31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni Yıl'dan Beklentiler Üzerine

Yukarı, yeni yıldan beklentim olarak "Gordon'u Nah Alırlar" fotoğrafını koyacaktım, sonra vazgeçtim. Zaten bu yazının da yeni yılla alakası yok. Olmasın da zaten dostlar. Hatta "Deliye her gün yılbaşı" isimli çok kötü bir şaka geçti aklımdan, sonra dişlerimi kıracak noktaya kadar sıkıp bunu yapmaktan vazgeçtim. Bugün daha çok, birkaç konudan bahsedip sonra da şatoda verdiğim yılbaşı özel orgy partisine katılmayı planlıyorum.

Derdim, gazetelerin internet siteleriyle. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti 60.Hükümetinin Ulaştırma Bakanlığı galiba bu tip işlerle uğraşıyor. Mümkünse buradan Binali Yıldırım'ın Porno sitelere uyguladıkları keskin sansürün bir benzerini "Bu Ünlüyü Tanıyabildiniz mi?", "İçip, Amı Götü Dağıttılar!!!", "Estetikten Önce, Estetikten Sonra", haberlerine de uygulamasını istiyorum. Milliyet.com senin benden haberin yok ama bir gün editörlerinden biri şu siteyi görürse diye söylüyorum: "EVET O ÜNLÜYÜ TANIDIM BEN!!! TEOMAN O!!!" yeter artık ulan. Normalde Özcan theseymenağa Deniz'in gülümsemesini gördüğüm zaman bile delleniyorum, bir de bana Billy Preston afrolu fotoğrafını gösterince çizgi filmlerdeki fareden korkan teyzeler gibi sandalyeye tırmanıp tırnaklarımı yemeye başlıyorum.

Ayrıca bu yıl, Binali Yıldırım ve Taner Yıldız'a Uluslararası Cami Hacıkokusu Dağıtıcıları Federasyonu tarafından "Yılın En Çok Misk-i Amber Kokan İnsanı" ödülünün verildiği haberini okuyunca, çok mutlu oldum. İlk defa bu ödül iki kişiye birden veriliyor çünkü. İkisini de gördüğüm zaman namaz kılarken yanyana saf tutup hak yolunda ayrılmayan dostlar olarak düşünüp, çoraplarının rengini ve kokusunu tahmin etmeye çalışıyorum. Sonra çocukken Kuran Kursu'na birlikte gittiklerini falan hayal ediyorum ama, malesef Taner Yıldız'ı sakalsız düşünemediğim için başarıya ulaşamıyorum. Deniz Cuylan'ın sakalsız olması gibi bir şey çünkü.(Tam bunları yazarken "Einstein disguised as Robin Hood." dizesini duydum Bob Agamdan, çok iyi oldu, çok da güzel oldu.)

Gelelim başka bir konuya. İlkokul birinci sınıfta test oluyorduk. Bir kilo pamuk mu daha ağırdır? Bir kilo demir mi daha ağırdır? diye bir soru çıkmıştı ve doğal olarak bir kilo demir daha ağırdır demiştim. Hala da bir kilo pamukla bir kilo demiri aynı anda getirip önüme koysanız bir kilo demir daha ağırdır derim. Buradan "Dış görünüşe çok çabuk aldanıyorum, beni kandırmak çocuk oyuncağı. İlişkilerimde de hep bu tuzağa düşüyorum işte." gibisinden çıkarımlar yaparak size eziyet de edebilirdim, ama bugün yapılacak şey değil bu.
Bir ülkenin Yüksek Öğretim Kurulu'yla, bir otomobil lastik firmasının hemen hemen aynı logoya sahip olması, sizce de biraz üzücü değil mi? YÖK'ün albümünü geçenlerde yeni gördüm. (Bu cümlede biraz gariplik var diyenleriniz var tahminimce? Birileriyle konuşurken yazıyordum onu, amblem yazmaya kalkışıp konuştuğum şeyi yazmışım.) Resmen adamlar dalga geçiyor bizimle. Öyle saçma bir şey ki, "Bu kafayla asla düze çıkamayız azizim!!!" diyorum. Hatta "Çocukları yıllardır yarıştırmaları boşuna değilmiş, eshesh" ortayaşınıbirazgeçmişbaba şakamı da yaparım burada. Hadi logoyu tasarlayanlar hayatlarında hiç oto sanayi sitelerinden birine uğrayıp Yokohama takvimi görmemişlerdir belki. Şimdiye kadar hiçbir YÖK üyesi de mi görmedi bunu? Üst kademe memurların çoğunun Megane'ı var, eskiden de Broadway'leri vardı. Bir tane bile mi lastikçiye uğramadı bunlar?

P.S: Saçları, şatodayken toplamadığım zamanlar için kulakları rahatsız etmesin diye, Valide Hanım'dan taç istemiştim. Zaten bir insan erkeğinin taç takması sadece futbolcu olursa biraz kabullenilebilecek bir şey. Öteki türlü estetik açından tam olarak, kötü apartmanların üstündeki kat çıkma demirleri kadar kötü duruyor. Neyse efendim, Valide Hanım Hello Kitty'li taç almış, "O tepedekini kır ama, kız şeyi o" dedi üstüne. Zaten o sırada gülmekten katıldığım için bayılmışım. Hello Kitty'yle takmaya başladım. Baktım bi sabah gizlice şatodaki odama girip kırmış. Çok üzüldüm.



Dikkatinizi çekerim yalnız renk olarak siyahı tercih edip, karizmadan ödün vermeme çabaları da var. Çok seviyorum lan Valideyi.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Yılbaşından önce sizi yasa boğmak istedim. Son videoda 4.40dan başlayarak gerekli yere kadar izleyiniz.(Hele 5.40'dan sonrası çok feci) Gerçi Canım Kardeşim'in tamamı kendi başına yeryüzünün en acıklı filmi. Müziğini dinleyince bile, kırık cam parçaları çiğneyerek öldürmek istiyorum kendimi.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Ay Kalp Dizdar Şekerleme Tişörtü

Domdom Ali'nin Dizdar Şekerleme tişörtüne ilk gördüğüm andan beri vurgunum. Sadece bir tane bile elimde olsa her gün giyer, yatmadan önce de lavaboda beyaz sabunla yıkar asardım. Eğer tanıdığında olan varsa, ya da çevresinde yaptırabileceği birileri varsa, biçilen fiyatın dört katını ödeyebilirim. (Ama baskı değil!!! Harfler dikilmiş olacak!!)

Gördüğünüz gibi arkaya sadece "Dizdar Şekerleme"yazmakla bitmiyor iş. Ön tarafa da adeta Japon alfabesi titizliğinde dikey olarak Dizdar yazılacak. Vay efendim Adidas Originals'mış, yok three stripes'mış. Size babam Monsieur Monteyn'den bir anekdot yazayım: "Efendiler! Söz konusu Dizdar Şekerleme Tişörtü olduğu zaman, gerisi teferruattır!"

P.S: "Tanıdığında olan varsa" lafı biraz abartı kaçmış. O zamanların moda tişörtüymüş gibi evladiyelik olarak Dizdar Şekerleme tişörtünü saklamış olan bir ebeveyn olacağını sanmıyorum. Ha benim elimde sadece inşaat işçilerine ve tesisatçılara verilen soluk mavi "Baylan Su Sayaçları" tişörtüm var ve onu tabii ki çok iyi koruyorum, renginin daha çok solması için kumsala giderken sırtımdan çıkarmıyorum.

"Baylan Su Sayaçları Tişörtüne asla hayır diyemiyorum!"

