Masalın nerede bittiğini, hayatın nerede başladığını farkedemiyorum. Bazen, suratıma garip bakıyorlar; o zaman uyanır gibi oluyorum. (Cin Ali ve Berber Fil, 370.sayfa)
24 Kasım 2011 Perşembe
Kelimelerin Kullanımındaki Kaltaklık Üzerine
"...Saul da mı peygamber oldu?..." 1 Samuel 10:11
"Ne sandın yarraaam!" Saul'un Tevrat'a Cevabı (Gençliğin Ata'ya Cevabı gibi düşünün)
Fotoğrafı "kelimeleri kullanarak beynimizi kontrol ediyorlar" gibi, değil gibi amaçla yemin ederim ki kullanmadım, sevdiğim bir albümdür. Biraz öyle durduğu gerçeğini inkâr etmeyeceğim tabiî ki. Geçen gün Erkan-ı Harbiye~Savunma Bakanlığı olayları üzerine biraz düşünüyordum. Birçok ülke Savaş Bakanlığı kullanımını İkinci Dünya Savaşı'nın ardından değiştirerek Savunma Bakanlığı haline çekiyor. Hatta şu an bu şekilde kullanımı olan ülke var mı diye biraz araştırdım ama bulamadım. Çok çok önceden belki iki yıl kadar önce Susan Sontag'ın hastalık isimlerinin kullanımı üzerindeki fikirlerinden bahsetmiştim, mesela Kanserin ;Yengeçle benzerliği falan. Sonra da Türkler'in biz Fransızlar'ın hepsini ahlaksızlık ve fuhuşçuluk, eroinmanlık, ve atayizlikle itham ettiği Frengi'nin nasıl da kalbimizi kırdığını ve aslında aramızdaki diplomatik sorunların bu yüzden kaynaklandığını, bu yüzden Avrupa Birliğine girmemesini istediğinden falan bahsetmiştim. Bunlardan bahsetmemiştim ama Frengi ve Fransızlık olayından bahsettiğimden eminim. Savunma Bakanlığı kullanımı ne kadar da "ben yapmadım kedi yaptı" veyahut da "biz aslında masumuz ne suç varsa az sonra yumruğumuzun tadına bakacak olan lanet olasıca beyaz kıçlıların" içerikli bir kullanım.
Şimdi bunu düşünürken aklıma şu geldi küçükken bazı zamanalar aileyle tartışmaya girilir, haklı olduğunuz ortadadır. Küçük dediğim 10 yaş civarı mesela. Haklı olmanıza rağmen tartışma birden yukarıdan gelen bir elle sonlandırılır ve ebeveynin şartsız gücü bu tartışmaya darbe(coup d'etat olan yalnız, tokat atmalı olan değil)indirip bitirir ya da, tamam tartışmıyorum şeklinde bitirilir. İşte ciddi bir tespit olmasından çekiniyorum ama devlet bence biraz böyle bir şey. Arkadaşım haksızsan haksız olduğunu kabul et, anamızı niye sikiyorsun? Peki ben ne yapıyorum dostlarım? Eklerperver Solipsist Anarko Nihilizm Partisini kuruyorum!
Bilen bilir, eskiden bu bûloğu 2007'de birkaç idealist arkadaşımla birlikte kurduğumuz parti EHKP-C'nin(Ezilen Halkın Kurtuluşu Partisi- Cephesi) propagandasını yapmak için, yani Anarko Nihilizmi yaymak için kullanıyordum. Genç dimağlara kirli düşünceler empoze ediyordum. Eğer merak ederseniz "anarko nihilizm" diye aratıp bu ideoloji hakkında bûloktaki tek yazıdan öğrenebilirsiniz, az önce arama yapıp yazıyı buldum ama okumaya çekindim çünkü oldukça uzundu ve resimleri de güzel değildi, ama belki okursunız diye yine de bilgilendireyim istedim.
Voluntary Human Extinction Movement bu hususta gerçekten ortak paydada buluştuğumuz bir ekip olduğu için onları şimdiden destekliyorum, çünkü dünyanın en çok anasını siken varlık insan olduğu için bugün kendi inisiyatifimle vasektomi yaptırarak bu harekete ortak oldum. EHKP-C'yi fesh ettik çünkü, kurumun kitab-ı kebir'ini kaybettiğimiz için bu duruma düştük.
Ekler biliyorsunuz ki bir halkın vicdanıdır. "Ekler sevmeyen insan da sevmez!" partimizin sloganıdır. Solipsizm ise, hem karizmatik durduğu hem de benim köksüz bakışaçımdan pek de anlamlı bir şey olmadığı için parti programına dahil edildi. Neden anlamlı olmadığını kimseye açıklamak durumunda değilim. Ve iktidara geldiğimiz gün hepimiz diğer ülkelere "Savaş Bakanlığı" vesilesiyle savaş açıp, hepsini öldürüp ardından da intihar edeceğiz. Tek amacımız budur. Bu da parti marşımız alın değerli okurlar
9 Ekim 2011 Pazar
Yerde Yatan Çiçekli Adam Üzerine
Kimse bana Samsun'un 2010'dan beri Bordeaux'nun kardeş şehri olduğunu söylemedi, şimdi öğrendim. Gitmedim bilmiyorum, güzel bir yer olduğuna eminim Samsun'un anlatacağım olay da yaklaşık 1 bilemediniz 2 ay önce gözde tatil mekanlarımızdan Nice'in yaklaşık 635 kilometre uzağındaki Bordeaux'da Mme. Monteyn'le gezerken başımıza geldi.
