saçma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
saçma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2011 Perşembe

Kelimelerin Kullanımındaki Kaltaklık Üzerine


"...Saul da mı peygamber oldu?..." 1 Samuel 10:11

"Ne sandın yarraaam!" Saul'un Tevrat'a Cevabı (Gençliğin Ata'ya Cevabı gibi düşünün)


Fotoğrafı "kelimeleri kullanarak beynimizi kontrol ediyorlar" gibi, değil gibi amaçla yemin ederim ki kullanmadım, sevdiğim bir albümdür. Biraz öyle durduğu gerçeğini inkâr etmeyeceğim tabiî ki. Geçen gün Erkan-ı Harbiye~Savunma Bakanlığı olayları üzerine biraz düşünüyordum. Birçok ülke Savaş Bakanlığı kullanımını İkinci Dünya Savaşı'nın ardından değiştirerek Savunma Bakanlığı haline çekiyor. Hatta şu an bu şekilde kullanımı olan ülke var mı diye biraz araştırdım ama bulamadım. Çok çok önceden belki iki yıl kadar önce Susan Sontag'ın hastalık isimlerinin kullanımı üzerindeki fikirlerinden bahsetmiştim, mesela Kanserin ;Yengeçle benzerliği falan. Sonra da Türkler'in biz Fransızlar'ın hepsini ahlaksızlık ve fuhuşçuluk, eroinmanlık, ve atayizlikle itham ettiği Frengi'nin nasıl da kalbimizi kırdığını ve aslında aramızdaki diplomatik sorunların bu yüzden kaynaklandığını, bu yüzden Avrupa Birliğine girmemesini istediğinden falan bahsetmiştim. Bunlardan bahsetmemiştim ama Frengi ve Fransızlık olayından bahsettiğimden eminim. Savunma Bakanlığı kullanımı ne kadar da "ben yapmadım kedi yaptı" veyahut da "biz aslında masumuz ne suç varsa az sonra yumruğumuzun tadına bakacak olan lanet olasıca beyaz kıçlıların" içerikli bir kullanım.

Şimdi bunu düşünürken aklıma şu geldi küçükken bazı zamanalar aileyle tartışmaya girilir, haklı olduğunuz ortadadır. Küçük dediğim 10 yaş civarı mesela. Haklı olmanıza rağmen tartışma birden yukarıdan gelen bir elle sonlandırılır ve ebeveynin şartsız gücü bu tartışmaya darbe(coup d'etat olan yalnız, tokat atmalı olan değil)indirip bitirir ya da, tamam tartışmıyorum şeklinde bitirilir. İşte ciddi bir tespit olmasından çekiniyorum ama devlet bence biraz böyle bir şey. Arkadaşım haksızsan haksız olduğunu kabul et, anamızı niye sikiyorsun? Peki ben ne yapıyorum dostlarım? Eklerperver Solipsist Anarko Nihilizm Partisini kuruyorum!

Bilen bilir, eskiden bu bûloğu 2007'de birkaç idealist arkadaşımla birlikte kurduğumuz parti EHKP-C'nin(Ezilen Halkın Kurtuluşu Partisi- Cephesi) propagandasını yapmak için, yani Anarko Nihilizmi yaymak için kullanıyordum. Genç dimağlara kirli düşünceler empoze ediyordum. Eğer merak ederseniz "anarko nihilizm" diye aratıp bu ideoloji hakkında bûloktaki tek yazıdan öğrenebilirsiniz, az önce arama yapıp yazıyı buldum ama okumaya çekindim çünkü oldukça uzundu ve resimleri de güzel değildi, ama belki okursunız diye yine de bilgilendireyim istedim.

Voluntary Human Extinction Movement bu hususta gerçekten ortak paydada buluştuğumuz bir ekip olduğu için onları şimdiden destekliyorum, çünkü dünyanın en çok anasını siken varlık insan olduğu için bugün kendi inisiyatifimle vasektomi yaptırarak bu harekete ortak oldum. EHKP-C'yi fesh ettik çünkü, kurumun kitab-ı kebir'ini kaybettiğimiz için bu duruma düştük.

Ekler biliyorsunuz ki bir halkın vicdanıdır. "Ekler sevmeyen insan da sevmez!" partimizin sloganıdır. Solipsizm ise, hem karizmatik durduğu hem de benim köksüz bakışaçımdan pek de anlamlı bir şey olmadığı için parti programına dahil edildi. Neden anlamlı olmadığını kimseye açıklamak durumunda değilim. Ve iktidara geldiğimiz gün hepimiz diğer ülkelere "Savaş Bakanlığı" vesilesiyle savaş açıp, hepsini öldürüp ardından da intihar edeceğiz. Tek amacımız budur. Bu da parti marşımız alın değerli okurlar

9 Ekim 2011 Pazar

Yerde Yatan Çiçekli Adam Üzerine


Kimse bana Samsun'un 2010'dan beri Bordeaux'nun kardeş şehri olduğunu söylemedi, şimdi öğrendim. Gitmedim bilmiyorum, güzel bir yer olduğuna eminim Samsun'un anlatacağım olay da yaklaşık 1 bilemediniz 2 ay önce gözde tatil mekanlarımızdan Nice'in yaklaşık 635 kilometre uzağındaki Bordeaux'da Mme. Monteyn'le gezerken başımıza geldi.

İnsan, bazı güzel filmlerden çıktığı zaman kısa süreli olarak sokakta da sinematik hissiyatlar içerisinde yürüyebiliyor. Mesela bu fotoğrafa çok uzun süre baktığımız zaman beynimizde İsa resminin(bence Hz.Ali'ye daha çok benziyor) göz yorgunluğu vesilesiyle oluşması gibi bir şey. Bu benzetmeyi o kadar kısa sürede buldum ki, şimdiden "teşbihte hata olmaz" lafının başlamasını/yaygınlaşmasını sağlayan kişinin adına ayazmalarda mumlar yakıp damlalarının suya düştükçe katılaşmasını izlemeyi planlıyorum. Yalan değil, hala yanan muma parmaklarımı sokup mumdan parmak izlerimin kopyasının heyecanı içerisinde yakınımdaki en yakın arkadaşıma hediye edip, ilişkimize küçük sürprizlerle heyecan katarım. Mumun parmaklarda ani donuşu sırasında ısı transferi ancak çok uzun süre çişi tuttuktan sonra işemeye başlarken gelen ürpermeyle denk tutabilirim. İşte anlatacağım olay da tam olarak bununla alakasız.

Sokakta Mme. Monteyn'le yürürken bir marketin önünde(çok afedersiniz ama televizyonlardaki "özel bir şirkette çalışıyorum" saçmalığı gibi oldu biraz)yukarıdaki fotoğrafa benzemeyen ancak ona tekme atıp devirseniz aynı gördüğümüz halde olacak bir adam sızmıştı. Buraya kadar her şey normal, bugün ben sızarım yarın siz sızarsınız, sarhoşken Araf'a düşmüşlüğüm de oldu o yüzden sorun yok.(gerçekten, ciddiyim. ayrıca şu anda imleç kayboldu o yüzden bazı cümlelerin içinden sürpriz cümleler çıkarak sizi şaşırtabilir. bu da mum izi olayının yazı dünyasına tezahürü olsun!) Ancak adamın elinde bir çiçek buketi de vardı. İşte başta bahsettiğim hayattaki ani sinema hissiyatı burada geçerli oluyor, çünkü aslında şimdi okurken size daha çok Ferhat Göçer/Gece Yolcuları klibinden bir parçaymış gibi gelse de, aslında insan sarhoşken insanları aramanın totemi haline gelebilecek birini görüyor. Oraya bir heykeli yığılsa iyi olur.

Bugün bahsedeceğim diğer bir konu ise, bugün Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazarken aklıma geldi. Ecole Normale Supérieure'ün Süper kısmında okurken olsun, gerek Créche of Türk Telekom'da okurken olsun okullarda şimdiye dek hiç sıçmadığımı fark ettim. Daha kibar bir yoldan anlatmak isterdim ama geçenlerdeki "Requiem for a Dream'de Jennifer Connelly'nin ağzına veren zenci dayı" olayından sonra eminim birçoğunuzun benden bu hususta bir beklentisi kalmamıştır, bu yüzden söylemek istedim. Yalnız olmadığımı tahmin ettiğim için yazdım, sonuç olarak bu internet günlüğü denen olayda hem üzüldük, hem güldük. Bugün de içine kapanık, şair ruhlu, çevik, şahin bakışlı ve ahlaklı biri olmamı kesinlikle şimdiye kadar okul tuvaletlerine sıçmamış olmamdan kaynaklandığına inandığımı anlatmak istedim sadece. Pis lokantardan bile daha beter olan bu mikrop yuvalarına da asla "eğitim sisteminden kıyma makinesine girip tek tip bireyler olarak çıkıyoruz lanet olsun dostum bilirsin ya, isyan benim ruhumda var." diyip dışkılama olayına sembolik bir anlam yüklemeden sadece hijyen vesilesiyle yaptığımı söylemekten gurur duyarım. Bugün blog'u bitirirken son zamanlarda dinlemekten keyif aldığım ve arkadaki orkestranın nereden sample'landığını soracak olan olursa William Sheller'ın Lux æterna albümünün ilk parçası Introit'den alındığını belirteceğim bir Deltron 3030 şarkısıyla bitiryorum. Ruh-ül Kudüs ve Bakire Meryem sizinle olsun.

19 Nisan 2011 Salı

Tuxedo Cat denen Kedi Hayvanı Üzerine

Tuxedo Cat diyince doğrudan böyle bir resim aklımda canlandığı için, derhal paint ustalığımı gösterip bir görsel hazırladım. "This look shopped" resimlerine örnek olarak kullanılabilir ayrıca, GNU falan filan. Bir de copyleft olayı var ki hiç sormayın. Lan o nasıl bir saçmalık, tam karşıtını lap diye koymayın böyle, dikkatim dağılıyor gördükçe,Bandista'nın albümünde falan yazıyordur mutlaka. Neyse, efenm biliyorsunuz, internetin 34. kuralına göre eğer bir şey varsa onun pornosu da vardır, hatta google'da "Rule 34" diye aratınca şöyle bir göz gezdirdim sanırım bir uçak motoruyla halvet olan insan gördüm de korkup kapadım.

Neyse, bu kuralların belirlendiği enstitüde yaklaşık 3 yıl yarı zamanlı olarak çalışmıştım, gerçekten de çok ağır bir iş. Her gün gelen binlerce Avatar'lı, Shemale Marge Simpson'lı kötü çizilmiş resimleri elimizden geçiriyorduk. İşte eski sene sonu raporlarını karıştırırken çok gizli verilerden yola çıkarak hazırlamış olduğum, "İnternetin İçindekiler" istatistiklerime rastladım.
Sizinle bunları paylaşmaktan onur duyarım.
%43 Kedi(düşen %12, uyuyan %10, yavru %15, diğer %6)
%30 Porno (burada pornonun detaylarına girmek istemiyorum)
%20 Veri, Bilgi ( kişisel bilgiler de dahil buna facebook, eski sevgili fotoğrafları, komik videolar falan filan)
%7 komik gif (marketten cips çalan martı, betona düşüp kafası yarılan adam vesaire)

Gördüğünüz gibi internetin büyük çoğunluğunu kediler domine etmiş durumda. İngilizce'de Tuxedo cat denen türün siyah beyaz kedi olmasından ötürü şey yaptım, çok garip geldi o yüzden. Yoksa bugün komik bir anı anlatacaktım.