Evlilik programları, o kadar çok mektep/talebe kelimesini hala kullanan 65 yaş üstü insanlarla doldu ki, sanırım bu programların hepsinin adı şu an "X'le Evlilik", isminin yerine "X'le İzdivaç"oldu. Talip, Zevce doldu ortalık. "Îzdîvâcînîzâ tâlîbîm" ayağına yapılan olay da, arkadaş ortamında evlenecek insan bulmaya utanan dedelere ninelere ulusal kanalda godoşluk yapmak. Vay Esra kızım ne tatlısın, vay bilmemne kızım çok iyisin. Bir godoşa birkaç yüzbin kişi sempati besleyince bu durumdan sıyrılıp kendine yeni bir imaj mı yaratıyor ne oluyor? Öyle de sığ yaklaşıyorum ki bu konuya, hiç de etrafından dolanıp uzatamam.

Birini tanıyordum: "İki tane kız hazır. Askerden dönünce işe başlıyorum, araba da var. En fazla iki hafta pezevenk derler, ondan sonra X Bey demeye başlarlar." demişti. O olay. Mature ve Granny Godoşluğu, ayrı bir sektör tabii!
Bu da kanallardan birine hediye slogan olsun:
"Star TV!!!
40 yaş üstüne Godoşluk Bizim İşimiz!"

P.S: Yukarıdaki eski yastıklı simgesel şakadan çok utanıyorum, ama yapmasam da hep düşünecektim bunu. "Bir yastıkta kocayın" dendiği zaman tam olarak böyle bir yastık geliyor aklıma. Şu dediğim çocuğun da arabası gerçekten tam olarak o şablona uyuyordu. Beyaz Şahin, Siyah Tintli camlar ve mor neon.

25 Aralık 2009 Cuma

Vic Chesnutt öldü. (Ölmemiş de olabilir.) Yok ölmüş.


Sürekli müzisyen ölümlerinden bahsediyorum burada, içim burkuluyor. Şimdi de Vic Chesnutt'ın intihar ettiğini öğrendim. Bu çeşitli sebeplerden ötürü erken ölen Elliot smith, Jeff Buckley, Nick Drake insanlarını toplayıp ağzına yüzüne girme kararı aldım. Hayır işin kötü yanı bu insanlar kesinlikle Araf'ta kalacaklar. Michael Jackson'ın ölümüne ahlaksızca yaklaşmıştım ama buna hiçbir şey diyemem. İntihar ettiği için de değil, mütevazi bir duruşu var sadece onun için.

P.S: Nick Drake öldüğünde başucunda Sisyphos Söyleni varmış. Eğer Tahsin Yücel çevirisini okumaya kalkıştıysa, kendini öldürmesine hak veriyorum. Gerçekten insanı intihara sürükleyen bir deneyim. 10 sayfadan sonra absurde kelimesi yerine uyumsuzu okudukça Tahsin'in sırtına bıçak saplamak isteğiyle doluyordum, kitabı bıraktım doğal olarak. Elinde doğru düzgün bir Le Myth de Sisyphe olan varsa, bana yollamasın; bir kampanya başlatalım Dünya Barışı için, bunların hepsini Taso'nun evine yollayalım taa ki kitaplar içinde boğuluncaya kadar. Sonra evine en yakın benzin istasyonundan bir bidon 98 oktan kurşunsuz benzin alıp Le Mythe de Sisyphe'ler arasında yakalım. Öyle de sert yaklaşıyorum Tahsin'e.

P.S2: Başlıkta bir oyun yok. Olay şudur, adamın öldüğünü teyit etmek için pitchfork'a baktım, komada olduğu yazıyordu, wikipedia'ya da baktım orada da ölüm tarihi yazmıyordu. Şimdi tekrar baktım oldu.

Geceye Uyanmak Üzerine


Ahmet Ümit kitabı gibi oldu özür dilerim. Hemen bunu Uğur Polat telaffuzuyla "Geceye Uyananlar" diye içimden söyleyerek korktum. Sonra Uğur Polat'ın muhabbete gelebilecek bir insan olduğunu düşünüp daha az korktum. Ama son bir yılda yaratabildiğim en şiirsel kelime grubu buydu, o yüzden çok fena oldum.

Aslında şiirsel de değil, gerçekten geceler uzadıkça, eğer gün içinde biraz kestirmeye kalkışırsam karanlığa uyanıyorum -ki bazı okurlar kutup dairesine yakın bir yerde yaşadığımı düşünecek diye korkuyorum-, -hayır yaşamıyorum ama tesis sağlansa İzlanda'da oduncu olurdum-, -hayır olmazdım. Şehirden bezip sakal uzatmış, emeklilik maaşıyla köye taşınıp ilmini yayan, köy enstitüsü mezunu bir idealist değilim-. Bir gece önceye birkaç saat uykudan sonra devam etmek hissini siz de çok iyi bilirsiniz. Bu en kısa günlerin bulunduğu 20 günlük bir dönem var. O dönem tek gece gibi gelince insanın iç dengesi bozuluyor falan filan. Hiç sevmiyorum yani bunu demek istedim.

Şimdi geçelim diğer bir konuya... Geçen gün yine Champs- Elysée'de sadece bohemlere satılan ucuz şarabımı içmiş, sociologique gözlemlerimi yapmaya çıkmış, bir yandan "ah nerede o eski Parissienne'ler!" diye serzenişte bulunurken, çok absurde bir olayla karşılaştım. Bir dilenci, başka bir dilenciden para dileniyordu! Normalde dilencilerden ziyade, küçük çaplı sokak satıcılarına üzülüyorum. Misal kağıt helva satan amcalara o kadar üzülüyorum ki, cebimdeki tüm parayla bütün kağıt helvalarını almak istiyorum, sadece bir iki tane alabiliyorum. Tabii ki bazı okurlar çıkıp, "Ne var namusuyla mesleğini yapıyor adam." diyecektir. Doğru, ama sonra içimden onu okutmayan aileye de sövüyorum, ama adamın kendine hiçbir suçlamada bulunamıyorum. Sonra düşünce döngüm tam burada kitlendiği için, sürekli okusa nerede olur diye düşünmeye başlıyorum. Ya hu okumak da ne biçim bir nine dede sözüymüş. Neyse, duyarlı gibi, ama biraz da Hıncal Uluç yüzsüzlüğünde yaklaşmışım gibi oldu bu konuya. Ayrıca hemen Cemil Meriç'in Bu Ülke'sinden bir alıntı, benimle alakası yok çünkü tabii ki bourgeoisie benim için bir yaşam tarzı ancak şöyle diyor: "Mahkemede Marksist'im diye haykırdığım zaman tek işçinin elini sıkmış değildim." İşte, bu yazdıklarımda bunu söylemeye çalışmak yerine, mazlum edebiyatıyla tatava yaparak şuraya kadar sizi yorduğum için hepinizden özür dilerim.

P.S:Ancak bir amca vardığı yaşadığım yerde, 23 Nisanlar'da ekmek arası yumurta satardı. Bu amcaya nasıl acıyayım şimdi? Kendi kuyusunu kendi kazıyor anasını satıyım, ekmek arasına buz gibi yumurta desem aklınıza ne gelir? Benim aklıma hemen sarısının artık yemyeşil olduğu geliyor mesela, nasıl alayım ki onu be amca?
P.S2: Uğur'un yanındakini bir anlığına Elif Şafak sanıp, korkayazdım.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Başkasının adına utanmak üzerine!


"Politik gibi değil gibi olan müzikte bir güneş doğuyor."
New York Times

"Yoksa beklenen Bob Dylan Türkiye'ye resurekt mi eyledi? Nihat mesayah mı?"
Oray Eğin (twitter)
"Mustafa Topaloğlu'nun Obama parçasından sonra Türkiye'de yine bir devrim oluyor."
Hıncal Uluç


Video'yu gömemiyorum, bir sorun çıktı. Ancak şarkıyı lütfen dinleyin. Başkası adına hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Mehmet Ali Erbil'i seviyesiz bilirdim, Nihat Doğan son birkaç yıldır bombaları patlatıyor. "Başbakan olacak adam!" temalı, Olacak O Kadar şakamı da yapıp kaçıyorum.