İnsan, bazı güzel filmlerden çıktığı zaman kısa süreli olarak sokakta da sinematik hissiyatlar içerisinde yürüyebiliyor. Mesela bu fotoğrafa çok uzun süre baktığımız zaman beynimizde İsa resminin(bence Hz.Ali'ye daha çok benziyor) göz yorgunluğu vesilesiyle oluşması gibi bir şey. Bu benzetmeyi o kadar kısa sürede buldum ki, şimdiden "teşbihte hata olmaz" lafının başlamasını/yaygınlaşmasını sağlayan kişinin adına ayazmalarda mumlar yakıp damlalarının suya düştükçe katılaşmasını izlemeyi planlıyorum. Yalan değil, hala yanan muma parmaklarımı sokup mumdan parmak izlerimin kopyasının heyecanı içerisinde yakınımdaki en yakın arkadaşıma hediye edip, ilişkimize küçük sürprizlerle heyecan katarım. Mumun parmaklarda ani donuşu sırasında ısı transferi ancak çok uzun süre çişi tuttuktan sonra işemeye başlarken gelen ürpermeyle denk tutabilirim. İşte anlatacağım olay da tam olarak bununla alakasız.
Sokakta Mme. Monteyn'le yürürken bir marketin önünde(çok afedersiniz ama televizyonlardaki "özel bir şirkette çalışıyorum" saçmalığı gibi oldu biraz)yukarıdaki fotoğrafa benzemeyen ancak ona tekme atıp devirseniz aynı gördüğümüz halde olacak bir adam sızmıştı. Buraya kadar her şey normal, bugün ben sızarım yarın siz sızarsınız, sarhoşken Araf'a düşmüşlüğüm de oldu o yüzden sorun yok.(gerçekten, ciddiyim. ayrıca şu anda imleç kayboldu o yüzden bazı cümlelerin içinden sürpriz cümleler çıkarak sizi şaşırtabilir. bu da mum izi olayının yazı dünyasına tezahürü olsun!) Ancak adamın elinde bir çiçek buketi de vardı. İşte başta bahsettiğim hayattaki ani sinema hissiyatı burada geçerli oluyor, çünkü aslında şimdi okurken size daha çok Ferhat Göçer/Gece Yolcuları klibinden bir parçaymış gibi gelse de, aslında insan sarhoşken insanları aramanın totemi haline gelebilecek birini görüyor. Oraya bir heykeli yığılsa iyi olur.
Bugün bahsedeceğim diğer bir konu ise, bugün Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazarken aklıma geldi. Ecole Normale Supérieure'ün Süper kısmında okurken olsun, gerek Créche of Türk Telekom'da okurken olsun okullarda şimdiye dek hiç sıçmadığımı fark ettim. Daha kibar bir yoldan anlatmak isterdim ama geçenlerdeki "Requiem for a Dream'de Jennifer Connelly'nin ağzına veren zenci dayı" olayından sonra eminim birçoğunuzun benden bu hususta bir beklentisi kalmamıştır, bu yüzden söylemek istedim. Yalnız olmadığımı tahmin ettiğim için yazdım, sonuç olarak bu internet günlüğü denen olayda hem üzüldük, hem güldük. Bugün de içine kapanık, şair ruhlu, çevik, şahin bakışlı ve ahlaklı biri olmamı kesinlikle şimdiye kadar okul tuvaletlerine sıçmamış olmamdan kaynaklandığına inandığımı anlatmak istedim sadece. Pis lokantardan bile daha beter olan bu mikrop yuvalarına da asla "eğitim sisteminden kıyma makinesine girip tek tip bireyler olarak çıkıyoruz lanet olsun dostum bilirsin ya, isyan benim ruhumda var." diyip dışkılama olayına sembolik bir anlam yüklemeden sadece hijyen vesilesiyle yaptığımı söylemekten gurur duyarım. Bugün blog'u bitirirken son zamanlarda dinlemekten keyif aldığım ve arkadaki orkestranın nereden sample'landığını soracak olan olursa William Sheller'ın Lux æterna albümünün ilk parçası Introit'den alındığını belirteceğim bir Deltron 3030 şarkısıyla bitiryorum. Ruh-ül Kudüs ve Bakire Meryem sizinle olsun.
19 Nisan 2011 Salı
Tuxedo Cat denen Kedi Hayvanı Üzerine
Neyse, bu kuralların belirlendiği enstitüde yaklaşık 3 yıl yarı zamanlı olarak çalışmıştım, gerçekten de çok ağır bir iş. Her gün gelen binlerce Avatar'lı, Shemale Marge Simpson'lı kötü çizilmiş resimleri elimizden geçiriyorduk. İşte eski sene sonu raporlarını karıştırırken çok gizli verilerden yola çıkarak hazırlamış olduğum, "İnternetin İçindekiler" istatistiklerime rastladım.
Sizinle bunları paylaşmaktan onur duyarım.
%43 Kedi(düşen %12, uyuyan %10, yavru %15, diğer %6)
%30 Porno (burada pornonun detaylarına girmek istemiyorum)
%20 Veri, Bilgi ( kişisel bilgiler de dahil buna facebook, eski sevgili fotoğrafları, komik videolar falan filan)
%7 komik gif (marketten cips çalan martı, betona düşüp kafası yarılan adam vesaire)
Gördüğünüz gibi internetin büyük çoğunluğunu kediler domine etmiş durumda. İngilizce'de Tuxedo cat denen türün siyah beyaz kedi olmasından ötürü şey yaptım, çok garip geldi o yüzden. Yoksa bugün komik bir anı anlatacaktım.
