekonomik geçmişi onunla kesişmediği için her zaman bir burjuva çocuğu kalıp Dylan'ı kıskanan bir mal. Neyse bunları geçelim. Bu olayları zaten herhangi bir kitapta da bulabilirsiniz, şimdi orijinal düşünceye gelmek gerekiyor sanırım...

I'm only sleeping ve A Day in the Life hakkında bir şeyler düşündüm geçenlerde. Revolver, müziksel bağlantı olarak benim gözümde Sgt.Peppers'dan kesinlikle daha sağlam bir konsept üzerine oturmuştur. İşte, Sgt.Peppers'da insanları başka bir grup sanrısına sokmakmış, sonunda da Sgt.Peppers(reprise)la bu olay bitiyormuş vesaire, sonuç olarak Revolver'ın yarattığı ardı ardına gelen şarkıların yarattığı bütünlük ambiyansını tutturamıyor.

İki albümü de dinleyen her insanoğlu Revolver'ın ne kadar Çikolatalı Gofrete benzediğini ama Sgt.Peppers'ın Lay's Classic'e benzediğini anlayabilir. Bu ikili albüm birbirlerinden bir yıl farkla yaratılmış olsalar dahi, tamamen birbirlerine karşıtlık oluştururlar. Revolver sinsi bir yol üzerinden gider size bir bütün olarak bakıldığında (hah yıllardır şimdi gelecek olan kelimeyi kullanmayı bekliyordum) umarsızca yaratılmış hissi verebilir, ama Sgt.Peppers açıkça "ahaha ben ilk planlanmış konsept müzik albümüyüm" der. Revolver tamamen bir müzik türleri karışımıdır; Sgt.Peppers daha çok Rock ağırlıklı çekici bir albümdür.(Within you, Without you hariç, ki o da George'un Hint bestesi yine) . İşte bu yüzden burada, birbirleriyle yakın temaları işleyen Revolver'dan I'm only Sleeping ve Sgt.Peppers'dan "A Day in the Life"ı karşılaştırmak istiyorum.
Benim görüşüme göre A Day in the Life, I'm only Sleeping'in antitezidir.

Öncelikle ilk şarkımızın sözlerine bakalım:

When I wake up early in the morning
Lift my head, I'm still yawning
When I'm in the middle of a dream
Stay in bed, float up stream (float up stream)

Please, don't wake me, no, don't shake me
Leave me where I am - I'm only sleeping

Everybody seems to think I'm lazy
I don't mind, I think they're crazy
Running everywhere at such a speed
Till they find there's no need (there's no need)

Please, don't spoil my day, I'm miles away
And after all I'm only sleeping

Keeping an eye on the world going by my window
Taking my time

Lying there and staring at the ceiling
Waiting for a sleepy feeling...

Please, don't spoil my day, I'm miles away
And after all I'm only sleeping

Keeping an eye on the world going by my window
Taking my time

When I wake up early in the morning
Lift my head, I'm still yawning
When I'm in the middle of a dream
Stay in bed, float up stream (float up stream)
Please, don't wake me, no, don't shake me
Leave me where I am - I'm only sleeping.


Şarkı tamamen uykulu bir hisle başlayıp tamamen o hisle gider, aynı zamanda John "I'm still yawning"(Hala esniyorum ya hu!) diyerek, girişten bizi yumuşak bir moda sokuyor, ardından da ses tonundan sürekli bir uyku halinde, kalkamama halinde olduğunu anlıyoruz. Yatakta kalmakta o kadar ısrarlı ki, dışarıdaki dünyaya baktığı zaman onun için bir zaman kaybı olduğuna inanıyor. Arkadaş kesinlikle uyanmak istemiyor, ve şarkının tamamı aynı uyku modunda devam ediyor, zaten bittiğinde biz de daha fazla ayakta kalmadan hala soğumamış sabah yatağına geri dönme hırsıyla yanıp tutuşuyoruz. Adam "Please, don't spoil my day, I'm miles away, and after all I'm only sleeping"(Günümü batırma zati şurda iki dakkalık uykum var, bırak uyuyayım) diyor. Yani bizim burda anlatıcımız zaten uyku modunda ve oradan kurtulmak istemiyor.