Onun yerine delikanlı gibi Derdiyoklar İkilisi'ni dinlerim.





Ayrıca, bu şarkı "Disco Folk 5 yaşında" albümünde var. Çok seviyorum bu albümlerini, sadece 1 şarkıyı sevmemiştim diye hatırlıyorum, o da uzun süren bağlama solo içeriyordu. Genel olarak sololarda içim sıkılıyor, Derdiyoklar'la alakası yok.

P.S: Okan Bayülgen'in tam bu kadar zavallı olduğunu tahmin ediyordum ve daha bu haftadan Nihat'ın programına çıkacağına tahmin ediyordum. Şaşırmadım, ortalama komik insan işte. Kitap, film vs. Arada ülke ortalamasının üstünde bir isim söyle, insanlar şaşırsın falan filan.

18 Aralık 2009 Cuma

Kısa Yollarda Müzik Üzerine


Önceden kısa bir toplu taşıma kılavuzu yazmış ve minibüs çilesinden biraz bahsetmiştim. Gözden kaçırdığım bir husus varmış yeni fark ettim; şarkıların başının telefon melodisi olması ve kısa yolda müzik dinleyenler.

"Bence iyi müzik ve kötü müzik vardır. Ben iyi müzik dinlerim." Miles Davis
"Her tür müziğin kalbinin attığı yerdeyim, dolmuştayım!" Miles Davis Değil("Bu sözün gençlere yönelik çok kötü hazırlanmış bir internet sitesinin ya da üçüncü sınıf bir istanbul reklamının sloganı olabileceği gerçeğini aklımdan atamıyorum." Müzeyyen Senar)

Öncelikle, telefon melodilerine bir göz atalım. Burada önemli olan husus iyi müzik, kötü müzik değil galiba, "Bakınız, nasıl da bir zevkim var Farid Farjad çalıyorum, hem eklektik gibiyim hem de doğunun binlerce yıllık kültür mirasına saygım var." mesajı verilmeye çalışılıyor galiba. Bunun Balkan Müziği(aka: Duygusal gibiyim, ayrıca dedemler Rodop'tan(ikinci cümlenin telif hakları Umut Sarıkaya'ya ait), New Age(aka: Annem Yeni Türkü ve Ezginin Günlüğüyle yetiştirdi beni), House( aka: Tanıdığım bir çocuğun arkadaşının arkadaşı var, ekstazi kullanmış çok acaipmiş!), Heavy Metal(bu en fenası buna yorum yapmıyorum bile), Indie ( aka: Hala Metallica mı dinliyorsunuz ezikler biraz geliştirin kendinizi!), Anadolu Rock( aka: Liseden sonra saç uzattım.) (Bu arada not: Haluk Levent Türkiye sınırından içeri bile giremiyor, bunun borç sebebiyle olmadığına dair ciddi şüphelerim var.)olanları da var. Eğer çevrenizde cep telefonu melodisi aracılığıyla tanışmış çiftler varsa onlara saygılarımı yollayın. Çünkü bu melodi olaylarının "Kişiliğinizi kişiselleştirin" "Hayatınızı bireyselleştirin", "Kişiliğinizi ortaya koyun" saçmalıklarından ziyade erkek geyiğin dişisine çiftleşme çağrısında bulunmasının post modern bir yorumu olduğuna inanıyorum . Eğer ki, "ben bu müziği seviyorum o yüzden koydum." diyen varsa, bir şarkının 10 saniyesinin kimsede bir satoriye sebep olacağını sanmam.

Bakın ortaya, "biz senin gürültünü çekmek zorunda mıyız?" isimli memur emeklisi amca serzenişi atmıyorum çünkü seçilen müzikler belki gerçekten de güzeldir, ama onunla bu şekilde karşılaşmak hiç de mutluluk verici değil bana kalırsa. Misal A Change of Seasons gibi 23 dakikaya yaklaşan bir şarkının ilk 10 saniyesini dinletmek hem zulümdür hem de durduk yere artistlik yapmaktır ve hatta Oray Eğinliktir! Ama döngü içinde bulunanlar çok sıkıntılı değil, diyelim ki Baba O'Riley ya da All Along the Watchtower, çünkü ilk on saniyesinde bir özetini alıyoruz şarkının.

Şimdi bu konuyu daha gerçekçi irdeleyebileceğimiz "Muzak" meselesine girelim biraz. Derken tam bir saniyeliğine 8 Aralık'ta adına video gömmediğim John Lennon adına saygı duruşunda bulunmak istiyorum. Bu nereden aklıma geldi peki? "How do you sleep?" isimli şarkısında Paul'e aynen şunu söylüyor John'cığım Lennon: "the sound you make is muzak to my ears." Tabii sonra, "O zaman toyduk yaptık bir hata, yoksa Paul'le aynı tabaktan yemek yemiş insanlarız." gibi bir açıklama da yapmışlığı var. Muzak denen olay "asansör müziği" oluyor. Kısa süreli bulunduğumuz bir ortamda, bizim seçimimiz dışında halihazırda gelen şarkılar. Yalnız böyle diyince küçümsemek gibi oldu ama bu işte çok acaip paralar dönüyor, ve doğal olarak muzak bestecileri de bunu deneme yanılma yöntemiyle öğrenmiyorlar, hepsi çok iyi tahsilli insanlar. Ayrıca birçok muzaklaştırılan popüler şarkı da var. Neyse, bu tip ortamların kaydedilen müzikleri gibi, bana kalırsa cep telefonları melodileri de böyle kalabilirdi. Ya da ne bileyim, isteyen istediği müziği seçsin ama bana kalırsa çok anlamsız bu olay.

Diğer bir olay da kısa yolculuk olduğu için müzik dinlemeyi tercih etmemiş insanın, aynı anda Bedük, Beyoncé, Children of Bodom, ve Morrissey'e maruz kalması olayı. Buna garezim yok, isteyen istediği müziği dinlesin, isterse 10 saniyelik yolculukta da dinler. Sadece aklıma geldi. Yanımda biri oturursa mutlaka dinlediği şarkının ritmini tutuyorum, belki o da dünyaya bir X hayranı kazandırdığını düşünüp mutlu olur diye. Yol 20 dakikadan kısaysa müzik dinlemiyorum, ve bunu normalde hiç müzik dinlemeyen ama arabaya binince refleksif olarak radyo açan şoför davranışı olarak görüyorum.

P.S: Fotoğraftaki arkadaşımıza seneye giyer diye ceketi büyük almışlar ya, biraz üzüldüm onun için. Eski bir çekim olduğu için o zamanlar cemaatlerin maddi meselelerde çok iyi olmadığını tahmin ediyorum. Fotoşoplu olmamasına rağmen stüdyoda yine en İslami Dergi Kapağı arkaplanını bulmuşlar ya helal olsun be! Ayrıca kolormatik camlı gözlük takması için en az 4 yılı var!

15 Aralık 2009 Salı

Bir Habercilik Başarısı Üzerine


Dün akşam Hollywood Film Yapımcıları ve Müzisyenleri Dayanışma Derneği'nin, ATV Ana Haber Bülteni adına verdiği davetteydim. Açıkçası bu işin mutfağında bulunan birisi olarak bunun olmasını uzun süredir bekliyordum, ve hatta bana kalırsa çok geç kalmış bir karar diyebilirim.

Dün akşam Hollywood'un her yerinden insanlar, New York'dan da Woody Allen gelse bile protokol Pirates of the Carribbean ve Requiem for a Dream filminin yapımcıları ve film müziklerinin bestecilerine ayrıldı. ATV Ana Haber'in yaklaşık 6 yıldır kullandığı aşağıda da bulabileceğiniz iki şarkının telif hakları artık tamamen ATV Ana Haber Bülteni'ninin kontrolüne geçmiş durumda.