Biliyorsunuz, alışveriş merkezlerine girerken metal dedektörleri oluyor. Bu arada orospu çocuğu Carrefour'a da buradan sesleniyorum, satın aldığım şeyleri bantlayıp, sıcak poşetle mühürleyip durma!!! Yavşak ya, kıçı kırık 70 sayfalık Kumarbaz çevirine kaldım sanki senin de, onu çalacağım. Zamanında Faust'un böyle 100 sayfalık bir çevirisinden okumuştum da Pamuk Prenses ve 7 Cüceler'de cücelerin madenden dönerken söyledikleri şarkıdaki gün batımı gibi bir arka plan kalmıştı aklımda da, sonradan normalini okudum, konu çok farklıymış. Ben daha Pastoral daha inek boku kokan bir yer hatırlıyormuşum meğer. Neyse, zaten televizyon çalamam, yani çalabileceğim şeyler, kepçe, patates soyma aleti, mini kaktüs, kedi maması(ana konuya geri dönüş!), probis falan, ki probisi de sevmem yani, damağımda kötü tat bırakıyor biraz. Neyse, mesele bu değil, sikişmişin çocuğu Carrefour'un kurumsal kimliğini zedelemek amaç burada!! Neyse, metal dedektörleri diyordum. Şimdi sanırım ben 5 yaşımda falan ilk defa Alışveriş Merkezi'ne gittim, zaten öyle doğru düzgün alışveriş merkezleri ben doğduğumda Fransa'da yoktu bundan 350 yıl öncesinden bahsediyorum. Yani Türkiye'dekilerin yurtdışına çıkıp da "Muzu taneyle alabiliyorsun canım, nasıl bir gelişmişlik!!" dedikleri ve Türkiye'de mayonezin normal tüketim maddesine dönüşmesinden çok önceki dönemler. Şimdi metal dedektörlerinden badana diye geçiyorum, bunların plasebo etkisiyle konmaya başladığını düşündüğüm için.

Ancak o zamanlar Demolition Man'i izlemiş ve 3 tane deniz kabuğunun taharet musluğunun yerine nasıl geçebileceğini tahayyül etmeye çalışıyor bir yandan da ilk vintage fütüristik şiirlerimi yazıyor, nasıl Sylvester abimiz gibi hibernasyon olayına girip 20 30 yıl sonra uyanabilirim diye düşünüyordum. İşte bu filmde hatırladığım kadarıyla metal dedektörleri vardı, paso ötüp duruyordu. Bu arada şu an Godspeed You! Black Emperor'ın hep ertelediğim, dinlemekten kaçındığı F#A# Ke$ha albümünü ilk kez dinliyorum. Tebrik ediyorum Efrim Menuck'u canım benim. Neyse, alışveriş merkezine gireceğiz, hemen yakalanma amacıyla ellerimi iki cebime sokup sağ elimi silah şekline getirip, sol elimi de yumruk yapmak sûretiyle bombaya benzetip dedektörden heyecan fırtınasıyla geçtim. Fakat başarısız oldum, ancak bir 10 dakika sonra yürüyen merdivenlerin dış yüzüne tutunarak çıktığım için korku dolu anlar yaşamıştım. Lan 5 yaşında adamı niye yürüyen merdivenin yakınına koyuyorsunuz. Tabii ki dış çeperine asılacak. Neyse, bu da benim böyle bir anım, saygılar. Ha durun şarkı koymadan bitirmeyeyim, ya da ondan önce yine bir şarkıdan çıkıp haiku yazayım, çok sardı:

Sarhoş bir denizciyle
Sabahın körü
Ne yapılabilir ki?

a-ha - the swing of things (1986) from J. Christian Guerrero on Vimeo.


P.S: Komik gif yazıp, "betona düşüp kafası yarılan adam" demişim. Orada biraz garip olmuş. Şimdi bütün betona düşüp kafası yarılanlardan özür diliyorum. Bir nefret suçu izledim. İşledim bile yazamadım. Ama olsun, hani "gif"i izledim ama hiçbir şey yapmadım. BU ŞİDDET PORNOGRAFİSİNE TEPKİSİZ KALDIM!!!1bir eins!1 yazıklar olsun hesabı düşünün onu.

10 Şubat 2011 Perşembe

Andie MacDowell Üzerine


-Ateşe tapan bir kimseden satın alınan bir inek, yeni sahibine kendisini sağdırtmazsa, yeni sahibi ateşe tapanların kılığına girebilir.
-Bravo! Yaşayın Hoca Efendi!
-N'oluyor? Ne demekmiş bu? Açıklayınız!
Harf Devrimi 2005

Efendiler! Bu yazıyı Antonio Carlos Jobim dinlerken yazıyorum. Bu yüzden çeşitli zeka geriliği semptomları tespit edebilirsiniz. Hayır, Antonio Carlos Jobim dinleyen gerizekalıdır demiyorum, ancak dinledikçe zekayı gerilettiğini kendi üzerimde deneyerek tespit ettim. Bugün kadim dostlarımdan birine daha kendisinin Wave isimil güzide albümünü tavsiye etmiştim ki, aynen şunu belirttim kendisinin şarkıları hakkında:"Antonio Carlos Jobim dinlerken, technicolor vesilesiyle renklendirilmiş James Bond filmlerindeki zenginler gibi hissediyorum. Her an henüz sevişilmiş bembeyaz nevresimli yatağımdan çıkıp deniz kenarındaki malikanemde 1 kasa martini içecekmişim gibi düşünüceye dalıyorum. Bir rahatlık var, ancak bir yandan da dünyayı ele geçirme planlarım ve göz, el gibi eksik uzuvlarımın yerine siyah kaplanarak kötülüğümü perçinleyen protezlerimle yine huzurluca Martini'mi yudumlayamıyorum." Bunun yanı sıra Bond filmlerinde şimdiye kadar haşat edilmiş Aston Martin'lerin James Bond'u aslında astarı yüzünden pahalı bir ajan haline getirdiğini biliyor muydunuz? Adam her filmde o güzelim, şu an nedense hepsini ya Starbucks Yeşili ya da 60'lar Fütürizm Metalik Grisine boyanmış olarak hatırladığım Aston Martin'lerin anasını sikiyor. Ayrıca uğramışken buradan Pussy Galore'a da el sallıyorum.

Şimdi konuya geliyorum, Andie MAcDowell yaşlanmayı engelleyici ürünlerin tanıtımlarını sanıyorum ki 1983'ten beri yapmakta. Bir türlü yaşlanamamasının sebebini şimdi siz değerli okuyucularıma açıkladığım zaman, eminim siz de çok şaşıracaksınız. Kendisi hakkında biraz araştırma yaptım ve tam ismine ulaştım: "Rosalie Anderson MAcDowell" gelin şimdi altı çizilmiş harfleri buraya yazalım: r-o-a-i-n-d-d peki bir de bu anlamsız olan harflerin başka bir kelimenin anagramı olabileceğini eminim birçok iyi niyetli insan düşünmemiştir. Hemen söyleyeyim: Android evet!!! Şahsen kendisini kıskanmıyorum ve umrumda dahi değil, hatta Peder Monteyn'e kendisinin Marlee Matlin olmadığını uzun süre boyunca kanıtlayamam dışında bir derdim yok. Ancak tek isteğim, bir kamuoyu açıklaması yapması ve biz şu kirlenmiş, şu aşağılık, demeyeceğim, bir saniye burada çok klasik bir şey kullanmak istiyorum sıkı durun: modern hayatın çarklarında kendine yabancılaşmış! insanların suratına "Evet androidim, işte maskemi çıkarıyorum. Artık maskelerden kurtulalım" falan diye 80'ler New Age bokuna girmesini istiyorum. Kendisi St. Elmo's Fire diye bir gençlik filminde oynamıştı döneminin gençliğiyle bazısı bu ekibe Brat Pack de diyor, ancak benim kabul ettiğim bir tane ekip var o da Rat Pack olur dememi bekliyorsanız yanılıyorsunuz, Humphrey Bogart'la alakaları olduğu için ben bir karıncayı bile incitmemiş, Monteyn Usta, çeker vururum onları. Hiç birini adamdan sayamam. Gelmişken bu arada Brian Eno'nun mükemmel albümü Another Green World'den güzide şarkı St. Elmo's Fire'ı koymadan şu yazıyı bitirmek istemiyorum.



P.S: St. Elmo's Fire işte, şu gemilerin direklerinde elektrik mevzusundan ortaya çıkan parlak ışıklar falan filan. Merak edenler için diyorum çok detaylı bir okumaya yönlendirecek bir özelliği yok. Ya o değil de bu albümde I'll Come Running diye bir şarkı var, bir ara sürekli bayıla bayıla sokakta "Ayl kamraningtutaaıyorşuuz" diye gezdiğimi bilirim.

P.S2:Anlayamadığım diğer bir konu ise "Andie MacDowell'ı kıskanmıyorum" diye yazmam. Adeta kıskançlık kokularını bastırmak için yazılmış bir cümle gibi duruyor. Vallahi kıskanmıyorum :/ Tamam o Revitalist, Revigen, Rogain bir şey kullanarak genç kalsın aga. Ayrıca kullandığım son iki ticari ismin normalde saç dökülmesine iyi geldiğinden şüpheleniyorum ancak, yenilenmeyle ilgili bunlar geldiği için şey yaptım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Yamuk Bacaklılar Nasıl Pantolon Giymeli Üzerine


Valla ben de bilmiyorum nasıl pantolon giymeli, ama kadınsa kalçayı ortaya çıkaran bir şey giymesini tavsiye ediyorum. Bûloğa bunu arayıp giren olmuş, ben de artık halkın isteklerini göz önünde bulundurma kararı aldım. Yani zaten yamuk bacak nasıl oluyor, içe patel mi? Yoksa aynen ( ) şu şekilde(aynı zamanda bir Sigur Ros albümü, adamlar yamuk bacaklara albüm yapmışlar vay canına) olan bacaklardan mı? Eğer öyleyse bol siyah pantolon giymelerini öneriyorum, mümkünse kalça kısmı dar olsun. Neyse, şimdi konuya geliyorum, geçen gün Fatih Akın'ın "Yaşamın Kıyısında" isimli filmini izliyordum, yine bu bahsettiğim "BAKIN MESAJ VERİYORUM HAHAHA" meselesinden ötürü filmin pek bir numarası yok, estetik rezil olmuş, ayrıca şu farklı hayatların kesişmesi sikinden de bi vezgeçemediler, Magnolia var lan zaten, neyse burada film eleştirecek değilim. Tuncel Curtis oynuyor onun için kısaca bir şeyden bahsedeceğim.

Bu Tuncel Curtis denen adam biliyorsunuz, 50'lerde İngiltere'ye gidiyor bir süre orada yaşıyor, bakallık yapıyor, zaten o dönemde yaşadıklarını Fransa'ya uyarlayıp İBrahim Bey ve Kuran'ın Çiçekleri isimli film çekilmiştir. İngiltere'nin bakkal ihtiyacı doğu ülkelerinden karşılanıyor. İngiliz bir hanımefendiyle evlenip nikahına alıyor, ve çocukları Kevin doğuyor. Tabii çocuk iki isimli olacak ananelere göre, ilk isim olarak Tuncel illaki Faysal da Faysal diye diretiyor, karısı tatlı dille "Bak Tuncel, İslamofobi denen şeyin yükselişine 10 bilemedin 15 yıl kaldı, çocuğu yakma" diyor, tabii ki bunu anlayışla karşılamayan Tuncel "amaan ne haliniz varsa görün be, ben gidiyorum" diyip kapıyı vurup çıkıyor, gidiş o gidiş, önce boşanma kağıtları eve geliyor, 15-20 yıl sonra da Almanya'da çektiği bazı filmlerin haberleri geliyor, karısı Deborah ve oğlu küçük Ian'a. Evet dostlarım bildiniz. Ian Curtis, Tuncel Curtis'in has be has oğludur, hatta ses tonundan da bunu teyit edebilirsiniz. Ancak işin en üzücü yanı, kendisinin intiharının çeşitli hurafelere dayandırılmış olmasıdır, aslen baba eksikliğiyle büyümüş olan Ian, ap,esrar, oroyin ne bulduysa içmiş, pide gibi kafayla şarkılar yazıp Joy Division* yani, Neşe Tümen'i isimli grubu kurup çeşitli şarkılar söyleyip bu baba eksikliği vesilesiyle intihar etmiştir. Grubun son şarkısı Decades de "seni on yıllardır görmüyorum" gibi bir anlam taşır, babası için yazılmıştır.