Biliyorsunuz, alışveriş merkezlerine girerken metal dedektörleri oluyor. Bu arada orospu çocuğu Carrefour'a da buradan sesleniyorum, satın aldığım şeyleri bantlayıp, sıcak poşetle mühürleyip durma!!! Yavşak ya, kıçı kırık 70 sayfalık Kumarbaz çevirine kaldım sanki senin de, onu çalacağım. Zamanında Faust'un böyle 100 sayfalık bir çevirisinden okumuştum da Pamuk Prenses ve 7 Cüceler'de cücelerin madenden dönerken söyledikleri şarkıdaki gün batımı gibi bir arka plan kalmıştı aklımda da, sonradan normalini okudum, konu çok farklıymış. Ben daha Pastoral daha inek boku kokan bir yer hatırlıyormuşum meğer. Neyse, zaten televizyon çalamam, yani çalabileceğim şeyler, kepçe, patates soyma aleti, mini kaktüs, kedi maması(ana konuya geri dönüş!), probis falan, ki probisi de sevmem yani, damağımda kötü tat bırakıyor biraz. Neyse, mesele bu değil, sikişmişin çocuğu Carrefour'un kurumsal kimliğini zedelemek amaç burada!! Neyse, metal dedektörleri diyordum. Şimdi sanırım ben 5 yaşımda falan ilk defa Alışveriş Merkezi'ne gittim, zaten öyle doğru düzgün alışveriş merkezleri ben doğduğumda Fransa'da yoktu bundan 350 yıl öncesinden bahsediyorum. Yani Türkiye'dekilerin yurtdışına çıkıp da "Muzu taneyle alabiliyorsun canım, nasıl bir gelişmişlik!!" dedikleri ve Türkiye'de mayonezin normal tüketim maddesine dönüşmesinden çok önceki dönemler. Şimdi metal dedektörlerinden badana diye geçiyorum, bunların plasebo etkisiyle konmaya başladığını düşündüğüm için.
Ancak o zamanlar Demolition Man'i izlemiş ve 3 tane deniz kabuğunun taharet musluğunun yerine nasıl geçebileceğini tahayyül etmeye çalışıyor bir yandan da ilk vintage fütüristik şiirlerimi yazıyor, nasıl Sylvester abimiz gibi hibernasyon olayına girip 20 30 yıl sonra uyanabilirim diye düşünüyordum. İşte bu filmde hatırladığım kadarıyla metal dedektörleri vardı, paso ötüp duruyordu. Bu arada şu an Godspeed You! Black Emperor'ın hep ertelediğim, dinlemekten kaçındığı F#A# Ke$ha albümünü ilk kez dinliyorum. Tebrik ediyorum Efrim Menuck'u canım benim. Neyse, alışveriş merkezine gireceğiz, hemen yakalanma amacıyla ellerimi iki cebime sokup sağ elimi silah şekline getirip, sol elimi de yumruk yapmak sûretiyle bombaya benzetip dedektörden heyecan fırtınasıyla geçtim. Fakat başarısız oldum, ancak bir 10 dakika sonra yürüyen merdivenlerin dış yüzüne tutunarak çıktığım için korku dolu anlar yaşamıştım. Lan 5 yaşında adamı niye yürüyen merdivenin yakınına koyuyorsunuz. Tabii ki dış çeperine asılacak. Neyse, bu da benim böyle bir anım, saygılar. Ha durun şarkı koymadan bitirmeyeyim, ya da ondan önce yine bir şarkıdan çıkıp haiku yazayım, çok sardı:
Sarhoş bir denizciyle
Sabahın körü
Ne yapılabilir ki?
a-ha - the swing of things (1986) from J. Christian Guerrero on Vimeo.
P.S: Komik gif yazıp, "betona düşüp kafası yarılan adam" demişim. Orada biraz garip olmuş. Şimdi bütün betona düşüp kafası yarılanlardan özür diliyorum. Bir nefret suçu izledim. İşledim bile yazamadım. Ama olsun, hani "gif"i izledim ama hiçbir şey yapmadım. BU ŞİDDET PORNOGRAFİSİNE TEPKİSİZ KALDIM!!!1bir eins!1 yazıklar olsun hesabı düşünün onu.
10 Şubat 2011 Perşembe
Andie MacDowell Üzerine
-Ateşe tapan bir kimseden satın alınan bir inek, yeni sahibine kendisini sağdırtmazsa, yeni sahibi ateşe tapanların kılığına girebilir.
-Bravo! Yaşayın Hoca Efendi!
-N'oluyor? Ne demekmiş bu? Açıklayınız!
Efendiler! Bu yazıyı Antonio Carlos Jobim dinlerken yazıyorum. Bu yüzden çeşitli zeka geriliği semptomları tespit edebilirsiniz. Hayır, Antonio Carlos Jobim dinleyen gerizekalıdır demiyorum, ancak dinledikçe zekayı gerilettiğini kendi üzerimde deneyerek tespit ettim. Bugün kadim dostlarımdan birine daha kendisinin Wave isimil güzide albümünü tavsiye etmiştim ki, aynen şunu belirttim kendisinin şarkıları hakkında:"Antonio Carlos Jobim dinlerken, technicolor vesilesiyle renklendirilmiş James Bond filmlerindeki zenginler gibi hissediyorum. Her an henüz sevişilmiş bembeyaz nevresimli yatağımdan çıkıp deniz kenarındaki malikanemde 1 kasa martini içecekmişim gibi düşünüceye dalıyorum. Bir rahatlık var, ancak bir yandan da dünyayı ele geçirme planlarım ve göz, el gibi eksik uzuvlarımın yerine siyah kaplanarak kötülüğümü perçinleyen protezlerimle yine huzurluca Martini'mi yudumlayamıyorum." Bunun yanı sıra Bond filmlerinde şimdiye kadar haşat edilmiş Aston Martin'lerin James Bond'u aslında astarı yüzünden pahalı bir ajan haline getirdiğini biliyor muydunuz? Adam her filmde o güzelim, şu an nedense hepsini ya Starbucks Yeşili ya da 60'lar Fütürizm Metalik Grisine boyanmış olarak hatırladığım Aston Martin'lerin anasını sikiyor. Ayrıca uğramışken buradan Pussy Galore'a da el sallıyorum.