Gecede duygu dolu anlar yaşanırken, Ali Kırca'nın konuşması salondaki herkesin gözlerinden birer damla yaş süzülmesine sebep oldu. İşte o konuşmadan bazı parçalar: "Açıkçası biz bu yolun başındayken kimse 6 yıl boyunca aynı müziği haber bülteninde kullanabileceğimize inanmıyordu. Ancak o zaman -o an bir heyecanla gözümü karartıp- "eğer inanırsak başarabiliriz arkadaşlar, eğer inanırsak başarabiliriz!" dedim, ve işte gördüğünüz gibi şu an buradayım. Tüm ekip arkadaşlarıma, özellikle her türlü felaket sahnesinde Requiem for a Dream soundtrack'inden Lux Ataerna parçasını ısrarla yerleştiren Tahsin Özgün'e çok teşekkür ediyorum."

Ali Kırca'nın bu duygusal konuşmasından sonra, en başta bir kişi yavaşça alkışlamaya başladı, sonra diğer konuklar da birer birer katıldı ve herkes yavaşça ayağa kalkıp gözlerinden yaşlar gelerek alkışladı.

Gece, Londra Filarmoni Orkestrası'nın bu iki parçayı canlı çalmasıyla sonlanacakken bir sürpriz daha yaşandı ve İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth telefonla törene bağlanıp Londra Filarmoni Orkestrasını ATV Ana Haber Merkezine hediye ettiğini belirtti. ATV'nin ana binasındaki camlı yerin önünden geçerken eğer büyük bir orkestrayla karşılaşırsanız sakın şaşırmayın, çünkü o insanların ve enstrümanların hepsi ATV'nin zimmetli malı dün akşam itibariyle.

P.S: Gecede ufacık bir tatsız an yaşandı. "Levent Kırca'yla Soyismin De Aynı Tipin De Benziyor Ali Kırca Gerçeği Açıkla!" yazılı bir pankart açan protestocu, güvenlik görevlilerince çok kısa sürede etkisiz hale getirildi.

13 Aralık 2009 Pazar

Here I come ulan...

Bugün Oğuz Atay'ın ölüm yıldönümü. Tehlikeli Oyunlar'ın "En Büyük Hazinemiz Aklımızdır" bölümünden alıntı yapıp yapmamak konusunda kararsız kaldım. Yaparsam olayı çok dramatize etmiş olurum diye düşünüp vazgeçtim. Hem o mektubu kasıtlı olarak geçirmiş gibi duracaktı.

Şunu söyleyeyim, Tutunamayanlar'daki devlet dairesi çalışanları ve kağıt işleri bölümünü, -hele kağıda iğnelerin takıldıkça artması kısmını- okuduğumda o kadar keyif almıştım ki, orası hep aklımda kalır ümidiyle kitabı yemek istemiştim.

Bu kadar.

P.S: Çevremizde dalga geçtiğimiz "Bertrand Russel, Matematiğin İlkelerinde beni anlattı.", "İsa İncil'de beni anlattı." akımını yaratan, "Oğuz Atay Tutunamayanlar'da beni anlattı." lafını ilk Kadir İnanır söylemiş.
Kadir'ciğim, Devlerin Aşkı'nda, Türkan'ı tokatlarken gözlerinde hiç o mazlumluğu göremedik.

Birkaç yl önce Halit Refiğ'in evine gitmiş, Tutunamayanlar'ın ilk baskısının imzalı olanını görmüştüm. Ancak şu an, imzanın üstünde yazan yazının sonlarında "ben kelime söyleyemem ki." gibi bir şey yazdığını hatırlayabiliyorum sadece. Fotoğrafı vardı, kaybolmuş.

Bu da internet tam metin linki sözlükten buldum: http://www.scribd.com/doc/4553584/tutunamayanlar-oguz-atay

Bu da Orhan Gencebay'dan geliyor:

P.S2: Ne? Doğu/batı ayaklarına mı gireydim. Böyle kalsın efendim. İsteyen taşaklı incelemelerini bulur okur. Her yer kaynıyor zaten. Şimdi analizle şu güzel ortamı bozmayalım.



9 Aralık 2009 Çarşamba

Mağrur olma Bengü'm senden büyük Bowie var!




"Bir kez gönül kırdıysan, öptüm byessss:-("
Yunus Emre

Çok yazı birikti taslaklarda, onları bir ara geçireceğim. Biliyorsunuz Fransa'da Kurban Bayramı bir hafta geç kutlanıyor, bu yüzden yazamıyordum bir süredir.

Solda, Tarkan'ın Salına Salına Sinsice'sinin(off aliterasyondan mahvoldu şarkı) klibinin çekildiği stüdyonun beyaz olarak aydınlatılarak David Bowie'ye ucuza satılmış halini görüyosunuz. Şunu belirtmek istiyorum ayrıca, hayatımda gördüğüm ilk erotik meme de bu klipteydi, hatta benim yaşımdaki insanların çoğu için geçerlidir bu sanırım.(Ayrıca klipte, Tarkan'ın postapokaliptik evren kaynakçı gözlüklerini izlemekten yazamıyorum şu an.) Birazdan geçeceğim yazıya ama, şunu da belirtmek istiyorum ki 1995-2000 yılları arasındaki kliplerde olsun, albüm kapaklarında olsun ortak bir ambiyans sezilmiyor mu sizce de? Yani bu "Milenyum" ayaklarına biraz daha geniş mekanlar, parlak renkler, ama mesela 60lardaki fütüristik filmler gibi herkes de lateks giymiyor, efendi gibi dar kıyafetlerini giyiyorlar sadece. Yine o dönem için en iyi teknolojiyle yapılmış Michael Jackson ve Kız kardeşinin Scream klibi sanırım bu dönemi en iyi tanımlayan olaylardan biri olabilir galiba. Bir de, Pepsi'nin Spice Girls'le ilgili bir şey yapması olayı da zihnimde aynı ambiyansı uyandırdı mesela.

Neyse, Bengü'ye geçiyorum. Bu kapakla sanırım David Bowie'ye meydan okumaya kalkışıyor. Albümün adı İki Melek, hafif Glam Rock etkileşimleri içermekle beraber, prodüktör koltuğuna da Brian Eno oturmuş. Bu kapağı hazırlayan arkadaş yaratıcılıktan nasibini almamış bir insan onun için çok üzülüyorum. Zaten David Bowie'den haberi bile yoktur, ama yine de ne bileyim hiç mi aklına başka bir şey gelmedi. Bir de bu fotoğrafın Bengü'nün kendisiyle öpüşürken olanı var ki, bu da Recep Bülbülses'ten bile yüksek bir egoya sahip olduğunu gösteriyor. AMA! Bu olay Türk müzisyenlerde bir ilk değil a dostlar. Şimdi size arşivlerden çıkardığım ikinci bir rezaleti göstermek istiyorum.

Bilmiyorum ne kadar belli oluyor ama, Erkin Koray resmen Ziggy Stardust yüz boyaması yapmış kendine. Gerçi kendi duygularının, esrikliğinin, isyankarlığının müsebbibi olarak yanlardan gözyaşlarını akıtmayı da unutmamış. Bengü, "Erkin Koray'ın açtığı yoldan gideceğim." gibi bir mesaj mı vermek istiyor onu bilemiyoruz. Neyse, olay buydu.

Sıradışı bir site buldum, anahtar kelime giriyorsunuz o da şiir üretiyor. Bir tane yerleştiriyorum.

Monteyniye için...

Seni düşünürken Monteyniye, uykusuz gecelerde 14 yıldır seni düşünürken,

Bir Penguen gelir yüreğimin ucuna konar. Bir Karahindiba açılır ansızın,

Bir Karanfil sinsi sinsi kanar kalbimin üzerinde,

Seni düşünürken Monteyniye, bir Sekoya ağacı tepeden tırnağa donanır. Deliler gibi dönmeye başlar,

Döndükçe, Siyah saçların dalgalanır.