*Joy Division İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudi kadınların toplama kamplarında zorla fahişe olarak çalıştırıldıkları mekana verilen isimlerden biri. Tabii bunun gerçek mi yoksa kurgu mu olduğu tam olarak belli değil, çünkü terim ilk olarak The House of Dolls diye bir kitapta geçiyor ve bunu var olup olmadığı belli olmayan bir günlüğe dayandırıyor. Bu demek değil ki, kadınlara tecavüz edilmemiş, Ahmedinejad mıyım lan ben?

P.S: Mademoiselle Schizoide "mimlemek" denilen bûlogculuk cemaatinde verilen "+rep emeğe saygı" gibi bir şey vesilesiyle beni mimlemiş, teşekkürler. Çeşitli sorular var ancak bunlar Marcel Proust'un meşhur ettiği sorular olduğu ve şu an Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazmakta olduğum ve tam bir cilt daha fazla yazıp Proust'a geçirmeye çalıştığım için cevap veremeyeceğim sanırım, ancak nefret ettiğim sesin ergen erkeğin heyecanla bir şey anlatmaya çalıştığı sesi olduğunu hiç düşünmeden söyleyebilirim. Orada bu soru yok ama en sevdiğim sayı 72, sesi de her zaman 72'de tutuyorum, her yere 72 yazmak istiyorum. Bu kadar.

P.S2: Sigur Ros demişken, buyrun en sevdiğim şarkısı kendilerinin, 2.45'den sonra gözlerinizi kaparsanız, uçağın kalkışı sırasındaki o hayvani gücü hissedeceksiniz zihninizde:

29 Ekim 2010 Cuma

Keytar Üzerine

Bu aletin adını henüz öğrenebildim, peymacun gibi ismi var. Keytar ismi, Babil Kulesi'nde tuğla yerleştirenlere kap kap su taşıyan bir adam gibi bir şey. Keytar vesilesiyle Gülpembe'yi de tekrar dinlemiş oluyorum. O klipte de dağda bayırda keytarla gezen Barış Manço, sanırım Do the Right Thing'deki Radio Raheem gibi bu aletin pil emeceğini tahmin edememiş olsa gerek. En az 12 adet büyük pillerden gerekiyordur mutlaka, onun yerine, git motosiklet aküsü bağla daha iyi. Şatoda bembeyaz bir org var bizim, o da öyle çünkü. Öyle çirkin bir beyaz ki, sanki Spandau Ballet son provasını yapıp evden çıkıp gitmiş kimse bir daha dokunmamış gibi. Bizi Miller sessiz. Ahanda buldum keytar pil sokamacını, tahmin ettiğim gibi 12 pil gerekiyor, hayır Sony yapsa belki az giderdi de, Yamaha'ya bu konuda güvenmem. Hem motoksiklet hem de piyano yapan bir firma sonuç olarak.
Neyse, efendim az önce klibi izleyip moda girerken aklıma şu geldi. Sağda gördüğünüz resim bana kalırsa Rocky IV'ten sonra dünyanın en güzel filmi olan Baba Bizi Eversene'ye ait. Şu Creedence Clearwater Revival, albüm kapağına denk geldikçe, filmin bu kısmını açıp Dere Boyu Kavakları izliyorum. Soldaki, İngiliz muadiliyle aynı stüdyoda kaydedilmiş gibiler. Tipler birebir aynı zaten. 70'ler salaş rock'çısı. O dönem fotoğraflarında sanırım, kültür bakanlığının bütün fotoğraf stüdyolarına dağıttığı ortak bir kimyasal kullanılıyor; ne zaman bir evde eski fotoğraflar çıksa, zamanın herhangi bir siyahbeyaz fotoğrafına şüpheyle yaklaşıp "aha şu çimlerin arkasındaki sakallı peder manuel mi!", ya da "abaovv şu geniş şapka takan suratı belli olmayan valide josephine değil mi, şu en arkada soldan üçüncü" deyu şüpheleniyorum.Pek değerli arkadaşım Coleridge, geçenlerde Mosfilm ve Toho'dan bahsederek artistlik yaptığımı, halktan koptuğumu ima etti, işte ona tokat gibi cevabım. Ulan tabii halktan kopacağım, açıp bakıyor musun bi bakalım Denemeler'i adam nerede yazmış diye, bir kulenin ikinci katında duvara çatır çatır Heraclitus, Seneca ve Tutunamayanlar'dan sevdiğim sözleri işledikten sonra(hmm böyle olunca unforgiven klibi gibi oldu çok özür dilerim siz pek değerli okurlar) tuğla gibi kitap yazdım. Sonra gitti Sabahattin Eyüboğlu seçmece yapıp kesti biçti. Aferin Sabo, tümünün yayınlanması için yıllar geçti Türkçe'de, halbuki bir sayfayla belki bir kişiyi daha kurtarabilirdim(oscar schindler kafası)! Bu yüzüğü de alın, bu monokl'u da alın, lütfen dünyanın tüm çiçekleri diyorum.



P.S: Ayrıca, "lalalala" diyerek gelen abi cidden sinir bozucu hiç düşünmeden bacaklarını kırarım onun. SUS KIRARIM BOYNUZUNU İBLİS! Lala çeken, klibin başında Burhan Çaçan'ın ezan okuması gibi elini kulağına götürüyor!

P.S2: Sanırım bir Muz Cumhuriyeti'nde içki fiyatları zamlanmış, vay be, torbacılar lobi mi yapıyor ne yapıyorsa artık. Ha bunu yapanın taallukatını sikeyim o ayrı bir konu. Devlet eliyle uyuşturucuya yöneltiliyor insanlar. Ne garip.

P.S3: Birileri Gogol'da "bülent ersoy'un götten yiyişi" diye arayarak siteye ulaşmış. "ismail türüt'e doğuda yapılan şaka"dan daha kötüsü ne olabilir diye merak ederken bununla karşılaşmam hevesimi kırdı.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Paris Komünü, Lenin ve Lady Gaga Üzerine


O zamanlar daha Stalin yoktu. Aaaa olur mu efendimiz...

Hasss, pardon şeyi karıştırdım, evet ne diyordum bugün Paris Komünü'nden, o grup seksin şişelerden çılgınca aktığı, ahlaksızlık dolu gecelerimizden bahsedeceğim. Ahlaksızlık olan tabii ki grup seks değil çok sevgili okur, ahlaksızlık olan grup seksin bade olup şişelerden akması, aklıma youtube'da izlediğim pseudo-lsd triplerini getiriyor böyle saçmasapan imgeler simgeler. Adeta bir Hunter S.Thompson kafası, bir gonzo habercilik tirpleri, ne oluyor böyle.

O zamanlar komün bir şekilde yaşıyoruz biz, Ursula K. LeGuin bir yandan not tutuyor, biz de diyoruz ki ona, yazar olamazsın demedim, bak yine olursun ama hobi olarak olursun. Aslında dedim ki gelin iki ay değil de, bu Komün'ü üç aylar kafasında yaşayalım, fakat bir allahın kulu dinlemedi, o zamanlar ağır allahsız olduğumuz için bunu önceden hesap edemedim.(Bu şakayı şu anda Muş Bulanık'ta vatani görevini yapmakta olan bacanağıma yolluyorum) Bir yandan da bir yüzyıl kadar önce Bastille'e insanlar akın ettiğinde içerisinde Leonardo DiCaprio'nun maske takan versiyonundan başka kimseyi bulamamışlardı deyu deyu ağlıyorum. Eğer iki hafta önce gitselerdi Rabelais oradaymış ancak onu da salıvermişler iyi huydan. Bu iki ay içerisinde şunu diyebilirim ki, çok bol yeşil erik yemiştim diye hatırlıyorum. Haşır huşur, şöyle tuza bana bana ağızdan suları aka aka. Evet, şu iki paragraflık anlamsız girizgah'tan sonra mevzuuya giriyorum.

Derler ki, Ekim Devrimi'nin altmışikinci veyahut altmışüçüncü günü, Lenin, Bergama'dan çalgıcı grubu çağırtıp "benim agam yanlış yapmaz" diye diye oynamış. Ey sevgili okur bu eğer gerçekten olduysa, şu andan itibaren hayatımdaki tek amacım Moskova'ya gidip Lenin'in mumyalanmış kel alnına "htp pükh" diye 10 avro yapıştırmak olacak. Ya hu böyle saçma bir şeye asla inanamıyorum ve dahi inanmak istemiyorum. Hayır kendisi hakkında pek bilgim yok, iyi giyiniyor, sanırım biraz solculuk durumları var asla converse giymiyor falan ama adam devrim yapmış ya hu! Çıkıp da "Ohh be Paris Komününe nasıl da geçirdik ama!" diye kutlama yapar mı sizce? Halk yapar, o ayrı, şimdi burada kitlenin nasıl kendi aklı olduğundan falan bahsedip ortama bir Birikim kokusu yaymak istemiyorum, ne güzel eyleniyoruz şurada.(evet eyleniyoruz, ne oldu yalnış mı? bence deyil çünkü)

Bu konuyu burada bitirirken ikinci çok önemli bir konudan bahsetmek istiyorum. Aylardır zor tutuyorum kendimi, ama artık Lady Gaga'dan bahsetmemin zamanı geldi. Hepiniz biliyorsunuz ki, gerizekalı tanımına tam anlamıyla oturan davranışlara sahip. O da ekmeğini kazanmak için kendi çapında her klibinde softcore porno çekiyor ne yapsın. Fakat, kendisine kıyafet önerim var, "lady gagacığım lütfen ölü köpek yavrusu ve kayıp ruhlardan dikilmiş bir kıyafet giy lütfen" çünkü, dikkat çekmemek için yapmadığı bir bu kaldı sanırım.

P.S: Bu yazının tamamını Dark City soundtrack'inde Anita Kelsey'nin söylediği "The Night has a Thousand Eyes"ı dinleyerek yazdım. Peki bundan bana ne? diyecek olan okurlara şunu demek isterim ki, filmin directors cut'ında Jennifer Connelly'nin kendi sesinden dinliyoruz, ve sanmıyorum ki bir insan Anita Kelsey'nin sesinden tercih etsin o şarkıyı Jennifercığımdan dinledikten sonra. Mal yönetmenin neden filmi sinemalara o şekilde yolladığını anlamak mümkün değil. Ayrıca Matrix'le beraber çıktığı için yalan olmuş güzelim film. Halbuki Kiefer Sutherland yine dünyayı kurtarıyor anasını satıyım. 24 hala devam ediyor mu ya? Kurtlar Vadisi oldu o da iyice.

P.S2: Az önce istatistiklerden gördüğüm kadarıyla bloga iki kişi Gogol'dan, "ismail türüte doğuda yapılan kamera şakası" kelimelerini aratıp girmiş. Onlar bana bir mail atarlarsa, çıkışta bir şey konuşacağım onlarla. Sinirim bozuldu şimdi demek "bülent ersoy'un galatasaray'ın yeni stadına vinçlerini kiralaması" yazılsa da gelecek blog. Bu arada gerçekten vinçlerini kiralamış o ayrı konu tabii. Ben isterim ki, mesela korelasyon, ya da entropi kelimeleri aratılınca gelsin blog, ama malesef sonuç olarak aldığım şey "ismail türüte doğuda yapılan kamera şakası" oluyor.

P.S3: Moskova falan demişken, bir iki kişi mail atsın trans-siberian ekspres yapacağız onlarla. Bilet ücretlerini herkes kendisi ödüyor, bende tarhana çorbası falan var. 3 hafta boyunca 60 yıllık tren koltuğunda basur olacağız, Dersu Uzala'nın torunlarına Kapitaaaağınn Kapitağııın uyursan ölürsün diye camdan bağıracağız ve çişimiz gelince yarım litrelik şişenin içine işeyip camdan sallayacağız. Öyle, "Vay ben Interrail yaptım, Roma çok güzel, gittim ispanyada Manu Chao'yla haplanıp ev soydum. Yok efendim Cypress Hill elemanlarıyla esrar içip güldüm, vay efendim Prag'da Bally çekip Kafka'nın evini yaktım" muhabbetleri bitsin. Maçası yiyen, transsiberian ekspres yapacak.