Peki, Sgt.Peppers'ı kapayan A Day in The Life'a geldiğimizde ne görüyoruz? İlk olarak o da bizi tuzağa düşürecekmiş gibi sözleriyle sadece kalkıp iki dolaşıp bir gazete okuyup sonra tekrar yatağa dönmüş hissini veriyor. Hele o müzik, resmen I'm Only Sleeping'e gönderme yapıp küçük gezintilerle uykulu hissini hatırlatıyor. Özellikle John'un sesi bilerek boğulmuş ki o havaya devam edebilelim. Ama devamında ne oluyor? "He blews his mind out in a car" diyerek bizi aniden uykudan uyandırmaya davet ediyor. Aslında Paul'un ses tonu klasik Beatles aşk şarkısı durumundan çıkmış, artık John'un bulanıklığı çıkmış olsa da melodiler hala bizi I'm only sleeping moduna çekmekte kararlı. Fakat işte, A Day in the Life'ın en çok yüceltilmesine sebep olan yer, "Woke up, got out of bed, Dragged a comb across my hair" diyerek başladığı ve ondan önceki gürültülü kısmı. Orada giren ve şarkı bitene kadar devam eden Londra Senfoni Orkestrasıyla beraber mecburen uyanmak zorunda kalıyorsunuz ve şarkıyla beraber güne dahil oluyorsunuz. Halbuki, I'm only Sleeping bizi hiçbir zaman sıcak yatağımızdan, renkli renksiz rüyalarımızdan çıkarmayan bir yapıya sahip. Sonlara doğru A Day in the Life'da coşan Piyano partisyonları ve ardından gelen orkestra sizi tamamen uyandırıyor. Özellikle bittiğinde, döngüye alınan sözler(bittiğinde takılmış plak olarak aynı lafı sürekli tekrar edecek şekilde tekrarlanıyor bu, gerçek kayıtta) sizin son saniyelerde bile I'm only Sleeping'deki rüyadan uyanmak zorunda olduğunuzu belirtecek şekilde kulaklarınızın içine sokuluyor. Bu arada son o tekrar bölümüne gelmeden önce köpek düdüğü de çalındığını belirtmek isterim. Adamlar "Sen uyandın, çevrendeki itler de uyansın." diyor resmen.

İşte böyle, kimseye yararı olmayan bir yazının daha sonuna geldik. Benim gözümde I'm only Sleeping Karamelli dondurmayken, A Day in the Life sizi uykudan uyandıran Vişneli dondurmadır.

Saygılar.
(Sövücem, sövemiyorum. I'm only Sleeping, sadece Youtube ve Daily Motion üzerinde olduğu için buraya A day in the life'ı gömebiliyorum sadece. Şimdi, bir yerden I'm only sleeping'i bulup dinleyin mi demeliyim ben? Youtube'u ve Daily Motion'ı kapatanlara iki site birden girsin. Çok sinirlendim. Allah belanızı versin.)

The Beatles - A Day In The Life


Buyrun I'm only Sleeping

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Kürk Mantolu Madonna çok yakında!!!


İşte yeni öykü hakkında büyük kitap eleştirmenlerinin incelemeleri:
"Two thumbs-up".................... Cecil Allen, New York Times
"A must read" ........................David Hume, Guardian
"Arbeit macht frei" ..................Adolf Hitler, Der Spiegel (ya da Mein Kampf)
"İçinde elit bişeyler varsa mutlaka değineceğim, özellikle Caz(ben caz yazıyorum ama siz cezz diye söylediğimden emin olun) müzikle iyi gideceğine inanıyorum"
................................................Ertuğrul Özkök, Hürriyet

14 Mayıs 2009 Perşembe

Âdi yarışmalar üzerine


Kim 500Milyar İster'i Türk halkı sevmişti, hem bedava para kazanılıyordu, hem de bunun için hiçbir çaba göstermeye gerek yoktu.(Hele hiçbir çaba göstermeme etkeni nasıl da içimizi yer!) Önceden günlük gazetelerin arka sayfalarını okuyarak Hari Krishna'nın ne olduğuna dair bilgi edinebilirdiniz, ya da bukalemun yiyen adamın hangi ülkeden olduğunu öğrenebilirdiniz böylece son soruya kadar atarak gelebilirdiniz. Sanırım 3 yıl yayınlandı, sonra Kenan Işık'ın daha fazla tepkisiz kalamayıp koltukta eriyeceğinden korkulduğu için program sonlandırıldı, ya da reytingleri de düşmüş olabilir bilmiyorum.

Fakat "Var Mısın, Yok Musun?"(ki bundan sonra kim olduğunu bilirsin sen varsayıp KOBS olarak kısaltıyorum) daha çok tutuldu ve halâ devam ediyor. Neden?

Çünkü daha çok emek harcanmıyor. (Cümle adi durdu diyecek olanların kafasına sert nesneyle vurma isteğiyle dolarım?) Ama resmen daha az emeği harcayarak, yarışanların sadece yol masraflarını(+kumanya)(o da belki) karşılayan bir yarışmanın varlığı beni çileden çıkartıyor.

Şimdi, kobs'un eleştrisini yapacak değilim, banane isterse 15 yıl sürsün, nasıl olsa oradaki çekik gözlü,emekli memura benzeyen amcaya yarışma sürdükçe sıra gelmeyecek. Fakat benim anlayamadığım konu, orada bulunan insanların nasıl olup da, böyle psişik güçler geliştirebilldikleri. O kadar gelişmiş bir psişik güç ağı var ki, birileri para kazanamazsa, 20 kişi birden ağlamaya başlıyor. Artık aura mıdır, nedir bilemem. Kutuların ne olduğunu hissetmeler falan. Tabii ki o kutunun içindeki boşlukla kafasının içindeki boşluk eşdeğer olduğu için duygu ortaklığı kurabilmelerini anlayabiliyorum. Bu yüzden mülakatla alıyorlar zaten, çünkü tomografi raporu istiyorlar ve raporda kafatasının içinde sadece kovboy filmlerindeki hayalet kasabalarda olan, rüzgarda oradana oraya uçuşan diken topağının bulunmasına izin veriyorlar. Neyse, yarışmanın medyumları daha iyi bilirler. Yarışanlara, onların hiper samimiyetsiz gözyaşlarına ve izleyipte gaza gelenlere bir çift sözüm olacak:

Gerizekalı mısınız?