Çekirdeği henüz süt bağlamış bir Ademelması kesilir ağzımda,

Dokundukça yanar Yeşil gözlerin.

Seni düşünürken bir Hamsi geçer okyanuslardan, 'Cicim' der dudakların,

Seni düşünürken, Pembe kirpiklerini...

Seni düşünürken, 'Nasılsın?' der dudaklarım...


P.S: Dün bir buzdolabında krem şokola görüp şaşırdım. Sanırım ismi, tadından çok daha fazla keyif vaadediyor. Mesela yerken, aniden Çokomel ülkesine gidip, oyuncak trenlere bineceğimi düşünüyorum. Ama onu çokomel bile yapamazken, elin gavurunun krem şokolası nasıl yapsın. Bu arada Çokomel dedim de, Sultan filmi vardı, Şener Şen peltek bakkalı oynuyordu. O filmdeki çocukların "anne çokomel al" ses tonunu hiç unutamıyorum, aklımdan çıkmıyor. Synthesizer'la mı yapılmış arkadaş. Yine 9 yaşlarımdayım Barış Manço'nun bütün şarkılarını evdeki teybe kendi başıma dolduruyorum, boş kalan yerlere blokflüt ya da ağzımla eşlik ediyorum. İşte o kasetteki ses tonum da aynıydı. Şimdi, doldurup ayrıca kapak hazırladığım albümün adını burada söyleyemiyorum ama çok kötüydü yani. Kareli Harita Metod defterinden kesilmişti bir de! En azından git elişi kağıdına çalış değil mi? Zaten sonradan kasedin B yüzüne de Hülya Avşar'ın ve Teoman'ın radyoda çalan şarkılarını çekmiş, bu güzelim A Tribute to Baris Manco albümünü ziyan etmiştim.

4 Aralık 2009 Cuma

Yavrular Üzerine


Böyle akılları karıştıran, Cilalı İbo başlığı atmak pek hoş değil ama tüm canlı ırklarının yavrularından ve özellikle en haşır neşir olduğumuz İnsan yavrularından bahsetmek istiyorum.(insanı özel isim sanarak yazdım, sonra okuyunca toparladım, ama o hatanın ibret abidesi olarak kalması gerekiyor.)

İnternette dolaşan ayı, panda, maymun, ve hatta tembel hayvan yavruları videoları ne kadar sevimli değil mi? Hapşıran panda yavrusu internet olayı olmuştu hatta. Aha gerçi o çok gülen bebek de youtube'da en çok izlenenlerdendi. Hapşıran Panda Yavrusu Charlie'ye karşı! İşte hayvan yavrularında doğal bir sevimlilik varken, insan yavrularında bu ekstra bir özellik olarak geliyor. Çünkü bazı bebekler var, malesef düştükleri zaman bile sevimli olamıyorlar. Gerçi 3 yaşından sonra tamamen yitiriyorlar zaten sevimliliklerini, ama artık o palazlanma evresi hemen hemen yavruluk bitmiş, bir civcivden piliç, buzağıdan dana, sırtı tüylü olan çita yavrusundan sırtı tüysüz olan çita yavrusuna geçiş gibi ara evrelerine geçmiş bulunuyorlar, üstüne bir de ergenlik var. Ondan sonrasında ortalama 20 yıl adam gibi takılabiliyorsun.

Tahiminimce en sevimsiz bebek, terleyen ve saçlı bebektir. Suratı da kızarınca aniden sinirleniyorum insanoğlunun yavrusunun bu acizliğine. Tamam insan yavrularından sevimli olanları var, ama bebek terleyince İsmail Türüt oluyor biraz bence. Burada doğal olarak gelen, kusma, altına sıçma gibi özelliklerden bahsetmeye gerek yok, sonuç olarak o da şuursuz bir yavruyu bunlardan sorumlu tutmak canilik olur.

Ama 3 yaş sınırı çok önemli bence, eğer 3 yaşına kadar kaybetmemişse sevimliliğini zaten 3 yaş civarlarında başlayan soru sorma süreciyle tamamen yitiriyor bütün sevimliliğini. Geçenlerde bir bankta oturup telefonda bir şeyler okuyorum, ışıklı olduğu için gelip telefona bakıyor, sonra sürekli benim yüzüme bakıyor. Yüzüne bakmadım doğal olarak, bu oyuna gelecek değilim. Sonra muhabbete girmeye çalışıp "Montun ne renk? Yeleğin benim olsun mu? Sen benim çocuğum ol." sorularına düşmekten çok korktum. O da saçlı ve terliydi, sonra yola çıkınca vazgeçilmez bir ritüel olan zırlama sürecine başladı.

Ama çocuğu görmeliydiniz dostlar, bir ya da iki yıl sonra "Abisi/Ablası, Berk bilgisayarında oyun oynayabilir mi diye soruyor."u annesine bin zorlukla sorduracak kişiydi. Bazen bizim şatoda altın günleri yapılır çevre şatolardan Duschés'ler gelirdi. "Koş bakalım Monteyn abin napıyomuş arkada." lafını işitir işitmez kendimi öldürmek isterdim. Sonunda ma mére'le tartışmak durumunda kalmıştım. Hem de ergen kavgası değil, yani "Onnö yooo yollomo çocokloru odomo" değildi. Paşalar gibi, "Walide Xanımcığım, biliyorsunuz benim eq'm biraz düşük, hayatımda girdiğim mülakatlardan hiçbirinde, bir çocukla girdiğim diyalog kadar gerilmedim. Başaramıyorum bu işi." dedim. O da "Yaa, insanın içinde olsun içinde, öğretmekle olmuyor. Bana ma mére mi öğretti!!" cevaplarını verdi, sonunda mutabık olduk ve şatonun benim bulunduğum katına çocuk yollamamaya başladı. Gerçi insan yavrusu müessesinden biraz uzaklaşmış gibi oldum, ama hani daha tüyleri çıkmamış kedi yavruları olur ya, işte saçlı ve terli bebeğe ona durduğum mesafede duruyorum.

P.S: temsili fotoğraftaki arkadaş belki bi tanıdığın fotoğrafıdır diye gözüne siyah bant çekmek durumunda kaldım.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Freddie Mercury'yi unuttum dün!

Zamanında Michael Jackson'a övgüler düzen, helva yaptırtan, ama Freddie Mercury'nin ölümünü hatırlamayan zihniyeti kınıyoruz.

Karbeyaz Saçımı Yolasım Gelir Üstüne


Bugün normal bir blog yazısı yazacağım. Öğretmenler günüyle ilgili bir anımı anlatıp, aynı zamanda nostaljinin ekmeğini yemeyi planlıyorum bu yazıda. Ayrıca eski ansiklopedilerin çoğunda bu kelimeler "yemeği planlıyorum" şeklinde yazılıyor, çok seviyorum. Refik Halid Karay'la konuşuyormuşum gibi hissediyorum.

Bu anlatacağım olay, artık mayonezin lüks bir besin maddesi olmaktan çıkıp ketçabın ekürisi haline geldiği, etimek'in ve krem şantili etimek tatlısının evlerde fırtına gibi estiği, Tombi'nin Cheetos'a, Panço'nun da Doritos'a dönüştüğü dönemlerle kesişiyor.