10 Ekim 2010 Pazar

Sarhoşa, Sarhoş Muamelesi Yapmak Üzere




Sanırım, yıl 1956 falan Malcolm X'le konşuyoruz, "abi" dedi, "bence bir sarhoşa yapılacak en kötü şey, ona sarhoş muamelesi yapmaktır!" Konu üzerine biraz düşündükten sonra hak verdim kendisine, körkütük sarhoş bile olsam bana fazladan iyilik yapan veya "sen sarhoşsun" diyene tekme tokat girmek isteğiyle yanıp tutuşuyorum dostlar. Hayır, sarhoşluk kötü bir şey diye falan değil, bana ne de, burada araya girip iyilik yapmaya, şakalar güzellikler komiklikler yapmaya çalışana giren çıkan nedir çok merak ediyorum? Ha bazen ben de bu tip oyunlara geliyorum ama benimkinin sebebi, sış mihraklar(evet sış mihraklar), mason locası ve yahudiler.

Neyse, Malcolm X diyorduk, yıllarca bu adamın X'i sırf karizmasına karizma katılsın diye koyduğunu sanmıştım, "çakallll" demiştim. Sonra bir iki yıl önce kendisi hakkında bir şeyler okuyorum, meğerse adamın ideolojik bir düşüncesi varmış Public Enemy'deki Terminator X gibi şuursuzca ismi seçmemiş. Meğerse, Afrika'dan gelirken kaybolmuş ve Amerikalılar tarafından değiştirilmiş soyismini hiçbir zaman bilemeyeceği için X koymuş. Ayrıca yeryüzündeki en güzel gözlük çerçevelerini kullanması da cabası, keşke Denzel Washington gibi ekmek suratlı biri canlandırmasaydı kendisini.

Ya, neyse az önce aylar önce Uçankamon'la konuştuğumuz vikipedayi tartışma sayfalarının öğreticiliğine bakıyordum. Şu, aşağıda bulunan fotoğraf mesela, Pink Floyd sayfasının tartışması, ve resmen "ebenin amı pink" yazıyor. Şimdi merak ediyorum, tartışmadan kasıt burada bildiğimiz, ortaokuldaki gibi birbirine laf sokmayı kastedildiğini anlamış olanlar var mıdır diye. "Haha aynaya bak pink, hıhıhı sensin o sensin o"

Hayır, internet aleminde internet yorumculuğu mesleğini icra edenler artık alıp başlarını gitmişler, nefret kendi çapında meslek olmuş, tartışmaların %62'si "adresini ver seni de kızkardeşini de sikeyim"e bağlanıyor, %38'i de "hayko cepkin ermeni", bu yani başka bir şey görmedim. Neyse, zaten Vikipedayi'nin en çok tartışılmasından şüphelendiğim pink floyd ve metallica sayfalarına girdim, Pink'le uğraşan olmamış(by the way which one is pink?), fakat Metallica tartışmasında şöyle bir yazı var dostlar:


"selam duygu

ben kuzenim sayesinde metalica dinlemeye başladım... we şimdi çok severek dinliyorum... ben dinledikçe rahatlıyorum... şarkıar dinlendikçe eskir ama metalica da böyle birşey görmedim(şimdi gelen yere dikkat!) KARŞI ÇIKANLARA KARŞIYIM)

İlk olarak şu şakayı yapmak istiyorum, sen yanlış grup dinlemişsin Metalica, aslında gürcü halk müziği yapan bir topluluk onun için rahatlamışsın. Oh kafam rahatladı, şimdi konuya geliyorum, öncelikle müzik denince aklıma metallica ve pink floyd gelmesi gerçekten de garip, ama mesela nasıl ki internetin olup olmadığını anlamak için ilk olarak google'a giriyorsak, bir siteden bir şey indirmeye karar verdiysem ilk olarak metallica ve pink floyd'a bakıyorum, dertler benim, çile benim ama hayat sizin sizin olsun çok sevgili okurlar. Hem, mesela The Editors'ın sayfasına girseydim tartışma maddesi olacak mıydı? Durun bir saniye bakıyorum... (lalala burada şu an wikipedia'ya girdiğimi düşünün pijamalarım falan var. Yok ya pijama giymiyorum, önceden de bahsetmiş olduğum Baylan Su Sayaçları (evet tam o adamın sırtındakinin aynısı) tişörtümü giyiyorum zaten) hah pardon The Editors sayfası bile yokmuş zaten, aman önemli değil. Şuraya geliyorum, "karşı çıkanlara karşıyım" bence "no wave" hareketinin emarelerini içinde taşıyan bir laf, off çevrenizde yapısökümcü falan varsa uğraşsın bununla şimdi deliremem bununla. Ayrıca duygu kim?

Daha, anlatacağım birkaç şey vardı da, yaklaşık 12 saattir yemek yemiyorum, o yüzden size neşe dolu bir fotoğrafla veda ediyorum. 1910 Davos bobsleighci gençliği.


p.s: sağdan ikinci Heidi'nin dedesi, soldan ikincisi de sonradan Türkiye'ye kaçarak adını Mandrake olarak değiştiriyor.

16 Temmuz 2010 Cuma


"Abi öyle deme, Japonlar da bizi karıştırıyormuş ya." diyenler için yukarıya bu fotoğrafı koymayı gerekli buldum. Eğer çevrenizde biri böyle bir şey derse açıp burayı gösterebilirsiniz. Bu konuda tartışmanın anlamı yok sanırım.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Einstein'ın Reklamcılıkta Sömürülmesi Üzerine


"Aman tanrım bu Nurseli İdiz'in Atatürk, olmasından bile beter."
Kadir İnanır'ı Einstein olarak gören Vahşi Güzel Thalia, Güney Amerika, 2010

Einstein'ın Türkiye'ye gelememesini de içeren bir olayı aktarmıştım, Dolap Adam isimli yazıda. Sanırım necip Türk Milleti bu olaydan yaralanmış olacak ki, reklamcılık sektörünün %36'sı Einstein üzerine dayanıyor. Benim bildiğim kadarıyla Fizikçi kendisi, bir dönem görelilik kuramı mı, görecelik kuramı mı diye çok kafayı karıştırmış. Çılgın bilimadı stereotipinin gelişmesine yardım etmiş ve Doktor Emmet Brown'ın hocası olan bir insan. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, eğer Emmet Brown Türkiye'de yaşasaydı zaman makinasının plakası "outatime" olmayacak, muhtemelen 34 DR 72 gibi bir şey olacaktı. Zira doktorlardaki bu doktor olduğunu ortaya çıkarma hırsını anlayabilmiş değilim. Hayır asla gelip de "adamlar 10 sene okuyor" muhabbetini yapmayacağım burada, onu Cem Yılmaz'ın Bir Tat Bir Doku isimli gösterisinden arkadaşlarla izleyebilir, sonra grubun komik olmaya çalışan erkeği tarafından aynı esprinin bir gece içerisinde 43 kere yapılmasına şahit olabilirsiniz. Bir kuşak, Cem Yılmaz vurgusuyla şaka yaparak yetişti zaten.

Neyse, yaşadığım bir olayı aktarayım bu konuda da, olayın nasıl ailesel bir boyuta taşındığı Dr plakası sanat için midir, yoksa toplum için midir o konuda bir şeyler söylemiş olayım. Bir keresinde evli bir doktorun eşiyle beraber çıktığı yolculukta bulunmuş ve tam 20 dakikalık "Baksana, Utku'lar bile DR yazan plaka aldı, sen ne zaman alacaksın Lütfü." muhabbetini dinlemek durumunda kalmıştım. Şahsen bu tip bir plakanın kaza olması durumunda polis tarafından durdurulup da "açılın ben doktorum" demekten başka bir işe yarayacağını da sanmıyorum. Bir de işte görgüsüzlük var, ama o zaten genel olarak doğru düzgün okulda okumuş ama bunu sindirememiş insanlarda oluyor. Mesela Özgür Bolat'ta var, şu an Hurriyet.com.tr'de yazıyor galiba, önce Boğaziçini dereceyle btiriyor, sonra bir yerlere yüksek lisansa gidiyor, bu sırada Harvard'a gidiyor, sonra dönerken bir de Oxford'la Cambridge havası alayım diyor, ve malesef arabasının arkasında her birinin sticker'ı var. Akademik geçmişini arabanın arka camından tespit edebilirsiniz. Yalnız trafik yakalarsa ağır ceza keser, tam bilmiyorum ama camların %30dan fazlasının böyle şeylerle kaplanması yasak olması lazım. Allah'tan okul kalmadı Zurich Polytechnik haricinde, ki bunu demişken böylece tekrar Einstein'a geri dönüyoruz.

Marka güvenirliğini Einstein görünümüyle açıklamaya kalkışmak, bisküvi reklamlarında obur şirini göstermek gibi bir şey olsa gerek. Özellikle de, şimdi piyasada yok ama toz çay yapmıştı Ülker, onun için bile Einstein'ın görünümünü kurban etmişlerdi. Bir de deterjan reklamları var, normalde deli gibi Omo ve Ariel için de çalışmış olabilir tabii ki Einstein ona bir şey demiyorum. Ariel'in Yahudi ismi olduğu ve Einstein'a bir dönem İsrail'in cumhurbaşkanı olması için teklif yollandığını unumtayalım. Bu saçma detayı da geçtikten sonra diyorum ki, eğer uzun beyaz pofuduk saç ve beyaz fırça bıyığın karışımının lisansını alırsak paraya para demeyeceğiz. O yüzden yine okur kitlesini girişimciliğe teşvik ediyorum, halihazırda Bloomberg'de Dragons Den başlamışken onlara da bu önerimizi sunalım.

P.S: Kadir İnanır hiç Einstein olmamış. Bir kere o kravat müdür yardımcısı kravatı olduğu için, ve bıyıkları da hala siyah olduğu için daha çok yataktan yeni kalkmış çilekeş müdür yardımcısı olmuş. Gözlükle toparlamaya çalışmışlar, ama gözlük de torununun galiba, küçük gelmiş kafasına. Kadir Baba, çok takma sonra baş ağrısı yapıyor dar çerçeveler!


13 Haziran 2010 Pazar

Ülker Çikolatalı Gofret Pakedi Üzerine


"Dimitri Akakiyeviç bir hafta içinde Frunzenski'deki daireden, taşınacaktı. Ev sahibi, oğlu Andrey Stoltz Almanya'dan bir hafta içerisinde kesin dönüş yaptığı için Dimitri'nin kontratını uzatmamıştı.
Dimitri Akakiyeviç 18 Mart sabahı, başına geleceklerden habersizce koli bulmak için evinden çıktı. Utangaç mizacı yüzünden girdiği marketlerde soru sormadan önce küçük bir şey satın almayı adet edinen Dimitri, aynı günün akşamı bir tane bile koli bulamadan fazla Albeni yemekten şeker komasına girerek öldü. St. Petersburg sokaklarında karnından gökkuşağı fışkıran bir hayaletin gezdiği, hala bazı mujikler tarafından rivayet edilir."

Koli ve Kutu, Bahadır Dostoyevski

Ülker Çikolatalı Gofret'in ilk üretilmeye başlandığı zamanın firmanın kendisiyle alakalı olduğunu sanmıyorum. Daha çok, tarihöncesi devirleri hatırlatan bir ambalaj tasarımı var. Zira çok eski fotoğraflar da var bununla ilgili, daha çok çikolatanın Avrupa'da yayılmaya başlamasından sonra anonim bir ürün olarak ortaya çıkmış, ardından bir Türk girişimcinin bu pakedi görmesiyle firmasına Ülker adını vermeye karar vermiş gibi. Zira bildiğiniz gibi Güney Amerikaca dilinde "Ülker", çikolata şelalesi anlamına geliyor.