Şimdi konuya geliyorum, Andie MAcDowell yaşlanmayı engelleyici ürünlerin tanıtımlarını sanıyorum ki 1983'ten beri yapmakta. Bir türlü yaşlanamamasının sebebini şimdi siz değerli okuyucularıma açıkladığım zaman, eminim siz de çok şaşıracaksınız. Kendisi hakkında biraz araştırma yaptım ve tam ismine ulaştım: "Rosalie Anderson MAcDowell" gelin şimdi altı çizilmiş harfleri buraya yazalım: r-o-a-i-n-d-d peki bir de bu anlamsız olan harflerin başka bir kelimenin anagramı olabileceğini eminim birçok iyi niyetli insan düşünmemiştir. Hemen söyleyeyim: Android evet!!! Şahsen kendisini kıskanmıyorum ve umrumda dahi değil, hatta Peder Monteyn'e kendisinin Marlee Matlin olmadığını uzun süre boyunca kanıtlayamam dışında bir derdim yok. Ancak tek isteğim, bir kamuoyu açıklaması yapması ve biz şu kirlenmiş, şu aşağılık, demeyeceğim, bir saniye burada çok klasik bir şey kullanmak istiyorum sıkı durun: modern hayatın çarklarında kendine yabancılaşmış! insanların suratına "Evet androidim, işte maskemi çıkarıyorum. Artık maskelerden kurtulalım" falan diye 80'ler New Age bokuna girmesini istiyorum. Kendisi St. Elmo's Fire diye bir gençlik filminde oynamıştı döneminin gençliğiyle bazısı bu ekibe Brat Pack de diyor, ancak benim kabul ettiğim bir tane ekip var o da Rat Pack olur dememi bekliyorsanız yanılıyorsunuz, Humphrey Bogart'la alakaları olduğu için ben bir karıncayı bile incitmemiş, Monteyn Usta, çeker vururum onları. Hiç birini adamdan sayamam. Gelmişken bu arada Brian Eno'nun mükemmel albümü Another Green World'den güzide şarkı St. Elmo's Fire'ı koymadan şu yazıyı bitirmek istemiyorum.
P.S: St. Elmo's Fire işte, şu gemilerin direklerinde elektrik mevzusundan ortaya çıkan parlak ışıklar falan filan. Merak edenler için diyorum çok detaylı bir okumaya yönlendirecek bir özelliği yok. Ya o değil de bu albümde I'll Come Running diye bir şarkı var, bir ara sürekli bayıla bayıla sokakta "Ayl kamraningtutaaıyorşuuz" diye gezdiğimi bilirim.
P.S2:Anlayamadığım diğer bir konu ise "Andie MacDowell'ı kıskanmıyorum" diye yazmam. Adeta kıskançlık kokularını bastırmak için yazılmış bir cümle gibi duruyor. Vallahi kıskanmıyorum :/ Tamam o Revitalist, Revigen, Rogain bir şey kullanarak genç kalsın aga. Ayrıca kullandığım son iki ticari ismin normalde saç dökülmesine iyi geldiğinden şüpheleniyorum ancak, yenilenmeyle ilgili bunlar geldiği için şey yaptım.
24 Kasım 2010 Çarşamba
Yamuk Bacaklılar Nasıl Pantolon Giymeli Üzerine
Valla ben de bilmiyorum nasıl pantolon giymeli, ama kadınsa kalçayı ortaya çıkaran bir şey giymesini tavsiye ediyorum. Bûloğa bunu arayıp giren olmuş, ben de artık halkın isteklerini göz önünde bulundurma kararı aldım. Yani zaten yamuk bacak nasıl oluyor, içe patel mi? Yoksa aynen ( ) şu şekilde(aynı zamanda bir Sigur Ros albümü, adamlar yamuk bacaklara albüm yapmışlar vay canına) olan bacaklardan mı? Eğer öyleyse bol siyah pantolon giymelerini öneriyorum, mümkünse kalça kısmı dar olsun. Neyse, şimdi konuya geliyorum, geçen gün Fatih Akın'ın "Yaşamın Kıyısında" isimli filmini izliyordum, yine bu bahsettiğim "BAKIN MESAJ VERİYORUM HAHAHA" meselesinden ötürü filmin pek bir numarası yok, estetik rezil olmuş, ayrıca şu farklı hayatların kesişmesi sikinden de bi vezgeçemediler, Magnolia var lan zaten, neyse burada film eleştirecek değilim. Tuncel Curtis oynuyor onun için kısaca bir şeyden bahsedeceğim.
Bu Tuncel Curtis denen adam biliyorsunuz, 50'lerde İngiltere'ye gidiyor bir süre orada yaşıyor, bakallık yapıyor, zaten o dönemde yaşadıklarını Fransa'ya uyarlayıp İBrahim Bey ve Kuran'ın Çiçekleri isimli film çekilmiştir. İngiltere'nin bakkal ihtiyacı doğu ülkelerinden karşılanıyor. İngiliz bir hanımefendiyle evlenip nikahına alıyor, ve çocukları Kevin doğuyor. Tabii çocuk iki isimli olacak ananelere göre, ilk isim olarak Tuncel illaki Faysal da Faysal diye diretiyor, karısı tatlı dille "Bak Tuncel, İslamofobi denen şeyin yükselişine 10 bilemedin 15 yıl kaldı, çocuğu yakma" diyor, tabii ki bunu anlayışla karşılamayan Tuncel "amaan ne haliniz varsa görün be, ben gidiyorum" diyip kapıyı vurup çıkıyor, gidiş o gidiş, önce boşanma kağıtları eve geliyor, 15-20 yıl sonra da Almanya'da çektiği bazı filmlerin haberleri geliyor, karısı Deborah ve oğlu küçük Ian'a. Evet dostlarım bildiniz. Ian Curtis, Tuncel Curtis'in has be has oğludur, hatta ses tonundan da bunu teyit edebilirsiniz. Ancak işin en üzücü yanı, kendisinin intiharının çeşitli hurafelere dayandırılmış olmasıdır, aslen baba eksikliğiyle büyümüş olan Ian, ap,esrar, oroyin ne bulduysa içmiş, pide gibi kafayla şarkılar yazıp Joy Division* yani, Neşe Tümen'i isimli grubu kurup çeşitli şarkılar söyleyip bu baba eksikliği vesilesiyle intihar etmiştir. Grubun son şarkısı Decades de "seni on yıllardır görmüyorum" gibi bir anlam taşır, babası için yazılmıştır.