Benim için sokağa salındığım an en önemli aktivite gizlice arkadaşımla çöplüğe gitmekten ibaretti. Çöplük dediğim yer, tam olarak çöplük değil aslında ama içinde olan bazı malzemeleri sayayım altı yedi yaşlarında bir çocuk için nasıl bir hazine olduğunu aktarabilmek için; ampul ve gazı az kalmış çakmak(yine olsun yine hepsini duvara fırlatıp patlatırım), motoru sökülmüş ama diğer tüm aksamları sağlam olan bir anadol(ilk direksiyon deneyimleri), kıçı kırık baskıları yırtılmış eşantiyon L.C Waikiki maymunu saati,(tabii o zamanlar lcw'nin çok lüks olduğu dönemler ve çok iyi hatırlıyorum bu saat için deliler gibi kavga etmiştik, sonra ben yere düşüp dizimi yaralamış ondan bir süre sonra oluşan yara kabuğunun da tadına bakmaya kalkışmıştım),kum tepeleri(bu kum tepelerinden en büyüğünün ortasını eşip içine kırık bürosit koymuştuk oturduğun zaman dışarıdan görünülmüyordu.), tonlarca kırık atari kolu, kasetleri, cam şişeler, kapaklar. Yani o yaştaki bir insan için bunların çoğu her şeyin yapılabileceği eşyalar, samimi söylüyorum eğer o çöplükte iki Amerikan nesli büyüseydi, şu an Amerikan Eğlence Endüstrisi dediğimiz kavram çok farklı bir yol almıştı, ve Walt Disney pictures tahminimce daha 70lerde kapanmıştı. Ha kapansın demiyorum, sonuç olarak oradan evlerine ekmek götüren insanlar var, bizim kimsenin rızkında gözümüz yok, ama sadece belirtmek istedim. Ya da kapanmamış olurdu, şu an sadece öyle yazmak istedim. Ha bu arada tam o dönemlerde yine ATV'de Herkül yayınlanıyordu, iki yıl sonra da Recess yayınlanacaktı tahminimce.

İşte çöplükte takılmadığım zamanlarda yan tarafta harap halde bulunan eski bir egzoz tamircisi vardı, orada takılıyorduk. Bir de şu an nasıl tarif edeceğimi bilemediğim için, external tuvalet diyeceğim, ama onların tepelerine çıkıp aşağı atlıyorduk, ya da uçaklara bakıyorduk. Bunun dışındaki zamanlarda da okula gider, alnımızdan terler akana kadar kovalambaç oynardık. Şu an "düğünde mala bağlayıp 4 saat boyunca kovalambaç oynayan çocuk" hakkında da konuşmak isterdim ancak bu çok derin konu hakkında kendimi yetkin görmüyorum, biraz sosyolojik dalgalar okumam lazım. Ayrıca "Weber mi Durkheim mı?" derseniz hiç düşünmem Durkheim derim. Çünkü Emile Durkheim yeryüzünde takım elbisenin en çok yakıştığı isim bence. Weber ise daha çok, yarı amatör bir tenis oyuncusu gibi.

Oldum olası, çamurdan bir şeyler yapılmasından hazetmedim. Bu zavallıca kendini tatmin etme eylemine öyle sinir oluyordum ki, "Al çamurdan pasta yaptım" ne demektir? Aynı zamanda kızların da çay olmadan plastik bardaklarında çay varmış gibi davranmalarına bir dur demenin zamanı geldi. Ey, bu acıları çekmiş artık ebeveyn olanlar!!! Lütfen çocuklarınızın akıl sağlığını düşünüyorsanız bir şişe paşa çayı verin, doldurup doldurup içsinler!!

Arkadaşım bir keresinde bu çamur olayını yapmaya kalkışmıştı:"Oğlum gerizekalı mısın? Çamurdan pasta yapılır mı gel arkada ampül ve çakmak patlatalım" dememe rağmen, sadece babaanne evlerine ve köy çeşmelerine satılan metal taslardan birinin içine çamur doldurup kurumaya bırakmıştı. Hayatım boyunca babam sadece bir kere kulağımı çekti, o da bu Özen gerizekalısının çamurdan pastası yüzünden oldu işte. Ayrıca sadece "gerizekalı mısın?" demekle yetinebilmiştim, çünkü İlkokul 3'e kadar hiç küfür bilmiyordum.

Yani bu dönemden bahsetmeye devam edebilirim, ama zaten herkesin çocukluk anıları bu şekilde geçmiştir diye tahmin ediyorum detaylı bir şekilde belki başka zaman daha uzatırım. Asıl beni tam bu dönemde ve tam yukarıda genel hatlarıyla bahsettiğim halet-i ruhiye içerisindeyken vurmuş olan bir anımdan bahsedeceğim.

İlkokul 1'in Öğretmenler Günü'ydü. (Ayrıca İlköğretim Haftası ve Yerli Malı haftası, zannımca yeryüzündeki en anlamsız belirli günler ve haftalardır. Yerli Malı haftasında yabancı malı getiren, kola getiren insan anıları çok var bunları geçiyoruz zaten.) Daha önce Anasınıfı'nda yine hediye almıştık, ama zannımca kovalak velilerde genel bir özellik olan "para toplayıp küçük altına girme" olayını yapmıştık, anasınıfını bu yüzden tam hatırlayamıyorum. Ama o 24 Kasım'ı ömrüm boyunca unutmayacağım!!! O sabah öğretmenime bir kırmızı bir siyah pilot kalem almış, kırmızı pilot kalemin mürekkebinin deposu içinde nasıl aktığına bakıp yine hayran olmuş, ardından da süper paketlemiştim.(Bu arada bazı zamankar "bizim okul pilot bölge olarak seçildi" dendiği zaman mutlaka pilot kalemle bir bağlantısını kurmaya çalışırdım.) Babam da bir gün önceden gül almıştı. İşte elimde gül ve hediye pakedimle öğretmenler gününü herkes kutlarken ben de elimdeki materyalleri verdim. Zaten, ortada ahım şahım hediyeler yok, on kilo civarında doğal ve yapay gül karışımı bir yığın onun yanında da, tonla kalem, bir tane kaşe memur eteği falan vardı. Her şey güzeldi, fakat 3. teneffüsün sonunda çöp kovasında 3 tane gül gördüm. Kovaya yaklaşıyor, yaklaştıkça karşılaşacağım hayal kırıklığının sınırlarını tahayyül etmeye çalışıyordum. Önüne geldiğimde benim gülümün çöpe atılmış olan kırmızı güllerden biri olduğunu fark etmemle dünyamın yıkılması bir oldu. O an verilebilecek herhangi bir mega taso mutsuzluğumu yok edemez, öğle yemeğinde köfte ve patatesin çıkacak olma ihtimali beni hayata bağlayamazdı. O an gözüm, anasınıfından beri platonik aşkım olan Merve'yi bile görmez olmuştu. 36 kişilik sınıfta sadece 3 kişi canlı gül almıştı ve bunlar da korunamayıp mahvolmuştu. "Asıl benim sana olan sevgim mahvoldu." diyemedim, "Al geçen hafta astığın kırmızı kurdeleyi başına çal, benim için o da artık senin sevgin gibi soldu!" diyemedim. Sırama oturdum, harita metod defterime yeni aldığım kalitesiz hatas pergelle yuvarlaklar çizmeye başladım.


23 Kasım 2009 Pazartesi


"I'm not there" Bob Dylan

"I'm not here
This isn't happening
I'm not here, I'm not here" Radiohead, How to Dissapear Completely

"Ben burada değilim." Orhan Pamuk

"That's not me" Brian Wilson, Pet Sounds'dan (Gerçi diğerlerinden farklı bi anlamda. Ama adamın yine de problemleri var, belli olmaz. Bunu da eklemek istedim. Hatta aralarında en neşelisi bu galiba.)

Niye bize en küçük kuzen muamelesi yapıyorsunuz?
Böyle toplamalar yapınca da, oyun dergilerine mektup yollayan elemanlar gibi hissettim şimdi. "Abi benim sistemim şöyle şöyle, ne kadar dayanır?"

Haftanın Modern Talking Klibi - 2


Dieter Abimiz ensede kürklü hayvan beslemeyi ihmal etmemiş. Her Modern talking klibinde olduğu gibi 4 ana elementten ateş, yine vazgeçilmez bir öğe olduğunu kanıtlarcasına bolca kullanılmış.

Aşağıya, "Ben bunu bir yerden biliyorum ama nereden biliyorum?" isimli şarkıyı gömüyorum.