Bir şu pakedi tasarlayan adamla, bir de Lucky Luke isimli çizgiromanı Red Kit şeklinde isimlendiren Ferdi Sayışman'la tanışmak istiyorum. Reklamcılık sektöründe bu kadar naif bir tavrın bulunduğu dönem tam olarak ne zamana denk geliyor? Zira Medmenlerde görüyoruz, adamlar 60larda birbirlerini yiyorlar. Aklın uçacak, dibin düşecek falan yazmıyor adam, doğrudan "NEFİS" yazıp minimal bir şekilde olayı kesip atıyor. Gerçi demek ki, ürününe güveniyor. Onu da yazmayabilirdi aslında, kesekağıdında satılsa yine gideri var. Normalde NEFİS'i yazmaya niyetleri yoktu da, son dakikada "Mustafa Bey pardon bir saniye bakar mısınız? Şu "çikolatalı" yazısının fontunu değiştirelim(bu da en sevmediğim hitaplardan, emeği %50 paylaştığını ama zeka kısmının ona ait olduğunu, emek kısmının da ameleye ait olduğunu belirten bir şey)aaaaa bir saniye... bir de şurası biraz fazla kırmızı kalmış, biliyorsunuz kırmızı kalp atışını hızlandırıyor. Müşterilere kalp krizi geçirtmek istemeyiz değil mi?(iş hayatı kötü şakaları) hahahahaha, oraya da bir şey koyuverin." denmiş gibi. Tabii, emekçi Mustafa Abimiz de laf koyarcasına oraya "NEFİS" yazacak ne yazacak başka. Halbuki NEFİS daha çok, monosodyum glutamat kullanılan hazır çorbalara uygun bir motto.
P.S: Avrupa diyince neden aklıma Freud geldi yalnız onu tam kestiremedim. Koca Avro kültürünü temsil eden ilk insan nasıl Freud olur ya hu? Gerçi Benny Hill olmasından iyidir.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Kalem Götü Silgisi Üzerine


Buradan girişimci ruhlu okurlara sesleniyorum! Kenarda biraz birikmişim var, gelin güçlerimizi birleştirip kalem götü silgisi işine girelim, yemin ederim ilk yıl paramızı amorti eder, ikinci sene de iki tane İETT otobüsü alıp, bütün gün orada bozukluk veren dayılar gibi oturur, soranlara da keyfimize göre yol gösteririz. Eğer bilmeyen biri bindiyse ve "bana şu durakta haber verir misiniz?" derse hattımızın kralı, kraliçesi olduğumuzu belirtircesine yavru bir güvercin ürkekliğinde "acaba geçtik mi durağı?" hissini yaşayan yolcuya bakışlarımızla güven, otobüsteki fortçuya sandalyemizin altındaki haydarla korku veririz. Ayrıca Vuvuzela üreticiliğinden sonra yeryüzündeki en anlamsız mesleği yapmış da oluruz böylece! Zaten vuvuzela denilen aleti üreten zihniyeti de lisedeki basketbol maçlarından hatırlıyorsunuzdur muhtemelen. Evet, onu üreten adam maç başlamadan gömleğini paşalar gibi pantolonundan dışarı çıkarıp, ekibinin liderliğini üstlenen ve yakın zamanda burada da bahsettiğim kafasına kravat bağlayan arkadaş.

Faber Castell'in grip serisi ilk çıktığında çok sevinmiştim, çünkü sonunda uzun süre kullanabileceğim bir silgiye sahip olacaktım. Asla ve asla 4 günden daha uzun bir süre bir silginin sahibi olmadım, zaten mülkiyet hırsızlıktır sloganı bence kaybolan silgiler, kalemler ve bunları bulan başka kişlilere geçmesi sonucu oluşmuş bir şey. Ama çakmak alıp unutmak gerçekten hırsızlıktır onu da belirteyim. Eğer ki, çakarçakmaz çakançakmak TOKAI hala gelirlerini arttırıyorsa bu utanmaz çakmak çalıcıları yüzündendir. Çünkü bu çakmak çalanlardan, çakmak çalanlar var ve onlardan da, en sonunda bu olayın saadet zinciriymişçesine tepesindeki adama ulaşıyoruz. Bu kadar uzun uzun anlatınca Jabba the Hut gibi kodaman tipli biri çıkacak zannediyor insan ama değil! Tabii ki, TOKAI'nin genel müdürü kendisi. Geri dönen çakmakları Apple Inc, zihniyetiyle refurbish eyleyip piyasaya tekrar sürüyor. Genellikle modifikasyon, taşlı çakmağın manyotalıya dönüştürülmesi şeklinde oluyor, dikkatinizi çekerim manyotalı çakmaklar daha çabuk bozuluyor zaten. Bu da, gerçekten bu çakmakların kendilerince birer öyküsü olduğunu gösteriyor. Evet sen okur! Belki de sen, şu an yakınındaki çakmak belki de balıkçı bir amcanın rakı masasında arkadaşına kapızlattığı çakmaktı! O dinginlik ve deniz kokan eller kimbilir kaç kere bastı o çakmağa, ayyt sıkıldım. Çakmakla da duygusal bağ kurulmasın arkadaş, demek ki serbest bırakılsa insanlar ingiliz anahtarına bile bir anlam yükleyecek.



Neyse, bu silgileri kullanırken hani bitme noktasına gelir de, metali kağıda sürtüp kağıdın ağzına sıçar ya, işte bunu yaşayan insan muhtemelen hayatının belli bi döneminde silgisi yokken parmağını yalayıp kağıdı silmeye çalışmış ama batırmış, ilkokul öğretmeni mektup yazılması için öğleden sonra tükenmez kalem getirin dediği zaman getirmeyi unutmuştur. Elimde bir adet böyle kalem bulunduğunu hatırlayıp hemen fotoğrafını çektim. Gördüğünüz gibi silgi demeye bin şahit ister ama ben yaklaşık 3 ay boyunca Denemeler 2'yi yazarken kullandım. Bu arada geçenlerde okuduğum bir kitaptan çevirmenin alıntısıyla bitirmek istiyorum bu yazıyı. Böyle ince ruhlu ve okuru düşünen çevirmenler ki durun!!! Bir saniye çevirmen değil de, Esperanto'yu ciddiye alamıyorum. Zaten dilin aktif olarak kullanıldığına dair tek bilgim OK Computer'ın albüm kitapçığında kullanılmış olduğuna dair bir şey. Hmm şimdi baktım Blade serisinin üçüncü filminde de kullanılmış, bunu unutmayacağım. Ama Godwin Kanunu'na göre bu tartışmayı Hitler'e bağlamam gerekecek o yüzden de wikipedia'dan alıntı yapayım:"In his book Mein Kampf, Adolf Hitler claimed that Esperanto was part of Jewish plot to unify the globe under one language, as part of a larger plot for world government. "


Hitler'e de bağladıktan sonra, aslında tamamen göz önünde olan bu etimolojik muhabbeti çevirmenin notu sayesinde fark ettim: "Politika kavramı "polis"den geliyor, "polisin yönetimi"ni anlatıyor. "Siyaset" ise "seyislik"den, yani sürünün yönetimini anlatıyor. Bilinçli olsun ya da olmasın, bu terimler insan ilişkilerinde içerilen iktidarın uygulanma tarzına dair birtakım anlamları üretiyor..."

Bu yüzdendir ki, aslında işinin temelinde asfalt döküp, ray döşemek olan birinin kontrolüne internet verilince seyis kafasıyla normalde sadece kitap yayınlayan bir siteye bile erişimi engelliyor. Ve bunun hakkında gerekli yasal düzenlemeler zamanın çok gerisinde. İnsan kendini ergenlik dönemindeyken annesine bir şey anlatmak isteyip de, hiçbir şey analatamayıp sürekli bağırıyormuş gibi hissediyor. Ya da böyle karabasan görürken sesini çıkarmaya çalışırsın ama çıkmaz, kalkmaya çalışır sürekli düşersin onun gibi.
Biliyorsunuz bu karabasan muhabbeti de aslen uyku felci denen bir olay, beyin yarım yamalak uyanıyor siz de kafayı yiyorsunuz bünyeyi kontrol edemeyince. Bir de buna ecnebiler Incubus falan diyor, cinli minli muhabbetleri varmış geçenlerde öğrendim. Zaten bu cinlik müessesesi hakkında pek bilgi sahibi değilim ancak üç harfliler demenin de mantığını hiç anlayamadım. Resmen Beetlejuice muamelesi çekiliyor hayvana. İzlediğim zaman ben de üç kere dedim ama gelmedi.

25 Mayıs 2010 Salı

Bir Hezeyanla Kafasına Kravat Bağlayan Adam Üzerine


Bunu en son yaptığımda bir basketbol maçında taraftardım diye hatırlıyorum. Zaten spor müsabakaları taraftarlar için olmadan olmak, hamken tamamen ham kalmak gibi şeylere sebep olduğu için kafama bağladığım kravatın anlamsızlığını fark bile etmedim, ve gözlerinin altına savaş boyasını süren Rüştü Reçber gibi, kafasına bant takan Rambo gibi moda girdim.

Zaten bu hareket, işlevini yitiren ve düşen organ gibi bir şey. Mesela Peder Bey'in kafasına kravat bağladığını hayal ettiğim zaman gözüm seğirmeye başlıyor. Sanmıyorum ki 30 yaşının üstünde bir insan bu zalım hareketi yapabilsin. Fotoğrafı da yok, bana belgelerle gelin zaten! Geçen gün de Uçankamon'la konuşurken "düğünde baba oynaması" gibi çok önemli bir konuya parmak bastık. Gogol'da "düğünde baba oynaması", "baba oynaması", "sigaralı alkış" gibi kelimelerle aratmama rağmen bir tane bile fotoğrafını bulamadım. Yazıklar olsun! Züvididi züvidit diye Pac-Man'i koymayı bilen koca firma, şu blogu host eyleyen firmanın arama motoru bir tane bile baba oynaması fotoğrafı bulamadı! Ayrıca "G" harfi de bug gibi bir şey olmuş, her oynadığımda sona bıraktım onu. İnşallah daha 4 nesil boyunca ipod killer vesaire diye çıkardığınız ürünler tutmaz!

Hemen tanımlayalım düğünde baba oynamasını: İzmarit ağızda, alkışlayarak ritm tutmak, ama düğünün sahibi olduğunu kanıtlarcasına mağrur bir gülümseme. Aslında Bizimkiler'deki biracı Cemil'i düşünürseniz daha kolay akla gelecek babanın o hali. Arada oyuna katılır gibi yapmak ama bacaklar oyuna dahil olsa bile alkışlamaktan vazgeçmemek de yine bu dansın çok önemli bir özelliği. Bunu bilmeyen vardır diye söylüyorum, çocuk sahibi olma hayalindeki çiftleri, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı kontrol ediyor ve er kişiden bu oyunu oynamasını istiyor(sigara içmezse kore malı elektronik sigara veriyorlar rahat olun), kadına da doğrudan "x hanım şu eşyamızı kaybettik nerede olabilir acaba?" diye soruyor, eğer "En son nereye koyduysan oradadır." cevabını iki saniyeden kısa sürede verirse ve kocası da izmarit dansını başarıyla tamamladıysa çift, çocuk sahibi olabiliyor. Bu yüzdendir ki mesela bazı çiftlerin çok uzun süre çocuk istediğini ama yapamadığını görürseniz diye söylüyorum, kadın hamile kalsa bile eğer izmarit dansı olmuyorsa Yılanların Öcü'ndeki gibi sırtına kaya yükleyip bebeği düşürttüyorlar.