*Joy Division İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudi kadınların toplama kamplarında zorla fahişe olarak çalıştırıldıkları mekana verilen isimlerden biri. Tabii bunun gerçek mi yoksa kurgu mu olduğu tam olarak belli değil, çünkü terim ilk olarak The House of Dolls diye bir kitapta geçiyor ve bunu var olup olmadığı belli olmayan bir günlüğe dayandırıyor. Bu demek değil ki, kadınlara tecavüz edilmemiş, Ahmedinejad mıyım lan ben?
P.S: Mademoiselle Schizoide "mimlemek" denilen bûlogculuk cemaatinde verilen "+rep emeğe saygı" gibi bir şey vesilesiyle beni mimlemiş, teşekkürler. Çeşitli sorular var ancak bunlar Marcel Proust'un meşhur ettiği sorular olduğu ve şu an Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazmakta olduğum ve tam bir cilt daha fazla yazıp Proust'a geçirmeye çalıştığım için cevap veremeyeceğim sanırım, ancak nefret ettiğim sesin ergen erkeğin heyecanla bir şey anlatmaya çalıştığı sesi olduğunu hiç düşünmeden söyleyebilirim. Orada bu soru yok ama en sevdiğim sayı 72, sesi de her zaman 72'de tutuyorum, her yere 72 yazmak istiyorum. Bu kadar.
P.S2: Sigur Ros demişken, buyrun en sevdiğim şarkısı kendilerinin, 2.45'den sonra gözlerinizi kaparsanız, uçağın kalkışı sırasındaki o hayvani gücü hissedeceksiniz zihninizde:
29 Ekim 2010 Cuma
Keytar Üzerine
Neyse, efendim az önce klibi izleyip moda girerken aklıma şu geldi. Sağda gördüğünüz resim bana kalırsa Rocky IV'ten sonra dünyanın en güzel filmi olan Baba Bizi Eversene'ye ait. Şu Creedence Clearwater Revival, albüm kapağına denk geldikçe, filmin bu kısmını açıp Dere Boyu Kavakları izliyorum. Soldaki, İngiliz muadiliyle aynı stüdyoda kaydedilmiş gibiler. Tipler birebir aynı zaten. 70'ler salaş rock'çısı. O dönem fotoğraflarında sanırım, kültür bakanlığının bütün fotoğraf stüdyolarına dağıttığı ortak bir kimyasal kullanılıyor; ne zaman bir evde eski fotoğraflar çıksa, zamanın herhangi bir siyahbeyaz fotoğrafına şüpheyle yaklaşıp "aha şu çimlerin arkasındaki sakallı peder manuel mi!", ya da "abaovv şu geniş şapka takan suratı belli olmayan valide josephine değil mi, şu en arkada soldan üçüncü" deyu şüpheleniyorum.Pek değerli arkadaşım Coleridge, geçenlerde Mosfilm ve Toho'dan bahsederek artistlik yaptığımı, halktan koptuğumu ima etti, işte ona tokat gibi cevabım. Ulan tabii halktan kopacağım, açıp bakıyor musun bi bakalım Denemeler'i adam nerede yazmış diye, bir kulenin ikinci katında duvara çatır çatır Heraclitus, Seneca ve Tutunamayanlar'dan sevdiğim sözleri işledikten sonra(hmm böyle olunca unforgiven klibi gibi oldu çok özür dilerim siz pek değerli okurlar) tuğla gibi kitap yazdım. Sonra gitti Sabahattin Eyüboğlu seçmece yapıp kesti biçti. Aferin Sabo, tümünün yayınlanması için yıllar geçti Türkçe'de, halbuki bir sayfayla belki bir kişiyi daha kurtarabilirdim(oscar schindler kafası)! Bu yüzüğü de alın, bu monokl'u da alın, lütfen dünyanın tüm çiçekleri diyorum.
P.S: Ayrıca, "lalalala" diyerek gelen abi cidden sinir bozucu hiç düşünmeden bacaklarını kırarım onun. SUS KIRARIM BOYNUZUNU İBLİS! Lala çeken, klibin başında Burhan Çaçan'ın ezan okuması gibi elini kulağına götürüyor!
P.S2: Sanırım bir Muz Cumhuriyeti'nde içki fiyatları zamlanmış, vay be, torbacılar lobi mi yapıyor ne yapıyorsa artık. Ha bunu yapanın taallukatını sikeyim o ayrı bir konu. Devlet eliyle uyuşturucuya yöneltiliyor insanlar. Ne garip.
P.S3: Birileri Gogol'da "bülent ersoy'un götten yiyişi" diye arayarak siteye ulaşmış. "ismail türüt'e doğuda yapılan şaka"dan daha kötüsü ne olabilir diye merak ederken bununla karşılaşmam hevesimi kırdı.
20 Ekim 2010 Çarşamba
Paris Komünü, Lenin ve Lady Gaga Üzerine
O zamanlar daha Stalin yoktu. Aaaa olur mu efendimiz...
10 Ekim 2010 Pazar
Sarhoşa, Sarhoş Muamelesi Yapmak Üzere
Hayır, internet aleminde internet yorumculuğu mesleğini icra edenler artık alıp başlarını gitmişler, nefret kendi çapında meslek olmuş, tartışmaların %62'si "adresini ver seni de kızkardeşini de sikeyim"e bağlanıyor, %38'i de "hayko cepkin ermeni", bu yani başka bir şey görmedim. Neyse, zaten Vikipedayi'nin en çok tartışılmasından şüphelendiğim pink floyd ve metallica sayfalarına girdim, Pink'le uğraşan olmamış(by the way which one is pink?), fakat Metallica tartışmasında şöyle bir yazı var dostlar:
"selam duygu
ben kuzenim sayesinde metalica dinlemeye başladım... we şimdi çok severek dinliyorum... ben dinledikçe rahatlıyorum... şarkıar dinlendikçe eskir ama metalica da böyle birşey görmedim(şimdi gelen yere dikkat!) KARŞI ÇIKANLARA KARŞIYIM)
İlk olarak şu şakayı yapmak istiyorum, sen yanlış grup dinlemişsin Metalica, aslında gürcü halk müziği yapan bir topluluk onun için rahatlamışsın. Oh kafam rahatladı, şimdi konuya geliyorum, öncelikle müzik denince aklıma metallica ve pink floyd gelmesi gerçekten de garip, ama mesela nasıl ki internetin olup olmadığını anlamak için ilk olarak google'a giriyorsak, bir siteden bir şey indirmeye karar verdiysem ilk olarak metallica ve pink floyd'a bakıyorum, dertler benim, çile benim ama hayat sizin sizin olsun çok sevgili okurlar. Hem, mesela The Editors'ın sayfasına girseydim tartışma maddesi olacak mıydı? Durun bir saniye bakıyorum... (lalala burada şu an wikipedia'ya girdiğimi düşünün pijamalarım falan var. Yok ya pijama giymiyorum, önceden de bahsetmiş olduğum Baylan Su Sayaçları (evet tam o adamın sırtındakinin aynısı) tişörtümü giyiyorum zaten) hah pardon The Editors sayfası bile yokmuş zaten, aman önemli değil. Şuraya geliyorum, "karşı çıkanlara karşıyım" bence "no wave" hareketinin emarelerini içinde taşıyan bir laf, off çevrenizde yapısökümcü falan varsa uğraşsın bununla şimdi deliremem bununla. Ayrıca duygu kim?