22 Kasım 2009 Pazar

Ademoğlunun çilesi ya da "N'oldu?"


Bugün iki meseleden bahsedeceğim birincisi sessiz geçen gecelerin bir numaralı sorusu"N'oldu?" ikincisi de Oktay Sinanoğlu.
-I-
İnsan erkeklerinin saç foliküllerini mahveden soru. Durumu bayağıca tahlil etmek istiyorum sadece.

Öncelikle "sırt yanması"! Ardından vücuda da "faps" diye yayılıyor. Mesela ilkokul ikide Hayat Bilgisi'nden Sonbahar'a Hazırlık ünitesinde, sonbahara girerken hazırlanan şeyleri eksik yazmış ve hayatımın ilk 3'ünü almıştım, itfaiyecilerle ilgili bir şeyler de bilememiştim ama şu an hatırlayamıyorum. İşte bunu ilk kez aileye söyleme olayı o sırtın yanması olayını ilk defa yaşadığım anıydı galiba. Akademik hayatı kusursuz olan insan varsa onun için de şunu açıklayayım. Hani sokakta yürürken belalı bir tip yanınıza gelip "bir saniye konuşabilir miyiz seninle?" dediği an. İşte bu ve benzerleri aynı şekilde bir ilişkide sorulan "N'oldu" sorusu gibi bir şey. Tabii bu alevlenmeden önceki sırt kamaşması kısmı, çünkü soruyu sorduktan sonra 5 dakikalık sessiz kabir azabı seremonisini ardından sırt yanması başlıyor.

Sen kardeşim, sorduğun "N'oldu?" sorusunun yanlış olduğunu düşünme! Çünkü o sırada sorabileceğin doğru bir soru zaten yok. Ayrıca gelen cevabı da hiçbir zaman göğüste yumuşatıp geri yollayamayacaksın. Çünkü, öyle kalın bir cümle olacak ki gelen cümle, yeryüzündeki retoriği en kuvvetli insan olsan bile cevaplaman mümkün değil. Yıllar boyunca, bu tip konuşmalarda giren lafları yedikten sonra deliren ya da uzun dönemli hasar yiyen insanların sayısının hiç de azımsanamayacak seviyede olduğuna inanıyorum. Cümlenin sertliğine göre zaten hesapla artık ne durumda olduğunu, lafı duyduktan sonra o sırtındaki yanma artıyor, dudakların içeri doğru büzüşüyor, damağın kabin basıncı yemiş gibi kuruyorsa bu konuda tek bir söz söyleyebiliyorum:"Hayırlı işler!" Eğer cevap vermeyi planlıyorsan, bu bir 5 dakikalık sessizlikten sonra gelen daha ağır cevap ve sonunda da "allahım lütfen şu an lütfen bir 4 yıl civarı öleyim, sonra kalkıp devam edeyim." hisleriyle dolduracaktır belki bilmiyorum. Benim öyle oluyor en azından. Neyse, ilk mesele buydu.
-II-
Şimdi, ikinci bir konuya geçiyorum. Baktım birkaç kere "bir ara Oktay Sinanoğlu'ndan bahsederim." demişim. O gün bugündür dostlar. Öncelikle Oktay Sinanoğlu'nun zekasıyla, ünvanlarıyla yaptıklarıyla benim bir şeyler söyleyebileceğim bir alandan uzak oluşuyla akademik kişiliğinden bahsetmeyeceğim. Yalnız, zamanında çevrenin de verdiği gazla Bye Bye Türkçe'yi okuduktan sonra ironi kabiliyetinin yerlerde süründüğünden emin oldum en azından. Kitabın ismine bakarak da buna varılabilir, ancak içeriği çok daha ileri götürüyor bunu.

Öncelikle şunu söylemem lazım çok fazla Oktay Sinanoğlu müridiyle tanıştım ve bunların çoğu nasıl açıklasam bilemiyorum ama "Dil Faşisti" diyebileceğim insanlardı. Gerçi böyle çok kötü bir tanımlama oldu, zaten herkes birbirini bu tarzda suçlamaya bayılıyor, ama benim terminolojimde şu an daha uygun bir kelime olmadığı için bunu kullanmak durumunda kaldım. Türkçe'nin en eski dil olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlardı, Beyaz Zambaklar Ülkesinde'yi okumayı öneriyorlardı, ellerinde 84 basım kırmızı ciltli ansiklopedileriyle bir şeyler kanıtlamaya çalışıyorlardı, her görüştüğümde ellerinde konfeti ayarında tonlarca köşe yazısı getiriyorlardı. Dil bir kelimeyi içine sindirdiyse, ve bu günlük hayatta kullanılırken sıkıntı yaratmıyor, aynı zamanda dilin kendi karşılığı olan bir kelime varsa ve bunu sindirmediyse bir sıkıntı göremiyorum. Ancak karşılığı olmadığı halde yabancı dilden geçmiş kelimeleri kökten kazımak amacıyla uydurulan kelimelerden rahatsız olduğum kadar çok az şeyden rahatsız oldum galiba. Bunun en basit örneği olarak, yine müritlerden birinin bana "Televizyon yerine Uzakizle diyelim" demesini örnek gösterebilirim. Öncelikle bu sefalete gülüyorum çünkü Almanca "fernsehen"i doğrudan çevirmek çok üzücü. Nasıl desem bilmiyorum, ama ölü doğmuş kelimeler yaratılmaya kalkışılıyor çok üzülüyorum buna. Geçenlerde Sevan Nişanyan galiba "Üniversite/Evrenkent" meselesini açıklamıştı, her ne kadar eşinin kafasına bok atan bir insan olsa da Sevan Nişanyan buralarda bulunan en taşaklı etimolojistlerden biri sanırım. Bazen dayanamıyorum "ama bilgisayar'ı kullanırken iyiydi" diyen insanlara. Ya uzattıkça saçmalaşabilir ama bu adam MIT'den diploması var diye kendisini Noam Chomsky sanmayalım. Adam kimya mühendisi ey insanlar, kendini de yırtsa benim gözümde "New York'daydım, gördüğüm helele dönercisinden şunu aldım, sonra gidip dev "McLambert Kitap Mağazası" tabelası olan bir dükkana girdim" gibi, sığ tespitlerden öteye gidemiyor malesef. Müritleri de bunu yapmaya bayılıyor zaten, ama hani ingilizce olanını. "Evet senin yazını read ettik" gibisinden, ya hu olmuyor, komik değil laf da giydirmiyorsunuz zaten niye böyle yapıyorsunuz. Bunu yapanlara kendi çapında Bilgisayar Mühendisliği mesleğini benimsemiş Bill Gates'in yazdığı bir programdan hata mesajı yollamak istiyorum: "Bellek read olunamadı!".

18 Kasım 2009 Çarşamba

Morrissey'li Olaya Gelin!!



7 Kasım'da oluyor!

Morrissey'in kafasına şahıs şişe atınca, adam konseri terk etmiş. Buraya bir şeyler yazmak isterdim, ancak bu isyankarlığı bizzat Morrissey'den görün istedim. Ayrıca sahneye şişe atan kişinin Modest Mouse taraftarı olduğu, Moz'la Johnny Marr'ın aralarında bir şey olmamasına rağmen ortamı kızıştırmak amacıyla şişeyi attığı belirtildi.





P.S: Fotoğrafta soldan ikinci kişi, şişeyi attıktan sonra! Moz'un fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmemiş!!! Ardından Oğuz Haksever'le "Ve İnsan"a yollamayı aklından geçirdiyse de, sadece facebook'a profil fotoğrafı olarak koyup: "Bakın ne kadar çılgın biriyim ve aynı zamanda morrissey dinlediğim için de müzikten hafif anlar gibiyim." mesajını vermek istemiş; sonra Liverpool Echo Arena'nın güvenlik personeli tarafından tartaklandığını ve fotoğraf makinasının elinden alındığını iddia eden James Marshall Junior the Second, nasıl da haksız durumdaki bir insanın, ad hominemle götünü kurtarmaya çalıştığını gösterip, karaktersizliğini de perçinleyebileceğini kanıtladığını Dubliners Haber Ajansı bildirdi.