P.S: Gogol yine yaraklarda "kafaya kravat bağlamak" dedim ikinci sayfada Hodja Nasreddin'i verdi. Adeta bir Koska Kağıt Helva pakedi gibi fotoğraf. Nasreddin Hoca da biliyorsunuz, Azeriler bizden diyor, Akşehirliler bizden diyor, ve hatırladığım kadarıyla da İranlılar da bizden diyor. Onlara bir şey demiyorum, sözü Hodja Nasreddin'e bırakıyorum. Nasreddin Hoca bir gün eşeğiyle giderken, Abdurrahman Çelebi'den düşmüş. Çevrede bunu görenler gülmeye başlamışlar hemen. "Hoca Hoca ne oldu?" diye sormuşlar, Hoca durur mu yapıştırmış hemen cevabı(abdurrahman çelebi'nin tenasül uzvunu göstererek) "Eşeğin siki oldu, yardım edeceğinize gülüyorsunuz. Bu arada Cuma hutbelerini de 25 dakikaya çıkarıyorum, gelmeyenlere de düdük yok." falan demiş. Çevre sakinler toplanmışlar hemen hocanın başına, "vah vah yazık adam kafasını toprağa çarptı delirdi" demişler. Nasreddin Hodja'nın cüppeden içeri elini sokup her film ve fıkra delisinin yaptığı gibi Napolyon taklidi falan yapmaya başladığını da fark edince bunlar "müzikle tedavi eden en yakın şifahane de Edirne'de var, eğer biz Akşehir'deysek ne ala belki bir şekilde kurtarma ihtimalimiz vardır, ama ya İran'daysak ne olur halimiz." demişler. Hemen Timur gelmiş o sırada, "Oğlum işler iyice sarpa sardı, fıkra fıkralıktan çıktı resmen onuncu kalite Üniversite Mizah Dergisi yazısı haline geldi, ne yapmalı?" demiş, bakmış çözüm bulan kimse yok, çekmiş vurmuş Nasreddin Hoca'yı. Sonra Köroğlu gelmiş demiş ki "Delikli Demir çıktı mertlik bozuldu.", daha zaten bu lafın yarısındayken "kes lan sen de iki lafın var tatava yapma" demiş Timur ve onu da vurmuş. Tabii o zamanlar ateşli silahların dolum süresi uzun, yanındaki silahtar hemen yeni bir tane veriyor. Sonra bir vakanüvis gelip bir şeyler fısıldıyor Timur'un kulağına; bakıyorlar o zamanlar daha, doğrudüzgün tüfek keşfedilmemiş, Timur akıllı adam, hemen büyük bir anakronizm yaptığının farkına varıp fıkrayı iptal ediyor. Bu yüzden Timur İmparatorluğu'nun da ömrü kısa olmuştur.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Karayolu Yolculukları Üzerine


Efendim, geçenlerde iki yazı yazdım, onları kopyalayıp buraya yapıştırıp birleştirme çakallığı yapıp, zerre efor harcamadan yeni bir yazı yaratacaktım. Ancak kopyalayamadığım için delirdim ve gidip yüzüme şöyle soğuk bir su çarpıp sabah namazına uyanmış müslüman dinçliği yaşadım.

Hayır bir tanesi de taşaklı yani, tombak'tan falan bahsediyor. Resmen tarihin karanlık dehlizlerinde okuru yolculuğa çıkartıp, en sonunda sürpriz sona ulaşıyor falan filan. Neyse Peder Bey'in de dediği gibi "kısmet"

Bugün, uzun yolculuklardaki algı sorunundan bahsetmeyi planlıyorum, zaten bunun yaklaşık 4 cümle kadar ondan bahsedip sonra başka bir yere varacağı çok belli, o yüzden "aman sen de hep aynı şeyi yapıyorsun" diyen olursa, elimden başka bir şey gelmediğini ama isterse gidip şiir yayınlayanların bloglarını okuyabileceğini söyleyebilirim. Zira az önce Muazzez İlmiye Çığ'ın kendi facebook hesabından ulaştığım sitesinde gördüğüm kadarıyla o da şiir yazmış, tabii ki kötü şiirlerde kullanılması gerekli olan soru kalıplı dizeyi, zamanla birleştirerek Mortal Kombat'ta "finish him" sesinden sonra "fatality"(Sonja'nın ki yalnız "babality'ydi)i çekerek "nesin sen ey zaman?" diye bir dize yazmıştır. Şu siteden Bülent Özcan'ın vecizelerini okumasını tavsiye ediyorum, bunların beş para etmediğini fark edip sonra diğer şairlerin dediklerini okuyabilir.

Diyelim ki 12 saatlik gideceğimiz yol var, normalde bize 3 saat olan mesafedeki sıklıkla gidip geldiğimiz yerden de geçeceğiz bu yolu alırken. İşte 12 saatlik yolda aniden geçen 3 saat olayına çok sinir oluyorum arkadaş. Böyle orta uzunluktaki yollarda hep kendimi şartlandırıyorum "hmm evet Edirne'den Ardahan'a, Sinop'un İnceburun ilçesinden Hatay'ın Beysun köyüne gidiyorum" diyorum. Ama hiçbir işe yaramıyor, boşu boşuna beynimi yormuş oluyorum. Aynı şeyi yatarken "şu an x'de değil evimdeyim." falan diye düşünüp, sonra gözleri açıp kendini x'de bulmanın rahatsızlığına benzetebilirim. Bir de 9da kalkmak gerekirken, 6.30da uyanıp "ooh ikibuçuk saatim var, ayılar gibi uyurum" demenin antitezi.

Bir insanoğlu otobüste nasıl uyur? Ne yaptıysam olmadı, boyna takılan şişman emekli kadın türkçe öğretmeni yastıklarından aldım da olmadı. Yolculuktan bir gece önce uyumadım başaramadım. Ayrıca bunu kıvançla söylebilirim, eziyet çekmeden geçirdiğim bir tane bile otobüs yolculuğum yok. Geçen gün Zulusoy seyahat'e bindim. Bu da ne kadar ilginçtir ki, televizyonlardaki gerzekliği bir kez daha gözler önüne süren bir şey. Firma isimlerini harfle değiştirmek, Kemal Sunal'ın Yüz Numaralı Adam Filmi'nde vardı bu kalebodur yerine kulekudur, aeg yerine öiğ, beymen yerine seymen, ülker yerine üfler kullanılıyordu. Neyse devam ediyorum, önümdeki dayı yola çıktığımız andan itibaren(servisler dahil) koltuğu mümkün olduğunca geriye yasladı. Ancak iki saat kadar otobüs koltuklarının 180derece yaslanıp yaslanmayacağı üzerine deneyler yapıp, sürekli o tuşa basıp itmeye çalıştı. Eğer o dayı burayı okuyorsa söylüyorum: "malesef yaslanmıyor:(((" ayrıca art arda gösterilen Wanted ve Mumya'nın üçüncü filmlerini çok sevdiğinden ötürü olabilir, iki kere izledi. Ben kendi ekranımı göremediğim için onunkinden ben de izledim.

Peki "sen niye arkaya yaslamadın?" diye soran olursa, onu sonsuz bahtsızlığımla başbaşa bırakarak arkamdakinin yaklaşık 450 kiloluk bir vatandaş olduğu, ve koltuğu indirme tuşuna bastığım an dik pozisyondan da ileri iterek hemen hemen yarı katlanmış bir moda soktuğunu gönül rahatlığıyla söylerim. Yani aslında pratik olarak kafamın kendi koltuğumla önümdeki koltuk arasında sıkıştığını söyleyebiliriz.

Diğer bir mevzuu Çizi'yi birbuçuk liraya satan orospu çocuğu dinlenme tesisleri. Şimdiye kadar bildiğim çoğu dinlenme tesisinin(bunu doğru yazmak için yaklaşık 12 dakikamı harcadım, beyin ikinci "si"yi atlıyor) ismi; Akabe, Rabia, Ashab-ı Kehf, Asakir-i Mansure-i Muhammediye ayarındaydı. Bu arada eğer İkinci Mahmoud döneminde yaşasam kesinlikle Asakir-i Mansure-i Muhammediye'ye katılmak için mülakatlara girerdim, ama paşa tanıdığım olmadığı için muhtemelen klasik, askeri okula alınmama bahanesi olan renk körü damgası yerdim. Hem zaten mülakatta bir şehir efsanesinin o zamanki versiyonu "Denize İkinci Mahmut mu düşse kurtarırsın yoksa Hz.Muhammed mi?" sorusunu sorarlarsa kendi içlerinde çelişeceklerini bildikleri için bu ordu pek uzun ömürlü olmamıştır.

Neyse, karayolu yolculuğu mevzuundan uzaklaşıyorum, ve müzikal filmlerin West Side Story'yi izlediğimden beri bana komik geldiğinden bahsetmek istiyorum. Sebebini tam olarak açıklayamıyorum ama, rahatsız edici bir samimiyetsizlikleri var bana kalırsa müzikal filmlerin. Özellikle sahneden sinemaya uyarlananları izlerken şarkı söyleyip dans edenleri ciddi ciddi tekmelemek istiyorum. Bundan önce film-noir nefretimden bahsetmiştim, ikinci bir örnek de müzikaller. Bütün müzikal filmlere "death of a disco dancer"ın "love, peace and harmony" kısmını yolluyorum. Düğüm kısmında bile bu kadar tat vermeyen başka bir şey olamaz. Resmen, "artık müzikal film çekilmesin" kampanyamı başlatıyorum bugün itibariyle. Müzikal filmler ezikler ve "dans&müzik bir nefestir benim için" diyenlere çekiliyor. Daniel Day-Lewis(s.a.v)'ın, Nine'da da dalga geçmek için oynadığını söyleyebilirim. Beyni olan her insan Daniel Day-Lewis(s.a.v) ve Fergie(aka ay krateri surat)'nin normalde aynı filmde oynayamayacağını rahatlıkla söyleyebilir. Üniversitelerin de müzikal hazırlayan topluluklarının derhal lağvedilmesi gerekiyor, adeta bir Mavr-i Mira veya Wilson Prensipleri Cemiyeti kadar insanlığa ve beyin gelişimine zararlılar.


P.S: Dev anket devam ediyor!

P.S2: Chris Cunningham'ı yeni keşfettim, hatta bu işlerin arkasında Warp Films, Warp Records olduğunu da yeni öğrendim. Kendisi Judge Dredd'den sorumluyken Kubrick tarafından A.I'nin görsel efektleri için çağırılmış, sonra müzik videosu çekmek için Kubrick'in yanında ayrılmış bir insanoğlu. Aphex Twin olsun, Squarepusher olsun her şekil videoyu yapmış. Ayrıca Michel Gondry ve Spike Jonze'a yakın olduğundan şüpheleniyorum. Aşağı Aphex Twin'e yaptığı kendisinin nasıl bir ruh hastası olduğunu ortaya çıkaran Rubber Johnny videosunu gömüyorum.

13 Nisan 2010 Salı

Bordeaux'luluk Üzerine


"Babam sağolsun."
Franz Kafka, Skoda Favorit'in arka cam yazısı, Prag, 1915

Ayrıca, önde de hemen kaputun üstünde dev boyutlarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bayrağı var bunu da unutmayalım. Benzin doldurma dalgasının da hemen altında Kafka'nın kan grubu yazıyor. Ayrıca dikiz aynasında da taş plak asılı.

Size bir anımı anlatıp sonra Bordeaux'lu olmanın verdiği büyük haz için "Bordeaux'lu olmak ayrıcalıktır." isimli mottomu kullanarak koca şehri, kalitesiz özel okulların sefaletine düşmekten alıkoymamayı planlıyorum. Su testisi elinde. Kafka dalgasını anlatıyorum, aranızda bilenler var; onlar doğrudan Bordeaux'ya atalayabilir. Neyse efendim, ben bir akrabamla sürekli akademik yazışmalar içerisindeydim. Allah sizi inandırsın bir odanın yarısı mektup dolu -Kurt Vonnegut galiba, eski aşk mektuplarınızı atmayın diyordu "Sun Screen" konuşmasında- tamamen bu insanoğluyla konuşmalarımın kayıtlarını tutmak amaçlı aslında, akrabamla aşk ilişkisi yok aramda. İyice batırdım neyse. Birgün yine diyaloğa girdik, Prag'a gittiğini öğrendim. "Aaa" dedim, "Bana oradan Dava'nın orijinal metninde bir kopyasını alır mısın, bir de Kafka müzesinde fotoğraflar çek."dedim. Hoca durur mu yapıştırmış hemen cevabı "Franz Kafka, Fransız değil miydi ya?" Ulan Fransız olsa ben zaten giderim mekanına değil mi? Hadi bunu düşünemedin aniden edebiyat şovu yapmaktansa lütfen bir Gogol'da ara. Sonra zaten aramızda bir süre soğukluk oluştu.