Daha, anlatacağım birkaç şey vardı da, yaklaşık 12 saattir yemek yemiyorum, o yüzden size neşe dolu bir fotoğrafla veda ediyorum. 1910 Davos bobsleighci gençliği.
p.s: sağdan ikinci Heidi'nin dedesi, soldan ikincisi de sonradan Türkiye'ye kaçarak adını Mandrake olarak değiştiriyor.
16 Temmuz 2010 Cuma
1 Temmuz 2010 Perşembe
Einstein'ın Reklamcılıkta Sömürülmesi Üzerine
"Aman tanrım bu Nurseli İdiz'in Atatürk, olmasından bile beter."
Neyse, yaşadığım bir olayı aktarayım bu konuda da, olayın nasıl ailesel bir boyuta taşındığı Dr plakası sanat için midir, yoksa toplum için midir o konuda bir şeyler söylemiş olayım. Bir keresinde evli bir doktorun eşiyle beraber çıktığı yolculukta bulunmuş ve tam 20 dakikalık "Baksana, Utku'lar bile DR yazan plaka aldı, sen ne zaman alacaksın Lütfü." muhabbetini dinlemek durumunda kalmıştım. Şahsen bu tip bir plakanın kaza olması durumunda polis tarafından durdurulup da "açılın ben doktorum" demekten başka bir işe yarayacağını da sanmıyorum. Bir de işte görgüsüzlük var, ama o zaten genel olarak doğru düzgün okulda okumuş ama bunu sindirememiş insanlarda oluyor. Mesela Özgür Bolat'ta var, şu an Hurriyet.com.tr'de yazıyor galiba, önce Boğaziçini dereceyle btiriyor, sonra bir yerlere yüksek lisansa gidiyor, bu sırada Harvard'a gidiyor, sonra dönerken bir de Oxford'la Cambridge havası alayım diyor, ve malesef arabasının arkasında her birinin sticker'ı var. Akademik geçmişini arabanın arka camından tespit edebilirsiniz. Yalnız trafik yakalarsa ağır ceza keser, tam bilmiyorum ama camların %30dan fazlasının böyle şeylerle kaplanması yasak olması lazım. Allah'tan okul kalmadı Zurich Polytechnik haricinde, ki bunu demişken böylece tekrar Einstein'a geri dönüyoruz.
Marka güvenirliğini Einstein görünümüyle açıklamaya kalkışmak, bisküvi reklamlarında obur şirini göstermek gibi bir şey olsa gerek. Özellikle de, şimdi piyasada yok ama toz çay yapmıştı Ülker, onun için bile Einstein'ın görünümünü kurban etmişlerdi. Bir de deterjan reklamları var, normalde deli gibi Omo ve Ariel için de çalışmış olabilir tabii ki Einstein ona bir şey demiyorum. Ariel'in Yahudi ismi olduğu ve Einstein'a bir dönem İsrail'in cumhurbaşkanı olması için teklif yollandığını unumtayalım. Bu saçma detayı da geçtikten sonra diyorum ki, eğer uzun beyaz pofuduk saç ve beyaz fırça bıyığın karışımının lisansını alırsak paraya para demeyeceğiz. O yüzden yine okur kitlesini girişimciliğe teşvik ediyorum, halihazırda Bloomberg'de Dragons Den başlamışken onlara da bu önerimizi sunalım.
P.S: Kadir İnanır hiç Einstein olmamış. Bir kere o kravat müdür yardımcısı kravatı olduğu için, ve bıyıkları da hala siyah olduğu için daha çok yataktan yeni kalkmış çilekeş müdür yardımcısı olmuş. Gözlükle toparlamaya çalışmışlar, ama gözlük de torununun galiba, küçük gelmiş kafasına. Kadir Baba, çok takma sonra baş ağrısı yapıyor dar çerçeveler!
13 Haziran 2010 Pazar
Ülker Çikolatalı Gofret Pakedi Üzerine
"Dimitri Akakiyeviç bir hafta içinde Frunzenski'deki daireden, taşınacaktı. Ev sahibi, oğlu Andrey Stoltz Almanya'dan bir hafta içerisinde kesin dönüş yaptığı için Dimitri'nin kontratını uzatmamıştı.
Dimitri Akakiyeviç 18 Mart sabahı, başına geleceklerden habersizce koli bulmak için evinden çıktı. Utangaç mizacı yüzünden girdiği marketlerde soru sormadan önce küçük bir şey satın almayı adet edinen Dimitri, aynı günün akşamı bir tane bile koli bulamadan fazla Albeni yemekten şeker komasına girerek öldü. St. Petersburg sokaklarında karnından gökkuşağı fışkıran bir hayaletin gezdiği, hala bazı mujikler tarafından rivayet edilir."
