2 Haziran 2014 Pazartesi

Babaannemin Astığı Donmuş Çamaşırlar Üzerine

Death is a release from the impressions of the senses, 
and from desires that make us their puppets, 
and from the vagaries of the mind, and from the hard service of the flesh.
Marcus Aurelius

Çevrede, emaresini gördüğümüz, kokladığımız, sezdiğimiz zaman, bir anlığına o saniyenin temsil ettiklerine dönmemizi sağlayan bazı serbest uyarıcılar var. Örneğin karşıdan karşıya geçerken bir an yavaşlayıp yolun çizgilerine bakınca beş yaşında atlattığımız kazayı veya sokakta yanından geçtiğimiz birinin parfümünün eski bir gönül meselesini hatırlatması gibi. Bu serbest uyarıcıların yoksunluğu da, zihnin meditasyonuna odaklandığı, örneğin gece uyur uyanık haldeki hipnagoji safhası gibi kendiliğinden ortaya çıkabiliyor. Hatta şimdi neden Marcus Aurelius’un meditasyonlarının böyle aydınlatıcı olduğunu daha iyi anlıyorum:

1.bunları birileri okusun diye değil kendine not düşer gibi yazmış olması.
2.bu sayede bir yapı ortaya çıkarmanın fikrini düşünmeyerek her şeyi dürüst ve dolandırmadan  o esnada kendiliğinden oluşarak yaratması, olabilir.

Şimdi bu emarelerin yoksunluğunda, tıpkı Altered States’de William Hurt’ün dış etkenlerden tamamen soyutlanıp, medidatif bir zihne girebilmek için su dolu bir tanka girmesi gibi, bu uyur uyanık halin de gün içerisinde dalıp gitmelerimizde var olmasını andırıyor. Geçenlerde tamamen duvara bakan bir kedi gibi dalmış, boşluğu izlerken babaannemin kışın yıkadığı buz tutmuş çamaşırlar aklıma geldi. Bunları zemheri zamanı, neredeyse gün aşırı kar yağdığı günler dahi yıkadıktan sonra evinin bahçesine asardı. Hâlbuki hatırladığım kadarıyla, ısı ve rüzgâr buharlaşmayı artıran etkenlerdir. Babaannem bu çamaşırları bir gün ya da her ne kadar süreyse, bahçede kurumaları için bırakırdı. Bu ıslak çamaşırlar buz tutmuş, kaskatı kesilmiş ölü bedeni gibi toplanırlardı sepete. Peki, bu birçok kez mi oldu, yoksa bir kere gördüm ve taş kesilmiş bir fanila ya da kumaş pantolon dokusu zihnime mi işlendi bilmiyorum. Beyaz fanilaların donup ağırlaşmaları sebebiyle iplerin yorulup sarktıklarını hatırlıyorum. Neden evin bir odasına serilmiyordu ki, sanırım bunları yaptığı esnada makinalar yarı otomatikti ve sıkmak için merdaneden geçiriliyordu. Bu sebeple içeri almak istemiyor olabilir. Fakat bu örneğin sadece benim bildiğim ve aklıma o donmuş fanilanın görüntüsü geldiğinde gülümsediğim bir an olarak kaldı.

Bu olaydan yıllar sonra dedemin cenazesinin her safhasında ben vardım. Mezarlığa götürmeden önce öldüğü şehirden gömüleceği yere kadar iki saat kadar bir cenaze aracında taşıdılar. Böyle kederli zamanlarda, son bir kez yüzünü görmek için açtıklarında, kadınların bulunduğu ortamda bulunmak istemiyorum. Bir mahallenin toplu histerisi esnasında(ki herkesin kederini kendi bildiği şekilde yaşaması için sonuna kadar hakkı var. Sadece, ben öyle yaşamadığım için orada bulunmak istemiyorum. Six Feet Under’daki tabun tırmanıcılarını gözlerinden kestirebildikleri gibi.) feryat, figân içerisinde hüznümü yaşamıyorum. Daha müstakil, daha Depresif İbne İngiliz müziği bir hüzün yaşamak istiyorum. O sebeple dedemi de yalnız olduğumuz bir zaman uğurlamak istedim. Cesedi yıkanıp bir gece morgda kaldıktan sonra, yerel cenaze aracı görevlilerine teslim edilmeden önce birlikte yalnız kaldığımız bir an oldu. Yüzünü açtım. Bu tip durumları insan pek kavrayamıyor zaten. Yani, günlük hayatta sık sık ölü yıkasan daha belirgin bir kavrayışı olur insanın, ancak ikinci kez bir ceset gördüğümden pek bir şey hissedemedim.


Ardından yüzünü kapadım, ayakları açıktaydı sarıldığı bezin içerisinde. Ayakucunda işlerin birileri tarafından halledilmesini beklerken, neredeyse farkında olmadan ayak parmaklarını kavradım bu esnada. Buz gibi ve kaskatıydı. Babaanemin kışları yıkadığı, dedemin ve kendinin buz tutmuş ve ağırlaşmış çamaşırlarının anısı bir de o zaman aklıma geldi. Yıllar önce çocukken de bu çamaşırlarda beni büyüleyen şeyin aslında hayatta olan insanların ölü eşyalarının donukluğu olduğunu anladım. Dedemin öldüğünden o zaman emin oldum.

 
Copyright © 2010 MONTEYN