Geçenlerde Bordeaux'ya geri döndüm, şatoda bahar hazırlıkları sebebiyle bir telaş almış başını gidiyor. Nisan'ın ortasında bahar hazırlığı mı olur? demeyin, bizim oralarda geç geliyor bahar. Yeni alınan işçiler konuya çok hakim olamadığından, hemen Çağdaş Ünite dergilerinin "Bahara Hazırlanıyoruz" ünitesini içeren fasikülün kalitesiz bir taşbaskısını verdim. Tabii ki hemen zımbalarından koptu. Ananızı sikiyim sizin o dergileri üretenler, bir neslin ömrünü çürüttünüz. Bir tane kapağa sahip olan dergim olmadı, kumandaların kaplandığı naylonla bile kapladım, ona rağmen koptu. Bir de Roll bu şekilde parçalanmaya müsaitti rahmetli. Raftan alıp yerine koyarken bile o zımbalarla beraber içine göçüyor, sonra elinizde Neil young'la odanın ortasında kalıyordunuz. Bir de az önce bahsettiğim ünitenin var olmadığını hatırladığınızı tahmin ediyorum, ancak sonbahar'a hazırlanıyoruz ünitesi var bunu unutmayalım. Turşu, reçel falan yapılır kürklerimizin altına yağ depolarız, bazı ayılar kış uykusuna yatar, yorganlar havalandırılır, imece yapılır olmadı salma yapılır vs vıs.

Neyse, benim Bordeaux'nun Paşası olmadığımı düşünenler olacağını tahmin ettiğim için evde bir adet fotoğrafımın, fotoğrafını çektim. Bir fotoğrafa böyle kötü muamele yapılacağına hüzünlü bir şekilde küllük içinde yakılsın daha iyi asında! Kapalı yerde yakmayın çok kötü kokuyor yalnız. Ha duygusal meselelerden ötürü avuç avuç fotoğraf yakmadım, çok kötü vesikalıklarım vardı hepsini telef ettim sinirimden. Asa belki naylon gibi duruyor olabilir ama normalde, tamamen incilerle donatılmış durumda ve tabii ki kaftanımın rengi Bordeaux. Ey okuma yazma bilip de şu cümleyi okumaz olaydım! diyen insanlar, çok haklısınız. Birinin böyle gerizekalı kelime esprileri yapması bir anda olacak bir şey değil. Yıllar boyunca süren bir emek ve çökmüş eğitim sistemi vesilesiyle bu noktaya varılabiliyor.

O yüzden de değil, deşarj olmam lazım, boşboğazlıkla başarılmaz böyle işler. YÜREK İSTER...!!!!

Son olarak Bordeaux'yla ilgili kadim dostum Baudelaire'in yazdığı bir maniyi aktarıyorum buraya:

Hiç sevmem ben Ülker Rondo
Melih Gökçek'le benzer sırıtışa sahiptir Arto
Sorsalar nedir arkadaşının kaftanının rengi deyu,
Baudelair'oğlan der Bordo.

19 Şubat 2010 Cuma

II.Meşrutiyet Dönemi Gece Hayatı Üzerine


-Vallahi pek, mütenasil bir insansın Monşer!!

-Teveccühünüz, o sizin mütenasilliğiniz Enver Bey. Bırakalım da bu lakırdıları, duydunuz mu Harbiye Nazırı'nın Mecelle'sinin arasında sıbyan fotoğrafları bulmuşlar!

-Aaa ne diyorsun Monşer o da mı sıbyancı çıktı!! Ya Talat Paşa'nın Rahiya Hanımla makamındaki rahlenin üzerinde cima etmesi!!!

-Sormayın Azizim grande sansasyon, tüm societé bunu konuşuyor. Ancak ben de cins-i latiften olsam, Talat Paşa'yla cima ederdim. Ayrıca yine cins-i latiften olsam fahişe olurdum.

-Ah azizim, biz de garba yüzümüzü döndük ama, sanırım ilmini değil ahlaksızlığını alacağız!!

İstanbul'un gece hayatının aynen böyle olduğunu düşünüyorum. En yeni faytona sahip olanlar, ya da işte gramofonlu faytona sahip olanın çok büyük forsu oluyor sosyetede. Gerçi o taş plaklar da, fayton büyüklüğünde. Gerçekte, bu eski taş plaklardan ilk defa TRT'nin Harbiye Stüdyolarında görmüştüm. Onların da üstünde "Sahibinin Sesi" köpeği vardı, ve tahminimce Sahibinin Sesi'nin logosu, marka değeri en yüksek olan logolardan biri olabilir. En azından tersten bakınca "allah yok bilmemne yok" yazan münafık kokakola gibi değil!! Yazarken bile şu anda altıma kaçırdım zaten. Çünkü bunu gerçekten kanıtlamaya çalışan site gördüğümü hatırlıyorum. Ulan Coca Cola'ya da yıllardır ne saldırdılar anasını satıyım, vay İsrail'e yardım yapıyo, yok Amerikan Silah Endüstrisi mermi yerine kola kullanmaya başlayacak, vay kokakola özütüne fareler sıçıyorlar tavşanlar attırıyorlar. İşiniz gücünüz mü yok ulan? Bundan sonra "Ben de o kadar zengin olsam ben de Orhan Pamuk olurdum, adamın kafası rahat abi!"yi bir de "Coca Cola X yapıyormuş"u söyleyenlerin vay haline!!!

Çünkü Rahibe Teresa'dan sonra en son İsa'yı ben gördüm, "Git babana söyle, birkaç tane ayete ivedilikle ihtiyacımız var!" dedim ve bunları teker teker kağıda yazdım. Ayrıca, bundan sonra arkadaşlarına yıllardır aynı marka birayı içmesine rağmen:"olm tuborg mu içiyosun, efes içsene lan!! Carlsberg bok gibi!" falan diyenlere de büyük azap var haberiniz olsun. Ha ben Efes içiyorum, ama Fransa'nın Efes'i başka. Gelişmekte olan, gelişmemiş, gelişebilir, gelişen gibi ülkelerinkine bin basar.

P.S: Tenasül kelimesinden "mütenasil"i sallayınca biraz acaip olmuş. Bir de bunu düşünürken Memo Tembelçizer'in çoktan Yağlı Geçmiş Zaman köşesinde benzer bir şey yaptığını hatırladım, ama geç kalmıştım. Ayrıca İkinci Meşrutiyet, ya da 2.Meşrutiyet diye değil, hep II. Meşrutiyet diye görüyorum. Adamlar kelimenin kendisine tarih yüklemeye çalışıyorlar.

P.S: Google'a "fes meşrutiyet" diye yazdım o fotoğraf geldi. Engin Öztekin isimli illüstratör abimizin. Çok güzel çizimleri var, enginoztekin.com'dan siteye ulaşabilirsiniz.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Sarhoşluk Üzerine Gibi

Az sonra okuyacağınız yazıyı sarhoş olduğum bir akşam yazmışım. Cümlelerin hepsi adeta Kurtlar Vadisi'nden fırlamışçasına beylik ve aynı zamanda bomboş.Sarhoş kafayla zamanı sorgulamaya kalkmalar, madde üzerine konuşmaya çalışmaların sonucunda götüm sıkıştığı zaman kültürel referanslara baş vurmak durumunda kalmışım. Resmen o kafayla eski sevgiliye atılan mesajların ayarında. Sanki çok sağlam bir altyapıda gibi geliyor yazarken, ama malesef karşıya ulaştığında okuyan şahıs için hiçbir anlamı yok. Çok yazık ama insan aptallığının sınırları yok. Buyrun bu rezaleti okuyun:

Geçenlerde Valide Hanım'la tarihler üzerine konuşuyorduk. Önce, 35 yılın üzerindeki eşyaların antika sayıldığından bahsettim. Kendinin antika olup olmadığını neşeyle sordu. O da gelecek cevabın gaz verme içerikli olacağını bilerek soruyordu bunu, ama yine de bu tip ilişkileri devam etmek için oynana neşeli oyunlar. Sen antika değilsin ulan, en azından dizileri takip ediyorsun, halbuki Leyla Soykut'un çevirdiği kaç tane 65 basım Dosto kitabı dizileri takip edebiliyor ki, rahat olunuz Valide Hanım'cığım, dedim içimden.

O belirtmeden önce de çok düşünüyordum. Elimde 1958 ya da 1963 basım kitaplar vardı. Onların varlığını nasıl ele alabilirim hala bilmiyordum. Arada gerçekleşen siyasal toplumsal olaylara ne kitapları dahil edemiyorum. Arkası doldurulmadan oluşan yorumlar gibi dursa da, en azından aranızdan birkaçınızın bu konu üzerine düşündüğüne inanmak istiyorum. Zaman meselesi üzerine şimdi konuşmam tabii. Samimi olmadığım halde aniden karşılaştığım bir insanla yaratmaya çalıştığım diyalog gibi bu zaman meselesinden bahsetmeye kalkışmak. Bu konudan bahsetmeye kalkışınca, olmayacak, aptal sırıtmalarla yüzyüze kalacağız çift taraflı olarak.

"Biliyorum canım günlük yaşamaıyorsun, ama yine de yazıyorum." saçmalığına düşmemek önemli galiba. Eşyalar tabii ki kendilerince fark edemeyecekler durumu, bizim için bir eşyanın zamanı fark etme meselesine herkes ayrı yorum getirecektir. Elimde sahaftan aldığım bir "As I Lay Dying" var. Murat Belge çevirisi. Başkası çevirse ne düşünürdüm 1968den bu yana geçirdiği sürede? Kitabın kendisinin bir şey fark ettiğini varsaymıyorum. Sadece, bizim onun için geçen süreyi nasıl algıladığımızı düşünmek istiyorum. Çünkü bir bakış açısı kazandırmak, durduk yere Fabl görünümüne sebep olacak. Halbuki yarın yakabilirim o kitabı ve umrumda olmaz.

Bu durumu daha fazla uzatabilecek algım yok zaten, lineer şeyleri bile algılamak bünyeyi zorlarken durduk yerde zaman üzerinden çıkarım yapmak Kurt Vonnegut gazı vermek olacaktır. Bunu yapamam.

İkinci bir mesele olarak Kumbağ, Kumburgaz, Şile, Ağva, Tuzla, Eskihisar, Polonezköy gibi mekanların ortak bir özelliği var gibi. Geçen sene Etrafta'da, 60ların cemiyet hayatının yazlık evlerinin fotoğraflarını görmüştüm Darıca civarında. Nasıl da o yurtdışında görmeye alışkın olduğumuz altmışlar mimarisiydi, ki sonrasında biraz doğusunda bir mekanda Orhan Pamuk da bunun ekmeğini yiyecekti. Halbuki benim için şu an "yazın yaşanılan mekanlar" isminin arapçası bile gelmediği için kullanamıyor, yarım saatir hangi kelimeyi yerleştireceğimi düşünmek zorunda kalıyorum. "taziye" bile aklıma geldi.

Neyse, İstanbul'un hem doğusunda hem batısındaki yazlık mekanların çoğunu kışın da gördüğüm için haklarında konuşabileceğimi düşündüm. Öncelikle boşalmış yazlık siteleri gördükçe, rüyamda boşluğa adımımı atıp düşmüş gibi hissediyorum. Bu rahatsızlığın var olmasının sebebi, Ege evleri tarzında yapılmış evlerin aslında hiç de Ege evi olmaması, bu gariplerin görünüşlerinin sadece yazın ortaya çıkması ama aslen geri kalan 8 aylık diliamde kendilerini reddedecek yapıya sahip olmalarından kaynaklanıyor galiba. E be mütteahit ağa, sen gidip bir evi Rodos'a kurabilecek şekilde yaparsan, bu Güney Marmara'ya da ters gelir, Kocaeli-Çatalca Yarımadası' na da ters gelir.

Tabii imar mekanı kalmamasıyla birlikte, 90ların ortasından itibaren bu tip yapıların inşaatı azaldı Marmara Bölgesi'nde. Ama, çoğu yazlığa uzak olan bakkalar hep akılda kaldı. Ben hiç bakkala yakın olan yazlığa denk gelmedim. Hep çirkin naylon beyaz poşetler içerisinde eve iki ekmek taşıdım. Geçen seneden beri nemden mahvolmuş kilidini değiştirmek zorunda kaldığımız evlere. Aslında bizim olmayan eve.