Ülker Çikolatalı Gofret'in ilk üretilmeye başlandığı zamanın firmanın kendisiyle alakalı olduğunu sanmıyorum. Daha çok, tarihöncesi devirleri hatırlatan bir ambalaj tasarımı var. Zira çok eski fotoğraflar da var bununla ilgili, daha çok çikolatanın Avrupa'da yayılmaya başlamasından sonra anonim bir ürün olarak ortaya çıkmış, ardından bir Türk girişimcinin bu pakedi görmesiyle firmasına Ülker adını vermeye karar vermiş gibi. Zira bildiğiniz gibi Güney Amerikaca dilinde "Ülker", çikolata şelalesi anlamına geliyor.
Bir şu pakedi tasarlayan adamla, bir de Lucky Luke isimli çizgiromanı Red Kit şeklinde isimlendiren Ferdi Sayışman'la tanışmak istiyorum. Reklamcılık sektöründe bu kadar naif bir tavrın bulunduğu dönem tam olarak ne zamana denk geliyor? Zira Medmenlerde görüyoruz, adamlar 60larda birbirlerini yiyorlar. Aklın uçacak, dibin düşecek falan yazmıyor adam, doğrudan "NEFİS" yazıp minimal bir şekilde olayı kesip atıyor. Gerçi demek ki, ürününe güveniyor. Onu da yazmayabilirdi aslında, kesekağıdında satılsa yine gideri var. Normalde NEFİS'i yazmaya niyetleri yoktu da, son dakikada "Mustafa Bey pardon bir saniye bakar mısınız? Şu "çikolatalı" yazısının fontunu değiştirelim(bu da en sevmediğim hitaplardan, emeği %50 paylaştığını ama zeka kısmının ona ait olduğunu, emek kısmının da ameleye ait olduğunu belirten bir şey)aaaaa bir saniye... bir de şurası biraz fazla kırmızı kalmış, biliyorsunuz kırmızı kalp atışını hızlandırıyor. Müşterilere kalp krizi geçirtmek istemeyiz değil mi?(iş hayatı kötü şakaları) hahahahaha, oraya da bir şey koyuverin." denmiş gibi. Tabii, emekçi Mustafa Abimiz de laf koyarcasına oraya "NEFİS" yazacak ne yazacak başka. Halbuki NEFİS daha çok, monosodyum glutamat kullanılan hazır çorbalara uygun bir motto.
P.S: Avrupa diyince neden aklıma Freud geldi yalnız onu tam kestiremedim. Koca Avro kültürünü temsil eden ilk insan nasıl Freud olur ya hu? Gerçi Benny Hill olmasından iyidir.
9 Haziran 2010 Çarşamba
Kalem Götü Silgisi Üzerine
25 Mayıs 2010 Salı
Bir Hezeyanla Kafasına Kravat Bağlayan Adam Üzerine
Bunu en son yaptığımda bir basketbol maçında taraftardım diye hatırlıyorum. Zaten spor müsabakaları taraftarlar için olmadan olmak, hamken tamamen ham kalmak gibi şeylere sebep olduğu için kafama bağladığım kravatın anlamsızlığını fark bile etmedim, ve gözlerinin altına savaş boyasını süren Rüştü Reçber gibi, kafasına bant takan Rambo gibi moda girdim.
3 Mayıs 2010 Pazartesi
Karayolu Yolculukları Üzerine
13 Nisan 2010 Salı
Bordeaux'luluk Üzerine
"Babam sağolsun."
Ayrıca, önde de hemen kaputun üstünde dev boyutlarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bayrağı var bunu da unutmayalım. Benzin doldurma dalgasının da hemen altında Kafka'nın kan grubu yazıyor. Ayrıca dikiz aynasında da taş plak asılı.
Geçenlerde Bordeaux'ya geri döndüm, şatoda bahar hazırlıkları sebebiyle bir telaş almış başını gidiyor. Nisan'ın ortasında bahar hazırlığı mı olur? demeyin, bizim oralarda geç geliyor bahar. Yeni alınan işçiler konuya çok hakim olamadığından, hemen Çağdaş Ünite dergilerinin "Bahara Hazırlanıyoruz" ünitesini içeren fasikülün kalitesiz bir taşbaskısını verdim. Tabii ki hemen zımbalarından koptu. Ananızı sikiyim sizin o dergileri üretenler, bir neslin ömrünü çürüttünüz. Bir tane kapağa sahip olan dergim olmadı, kumandaların kaplandığı naylonla bile kapladım, ona rağmen koptu. Bir de Roll bu şekilde parçalanmaya müsaitti rahmetli. Raftan alıp yerine koyarken bile o zımbalarla beraber içine göçüyor, sonra elinizde Neil young'la odanın ortasında kalıyordunuz. Bir de az önce bahsettiğim ünitenin var olmadığını hatırladığınızı tahmin ediyorum, ancak sonbahar'a hazırlanıyoruz ünitesi var bunu unutmayalım. Turşu, reçel falan yapılır kürklerimizin altına yağ depolarız, bazı ayılar kış uykusuna yatar, yorganlar havalandırılır, imece yapılır olmadı salma yapılır vs vıs.
19 Şubat 2010 Cuma
II.Meşrutiyet Dönemi Gece Hayatı Üzerine
-Vallahi pek, mütenasil bir insansın Monşer!!
15 Şubat 2010 Pazartesi
Sarhoşluk Üzerine Gibi
6 Şubat 2010 Cumartesi
Kasr-ı Uzret diye bir şey öğrendim, eğer Tuna Kiremitçi Olsam Yeni Kitabımın Adı Olurdu Üzerine
Biliyorsunuz, ısınma masrafları yüzünden Fransa'dan Constantinople'a taşınmıştım. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'ndan mektup geldi. Akropolis'i verme kararı almışlar. Ben de Mahmut Hoca'nın dediği gibi "Okul sadece dört duvar arasında olan bir şey değildir." ekolüne bağlı olduğum için Akropolis'e taşındım. Şu yukarıdaki cümlede bulunan okul/ekol kelime oyunlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Bir de hiç "École Normale Supérieure "ü hem normal hem süper nasıl oluyo ulan? dediğiniz oldu mu bilmiyorum, benim bir ara oldu. Sonradan "Fransızca düşün Monteyn, Fransızca düşün!!" deyip sonuca ulaştım. Aslında bu yalanlardan sonra şunu söyleyeyim ki, şu 30 kişilik dev kalabalığa yaptığım ihanet yüzünden asla affetmeyeceğim kendimi. Resmen arayı soğuttuğum için yarak gibi yazıyorum. Hani bir arkadaşınızla 4 ay görüşmezsiniz, sonra görüştüğünüz an anlatacak o kadar çok şey birikmiştir ki hiçbir şey anlatamazsınız ya, işte aynen öyleyim. Tek fark var, anlatacak pek bir şeyim birikmedi.