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Bayraklar ve armalar üzerine

Ülkelerin bayrakları, o ülkede yaşayan en aptal insanın bile anlayıp gurur duyabileceği şekilde dizayn edilir. Böyle bir şeyin yapılması çok normal, yani kimsenin de bilinçaltı mesajlar verip insanı saykedelik triplere sokan bayrağa ihtiyacı olduğunu sanmıyorum.

Mesela Fransa'nın bayrağındaki üç renk hürriyet, eşitlik, kardeşliktir. Tabii bu devrim sonrası anlamları yoksa normalde Ruhban Sınıfı, Soylular ve de Burjuvazi'yle de bağlantılıdır bu üç renk. Neyse, bunu öğrenen Fransızlar gaza gelip "Ne kadar süper bayrağımız var ya hu" der. Şimdi sadece Fransızlar için geçerli değil bu durum, dünya genelinde böyledir muhtemelen. Gelip Türkiye bayrağını kayıracak bir durumum yok, zaten bence güzel de bir bayrak, yıldızlar falan...

Benim yıllardır içimde yara olan bayraklar değil, ülke armaları. Her ülkenin, gayet güzel tasarlanmış armaları var, dallar budaklar. Birleşik Arap Emirlikleri'nin arması bile çok şık duruyor.

Türkiye'nin tasarım konusunda çok büyük problemleri var. Sadece arma için değil, mesela Milli İstihbarat Teşkilatı'nın amblemi, benim 6 yaşındayken oynadığım asker kamyonlarının üzerindeki, suda hemen yırtılıp mahvolan, aynı zamanda tasarım adına zerre bilgisi olmayan birinin hazırladığı amblemlerle eşdeğer kötülükte. Bir Allah'ın kulu çıkıp değiştirilmesi için öneri getirmiyor. Kutsal bir şey değil ki bu; kurumların logolarını değiştirmesi çok normal bir şey. Hayır öyle bir logoyla nasıl Dünya çapında ciddiye alınacaklarını düşünüyorlar çok merak ediyorum.

Şimdi bir de asıl önemli olanı, arma konusunda çok büyük problem var. Mesela hemen Kuzey Korenin Armasına bakalım:


Kendi ülkelerini temsil eden baraj vesaire bir şeyler yerleştirmişler, etrafına da sevimli dallar koymuşlar, aynı şekilde diğer ülkeler de böyle kendilerini temsil eden şeyler seçiyorlar. Örneğin, -sıklıkla gördüğümüz için söylüyorum-Amerika'nın ki ortada bir tane kartal olan amblem. Ama Türkiye'ye bakıyoruz, ve de görüyoruz ki, aslında Türkiye'nin amblemi yok! Dışişleri bakanlığında ve konsolosluklarda bulunan amblem bu:
Kesinlikle kötü bir niyetim yok, aynı zamanda ülkenin bayrağı, marşı, ya da yönetim biçimi de değil bu amblem, bu yüzden anayasayla da korunmadığını tahmin ediyorum, çok büyük ihtimalle değiştirilebilir bir şey. Mümkünse, TBMM bir yarışma açarak Bu amblemi, düzgün bir logo haline getirsin. Bakın, ülkenin bayrağı içinde olmasın demiyorum, ona zaten bir şey diyemem, ama ince bir şekilde işlenmiş bir logo olması gerekiyor.

Ciddi söylüyorum,2001'de kurulan Doğu Timor'un bile amblemi var. Ben Doğu Timor'la uluslararası anlaşma yapayım derken yanımda hem bayrağımı hem de amblemimi götürmeme gerek yok. Sadece bayrağım da aynı işlevi görmekte zaten. Tahminimce, cumhuriyet kurulduğu zaman ikisini birden taşımamak için alınmış bir önlem olabilir bu. Maddi problemler yüksek çünkü.

Cumhurbaşkanlıkta ya da TBMM'de bu işlerle ilgilenen arkadaş kimse ondan yarışma açmasını ya da kurul oluşturmasını rica ediyorum. Bu ülkenin gelişmesinin önüne konulan en büyük engeldir bu amblem. Lütfen!

Bunlar da diğer ülkelerin amblemleri, bir ara bakarsınız:

http://en.wikipedia.org/wiki/Gallery_of_country_coats_of_arms


"Amerika'nın ki" yazıp "ki"yi birleşik yazmam gerekirken ayrı yazmışım, kendime İbrahim Tatlıses'in "Allah cezanızı verecek" lafını yolluyorum.(cezanın a'sı uzun değil, kısa ve keskin) İbret abidesi olması için orda kalması gerektiğine inanıyorum.
 
Copyright © 2010 MONTEYN