P.S: Bunu normal kafayla yazıyorum, allahaşkına şu son cümledeki şiirsel bitirme gerzekliğini görüyor musunuz? Keşke bir de üç noktayla bitirseymişim tam sıvanmış olurdu o zaman. O yüzden buraya Hz.Ali'den bir alıntı yapıyorum: "İçki bütün kötülüklerin anasıdır."

P.S2: Sinirlendim fotoğraf bile koymuyorum ulan!

P.S3: Bu da basın ilkelerine uymaya yemin etmiş arkadaşlar için geliyor. Bu az sonra yazacağımı, günlük hayatta kullananların yüzüne tükürme kararı aldım: "Bir köpek adamı ısırırsa haber değildir, bir adam köpeği ısırırsa haberdir." Eğer kavga deneyiminimiz varsa, hiç düşünmeden dalın, ama önce mutlaka yüzüne tükürün derim ptüüühh diye.

P.S4: Ya bide ilkokuldayken bi burun deliği hep sümüklü olan çocuklar vardı, ne oldu onlara?

6 Şubat 2010 Cumartesi

Kasr-ı Uzret diye bir şey öğrendim, eğer Tuna Kiremitçi Olsam Yeni Kitabımın Adı Olurdu Üzerine

Dostlar, kaç gündür buralarda yoktum. Bu süreçte hayatımda hiçbir değişiklik olmadı. Sadece top sakal hakkında derince bir araştırmada bulundum şu sürede. Merak etmeyin, ben okuruma ihanet edip top sakal bırakmam. Bu 25000 kişiyi kapsayan dev araştırmanın sonuçlarını şimdi açıklıyorum: Top sakal bırakan erkeklerin %70'i dersanelerde kimya öğretmenliği yapıyor. Bu yüzden tüm insan erkeği ırkına sesleniyorum: Eğer dersanelerde fizik, biyoloji ve bilhassa kimya öğretmenliği yapmıyorsanız rica ediyorum top sakal bırakmayın, zira Gurbetçiler dizisindeki üçkağıtçı adama benziyorsunuz.

Biliyorsunuz, ısınma masrafları yüzünden Fransa'dan Constantinople'a taşınmıştım. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'ndan mektup geldi. Akropolis'i verme kararı almışlar. Ben de Mahmut Hoca'nın dediği gibi "Okul sadece dört duvar arasında olan bir şey değildir." ekolüne bağlı olduğum için Akropolis'e taşındım. Şu yukarıdaki cümlede bulunan okul/ekol kelime oyunlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Bir de hiç "École Normale Supérieure "ü hem normal hem süper nasıl oluyo ulan? dediğiniz oldu mu bilmiyorum, benim bir ara oldu. Sonradan "Fransızca düşün Monteyn, Fransızca düşün!!" deyip sonuca ulaştım. Aslında bu yalanlardan sonra şunu söyleyeyim ki, şu 30 kişilik dev kalabalığa yaptığım ihanet yüzünden asla affetmeyeceğim kendimi. Resmen arayı soğuttuğum için yarak gibi yazıyorum. Hani bir arkadaşınızla 4 ay görüşmezsiniz, sonra görüştüğünüz an anlatacak o kadar çok şey birikmiştir ki hiçbir şey anlatamazsınız ya, işte aynen öyleyim. Tek fark var, anlatacak pek bir şeyim birikmedi.

Bugün Swan Song muhabbetinden bahsedeceğim, sonra da ufak sürprizlerle ilişkimize biraz heyecan katmayı da planlamıyor değilim.

Bundan önce, breaking a horse's spirit muhabbetine nasıl hayran olduğumu, ve muhtemelen ingiliz dilindeki en güzel olaylardan biri olduğunu söylemiştim. Buna Swan Song olayını da katıyorum. Hemen açıklayayım, Sessiz Kuğu denilen bir hayvan var, bu arkadaşın ömrü boyunca sesinin çıkmadığına ve ölmeden önce son kez tüm gücünü kullanarak çok harika bir şarkı söylendiğine inanılıyormuş geçmişte. Şimdilerde de herhangi bir şeyin tüm gücüyle verdiği son performansı muhabbetine kullanılıyor.

Mesela buna en iyi örneğin Nejat Uygur'un Zamsalak oyununda kendi mezarını görüp hepimizi ağlatmasını örnek olarak göstermek isterdim, ancak kimsenin kalbini kırmak istemem. Video oyunlarını bilenler için söylüyorum diyecektim ki, video oyunu ne lan? Anadolu liselerindeki ingilizce hazırlık sınıfı kitaplarında bulunabilecek kadar rahatsız edici bir şey bana kalırsa. Bildiğin atari işte. Neyse, işte atari oyunlarını bilenler için söylüyorum. Mesela God of War 2, Play Station platformunun Swan Song oyunudur. Götümden uydurmuyorum, zamanında wikipedia sayfasından bakarken de, swan song'un tanımına buradan ulaşmıştım. Ya da herkesin daha seveceği bir örnek vereyim. Mesela The Division Bell albümünün son şarkısı High Hopes, Pink Floyd'un Swan Song'udur. Şu yaptığım benzetme de hayatımda yaptığım en duygu dolu benzetmeydi tahminimce, oldu olacak dinleyeyim de tam olsun. Aha dinliyorum.

Hemen başka bir konuya geçelim: TRT'de yayınlanan Japon Sarayları'nda geçen diziler. Şimdiye kadar çevrenizde hiç bu iki diziyi izleyen birileri olduysa yalvarırım haber verin. Hayatımda onlarca teyze tanıdım hiçbiri izlemiyor bu dizileri. Şimdi emin de değilim iki tane mi, yoksa bir tane mi, Sanırım biri Prenses'in Elmasları gibi bir şey. Şu an yayın akışına baktım bulamadım da dizileri. Demek ki, TRT bile kabul etmiyor bunları yayınladığını. Zaten ne zaman denk gelsem fonda(arka fon diyenlerle aramız bozulacak) sürekli Maeve Binchy kitap kapakları kullanılıyor. Bir de buradaki kitleyi tenzih ediyorum ama, bir insan Artemis Yayınevi'nden çıkan kitapları okumaya başlamışsa, evde kaldığına inanıyorum. Ha evlenip evlenmeme meselesi değil olay beni hiç bağlamaz. Ama, evladının evde kalıp kalmayacağını merak eden ebeveynler varsa burada diye bu genellememi de paylaşayım dedim. Ha bunu dert edinen adam zaten bu blog'u okumaz, aman uzadıkça sıçıyorum. Okumayın işte lan o kitapları, Maeve Binchy gerçi Doğan Kitap'tan çıkıyordu galiba, ona şimdi tam bir şey diyemeyeceğim. Ama Artemis'ten okumayın lütfen. Onun yerine gidin Meryl Streep'in son zamanlarda çok sardırdığı romantik gibi müzikal gibi komedileri izleyin.

Alın bu da Part-Time Lover'dan sonra dünyanın en güzel şarkısı ve sözleri de çok serttir yani


Phil Collins & Philip Bailey - Easy Lover
Yükleyen MALIK69T. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

P.S: 30. kişinin adını çok beğendim, hatırladığım kadarıyla Momo'daki kaplumbağa'nın ismiydi. Şu an google'dan da araştırırdım ama, yanlış yaptıysam da aşağılanmayı hak ettiğim için araştırmayacağım.

P.S: Şarkının başı biraz eksik, ama klipteki Philip Bailey ve Phil Collins arasındaki 80ler'liği görmeniz için gömmek zorunda kaldım. 80lerlik de bundan sonra kuşaktan kuşağa aktarılsın.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Ay Kalp Dizdar Şekerleme Tişörtü

Domdom Ali'nin Dizdar Şekerleme tişörtüne ilk gördüğüm andan beri vurgunum. Sadece bir tane bile elimde olsa her gün giyer, yatmadan önce de lavaboda beyaz sabunla yıkar asardım. Eğer tanıdığında olan varsa, ya da çevresinde yaptırabileceği birileri varsa, biçilen fiyatın dört katını ödeyebilirim. (Ama baskı değil!!! Harfler dikilmiş olacak!!)

Gördüğünüz gibi arkaya sadece "Dizdar Şekerleme"yazmakla bitmiyor iş. Ön tarafa da adeta Japon alfabesi titizliğinde dikey olarak Dizdar yazılacak. Vay efendim Adidas Originals'mış, yok three stripes'mış. Size babam Monsieur Monteyn'den bir anekdot yazayım: "Efendiler! Söz konusu Dizdar Şekerleme Tişörtü olduğu zaman, gerisi teferruattır!"

P.S: "Tanıdığında olan varsa" lafı biraz abartı kaçmış. O zamanların moda tişörtüymüş gibi evladiyelik olarak Dizdar Şekerleme tişörtünü saklamış olan bir ebeveyn olacağını sanmıyorum. Ha benim elimde sadece inşaat işçilerine ve tesisatçılara verilen soluk mavi "Baylan Su Sayaçları" tişörtüm var ve onu tabii ki çok iyi koruyorum, renginin daha çok solması için kumsala giderken sırtımdan çıkarmıyorum.

"Baylan Su Sayaçları Tişörtüne asla hayır diyemiyorum!"

15 Aralık 2009 Salı

Bir Habercilik Başarısı Üzerine


Dün akşam Hollywood Film Yapımcıları ve Müzisyenleri Dayanışma Derneği'nin, ATV Ana Haber Bülteni adına verdiği davetteydim. Açıkçası bu işin mutfağında bulunan birisi olarak bunun olmasını uzun süredir bekliyordum, ve hatta bana kalırsa çok geç kalmış bir karar diyebilirim.

Dün akşam Hollywood'un her yerinden insanlar, New York'dan da Woody Allen gelse bile protokol Pirates of the Carribbean ve Requiem for a Dream filminin yapımcıları ve film müziklerinin bestecilerine ayrıldı. ATV Ana Haber'in yaklaşık 6 yıldır kullandığı aşağıda da bulabileceğiniz iki şarkının telif hakları artık tamamen ATV Ana Haber Bülteni'ninin kontrolüne geçmiş durumda.


Gecede duygu dolu anlar yaşanırken, Ali Kırca'nın konuşması salondaki herkesin gözlerinden birer damla yaş süzülmesine sebep oldu. İşte o konuşmadan bazı parçalar: "Açıkçası biz bu yolun başındayken kimse 6 yıl boyunca aynı müziği haber bülteninde kullanabileceğimize inanmıyordu. Ancak o zaman -o an bir heyecanla gözümü karartıp- "eğer inanırsak başarabiliriz arkadaşlar, eğer inanırsak başarabiliriz!" dedim, ve işte gördüğünüz gibi şu an buradayım. Tüm ekip arkadaşlarıma, özellikle her türlü felaket sahnesinde Requiem for a Dream soundtrack'inden Lux Ataerna parçasını ısrarla yerleştiren Tahsin Özgün'e çok teşekkür ediyorum."

Ali Kırca'nın bu duygusal konuşmasından sonra, en başta bir kişi yavaşça alkışlamaya başladı, sonra diğer konuklar da birer birer katıldı ve herkes yavaşça ayağa kalkıp gözlerinden yaşlar gelerek alkışladı.

Gece, Londra Filarmoni Orkestrası'nın bu iki parçayı canlı çalmasıyla sonlanacakken bir sürpriz daha yaşandı ve İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth telefonla törene bağlanıp Londra Filarmoni Orkestrasını ATV Ana Haber Merkezine hediye ettiğini belirtti. ATV'nin ana binasındaki camlı yerin önünden geçerken eğer büyük bir orkestrayla karşılaşırsanız sakın şaşırmayın, çünkü o insanların ve enstrümanların hepsi ATV'nin zimmetli malı dün akşam itibariyle.

P.S: Gecede ufacık bir tatsız an yaşandı. "Levent Kırca'yla Soyismin De Aynı Tipin De Benziyor Ali Kırca Gerçeği Açıkla!" yazılı bir pankart açan protestocu, güvenlik görevlilerince çok kısa sürede etkisiz hale getirildi.
 
Copyright © 2010 MONTEYN