Bugün Swan Song muhabbetinden bahsedeceğim, sonra da ufak sürprizlerle ilişkimize biraz heyecan katmayı da planlamıyor değilim.
Bundan önce, breaking a horse's spirit muhabbetine nasıl hayran olduğumu, ve muhtemelen ingiliz dilindeki en güzel olaylardan biri olduğunu söylemiştim. Buna Swan Song olayını da katıyorum. Hemen açıklayayım, Sessiz Kuğu denilen bir hayvan var, bu arkadaşın ömrü boyunca sesinin çıkmadığına ve ölmeden önce son kez tüm gücünü kullanarak çok harika bir şarkı söylendiğine inanılıyormuş geçmişte. Şimdilerde de herhangi bir şeyin tüm gücüyle verdiği son performansı muhabbetine kullanılıyor.
Mesela buna en iyi örneğin Nejat Uygur'un Zamsalak oyununda kendi mezarını görüp hepimizi ağlatmasını örnek olarak göstermek isterdim, ancak kimsenin kalbini kırmak istemem. Video oyunlarını bilenler için söylüyorum diyecektim ki, video oyunu ne lan? Anadolu liselerindeki ingilizce hazırlık sınıfı kitaplarında bulunabilecek kadar rahatsız edici bir şey bana kalırsa. Bildiğin atari işte. Neyse, işte atari oyunlarını bilenler için söylüyorum. Mesela God of War 2, Play Station platformunun Swan Song oyunudur. Götümden uydurmuyorum, zamanında wikipedia sayfasından bakarken de, swan song'un tanımına buradan ulaşmıştım. Ya da herkesin daha seveceği bir örnek vereyim. Mesela The Division Bell albümünün son şarkısı High Hopes, Pink Floyd'un Swan Song'udur. Şu yaptığım benzetme de hayatımda yaptığım en duygu dolu benzetmeydi tahminimce, oldu olacak dinleyeyim de tam olsun. Aha dinliyorum.
Hemen başka bir konuya geçelim: TRT'de yayınlanan Japon Sarayları'nda geçen diziler. Şimdiye kadar çevrenizde hiç bu iki diziyi izleyen birileri olduysa yalvarırım haber verin. Hayatımda onlarca teyze tanıdım hiçbiri izlemiyor bu dizileri. Şimdi emin de değilim iki tane mi, yoksa bir tane mi, Sanırım biri Prenses'in Elmasları gibi bir şey. Şu an yayın akışına baktım bulamadım da dizileri. Demek ki, TRT bile kabul etmiyor bunları yayınladığını. Zaten ne zaman denk gelsem fonda(arka fon diyenlerle aramız bozulacak) sürekli Maeve Binchy kitap kapakları kullanılıyor. Bir de buradaki kitleyi tenzih ediyorum ama, bir insan Artemis Yayınevi'nden çıkan kitapları okumaya başlamışsa, evde kaldığına inanıyorum. Ha evlenip evlenmeme meselesi değil olay beni hiç bağlamaz. Ama, evladının evde kalıp kalmayacağını merak eden ebeveynler varsa burada diye bu genellememi de paylaşayım dedim. Ha bunu dert edinen adam zaten bu blog'u okumaz, aman uzadıkça sıçıyorum. Okumayın işte lan o kitapları, Maeve Binchy gerçi Doğan Kitap'tan çıkıyordu galiba, ona şimdi tam bir şey diyemeyeceğim. Ama Artemis'ten okumayın lütfen. Onun yerine gidin Meryl Streep'in son zamanlarda çok sardırdığı romantik gibi müzikal gibi komedileri izleyin.
Alın bu da Part-Time Lover'dan sonra dünyanın en güzel şarkısı ve sözleri de çok serttir yani
Phil Collins & Philip Bailey - Easy Lover
Yükleyen MALIK69T. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.
P.S: 30. kişinin adını çok beğendim, hatırladığım kadarıyla Momo'daki kaplumbağa'nın ismiydi. Şu an google'dan da araştırırdım ama, yanlış yaptıysam da aşağılanmayı hak ettiğim için araştırmayacağım.
P.S: Şarkının başı biraz eksik, ama klipteki Philip Bailey ve Phil Collins arasındaki 80ler'liği görmeniz için gömmek zorunda kaldım. 80lerlik de bundan sonra kuşaktan kuşağa aktarılsın.
26 Aralık 2009 Cumartesi
Ay Kalp Dizdar Şekerleme Tişörtü
Gördüğünüz gibi arkaya sadece "Dizdar Şekerleme"yazmakla bitmiyor iş. Ön tarafa da adeta Japon alfabesi titizliğinde dikey olarak Dizdar yazılacak. Vay efendim Adidas Originals'mış, yok three stripes'mış. Size babam Monsieur Monteyn'den bir anekdot yazayım: "Efendiler! Söz konusu Dizdar Şekerleme Tişörtü olduğu zaman, gerisi teferruattır!"
15 Aralık 2009 Salı
Bir Habercilik Başarısı Üzerine
Dün akşam Hollywood Film Yapımcıları ve Müzisyenleri Dayanışma Derneği'nin, ATV Ana Haber Bülteni adına verdiği davetteydim. Açıkçası bu işin mutfağında bulunan birisi olarak bunun olmasını uzun süredir bekliyordum, ve hatta bana kalırsa çok geç kalmış bir karar diyebilirim.