15 Kasım 2009 Pazar

Bundan sonra "Haftanın Modern Talking Klibi" olayına girme kararı aldım. İlk olarak Cheri Cheri Lady'yi gömüyorum.


P.S: Dieter Bohlen'in el hareketlerini birebir yapabiliyorum.

13 Kasım 2009 Cuma


"Fazla acıma, acınacak hale gelirsin."
Bir berber dükkanı duvarı atasözü

Epigraf, birkaç yazı önce de gördüğüm kadarıyla yazının esrarını öldürmüyor. İnyorfeys Orhancığım Pamuk ve Adlî, inyorfeys! diyorum. Ya da demiyorum, öncelikle şunu söyleyeyim. Bu sözü yazan Adlî arkadaşımız eğer daha o dönemde "epigraf" kelimesini kullandıysa onu alnından öpmek istiyorum. Gerçi birinin alnından öpmek bana sadece, gerdek gecesinde Yavuz Bingöl'ün kırmızı tüllü zımbırtıyı kaldırıp alnından öptüğü Zerda'yı hatırlatıyor. Sadece Zerda da değil galiba, bir Türk filmi klasiği, ama aklımda Zerda'yla özdeşleşmiş. Ayrıca hayatımın bir döneminde Zerda izledim, hatta Böyle mi Olacaktı'yı da izledim. Vicdanımı rahatlatmak için söyledim bunları. Hatta Böyle mi Olacaktı reklama girerken ATV maymunlu bir reklam şalalası gösteriyordu. (Zerda demişken, buradan Kıraç'ın favorilerine selam çakmayı ihmal etmiyorum tabii ki!)

Hemen güugıl eyleyip, Adlî'nin bir Osmanlı Padişahının mahlası olduğunu, sonra Kara Kitap'ta ona laf giydirmiş gibi görünen Bahtî'nin de yine bir mahlas olduğunu öğrendim. Ancak, bunlar farklı insanlardır belki de, bilmiyorum gadasını aldığım okur. Hem buradaki herhangi bir yazının bir içeriği olmadığı için, Adlî'nin sözüne saygım var. Sonuçta adam Padişah, Topkapı Sarayı'nda görüyoruz hayvan gibi kılıçlar, 7 metrelik kaftanlar falan var. Çok korkuyorum onlardan, gerçekten onun içine sığabilen insanlar mıydı, yoksa "Vezir Bey!! Vezir Bey!!! Benden sonra gelen kuşaklara heybetli görüneyim diye şöyle devasa şeyler üretin de altlarına sıçsınlar!" mı demiştir bilmiyorum.

Diyelim ki, İlber Ortaylı'yla çok yakın bir arkadaşlığınız var, biliyorsunuz kendisi Topkapı Sarayı'nın üst düzey yöneticilerinden biri . Taksim'de içki masasındayken "Sejnn çuokkhz guzall birrrr insanssss kardşim, gell Tokapıdan bir şeyler ayarlayalayalım sssana." diyip Topkapı'nın anahtarlarını masaya koysa. (Bu Topkapı'nın anahtarları çok acaipmiş. Acaba bütün kapıları açan masterkey'yi var mı, yoksa Redkit'teki hapishane gardiyanlarının anahtarları gibi bin tane mi?) Hemen Tünel'den Karaköye inip, oradan da tramvayla Topkapı Sarayına yakın bir yerde inseniz.(Tahminimce İlber çok içtiği için Tünel'de kusacaktır.) İçeri girince İlber'in size hangi eşyayı hediye etmesini isterdiniz? Öncelikle şunu söyleyeyim, Kaşıkçı Elması'nı isteyemezsiniz, satmaya kalkışsanız götünüzden kan alırlar çünkü. Ya da taksanız, Tinerciler acımaz çakıyı saplar. Bu yüzden adam gibi bir şey istemeniz lazım. Şunu söyleyeyim, ben Bağdat Köşkü'nün önündeki altın gibi dalgadan yapılmış kameriyeyi isterim, hemen Evden Eve nakliyat şirketi çağırır, dedemin bağına koydurturum o dalgayı. Ondan sonra paşalar gibi, hatta ne paşası, bildiğin krallar gibi yaşarım hergün orada. Aşağı neyi istediğimi gösteren fotoğrafı, Flash TV habercilik zihniyetiyle kırmızı yuvarlak içine alıp, okla gösterip bir kademe daha atlatıp "burası" yazarak gösterdim.


Ancak, derseniz ki onun taşınması mümkün değil, o zaman kesinlikle tılsımlı kaftanlardan birini isterim. Hastasıyım o tılsımlı kaftanların, hatta piyasaya sürseler giyerim de. Varsın yazıları başka harflerle olsun. Ayrıca görüyoruz ki, "esprili genç tişörtü" modasını başlatanlar da aslında padişahlarmış. Böyle salak yerlere varan zihniyetlere bayıldığımı söylemiş miydim? Bu tip şeyler özellikle Yeni Şafak'ta falan oluyor, köşe yazılarında bulunuyor. "Keman aslında Dördüncü Selim'in icadıdır!" diyip bunu kanıtlamak için deliriyorlar. Yani bunu demiş insan olduğu için değil, şu an aklıma başka şeyler gelmediği için yazdım. Ayrıca doğumgünümde bana tılsımlı kaftan alan kişi en az Kind of Blue'nun 50.yıl özel sürümünü almış kadar sevindirir beni. Bu cümlede çok salak bir caz bilgisi gösterme çabası sezdim, çok yakışıksız bir şey bu. Zaten caz bilgim de yok Miles Davis ve Sun Ra'dan başka, o yüzden yorum olarak laf giydiren olursa çok teşekkür edeceğim. Bütün maddi isteklerimi yensem, bir lokma bir hırka yaşasam,40 yıl çile doldursam bile, tılsımlı kaftanlara olan takıntımı yitiremem galiba.


Bunu gördüğüm an sadece yüce insan ve briyantin şirketlerinin ayakta kalmasının en büyük sebebi, Ayhan Sicimoğlu tepkisi verip: "Hastasıyım!" diyebiliyorum.

P.S: bir önceki yazıyla bu yazının görselleri ard arda gelince çok acaip bir ortam olmuş blog'da, o yüzden buraya alakasız bir şey koymak istiyorum.

P.S2: "Yakışıksız" kelimesi, böyle ne bileyim... Sanki tam olarak 1923 yılından gelme bir kelime gibi. Tam cumhuriyetin ilân edildiği gün üretilmiş bir kelime gibi. Öyle bir anekdot duymuştum, Atatürk annesini görmeye gidiyor, annesi vatan meselesine elini öpmeye yeltenince: "Anaların el öpmesi yakışık almaz! Anaların eli öpülür!" diyor. Sanırım bu yüzden aklımda kalmış. Ama o kelimenin yaygın kullanıldığı dönemde hiçbir kadın naylon külotlu çorap giymiyordu. Çok çabuk kaçan ipek çorap giyiyorlardı bence.

8 Kasım 2009 Pazar

4444 dua, Susuzluk, Radiohead!!!


4444 duayla karşılaştınız mı siz?

96 ya da 97 yıllarında çevremdeki birçok evde görüyordum, ama aklım almıyordu. Akıl almaz bir büyü, dünyadaki bütün sorunları çözen kutsal sözcükler diye düşünüp dokunamıyordum. Üstü İslamik sembollerden nasibini almış ve kötü kompakt bir fotoğraf makinasının ucuz kodak filmle çekilmiş gülleriyle süslüydü bizim evdeki. Başka evlerde daha kötülerini gördüm. Bizim güllerin etrafı sapsarı çerçevelenmişti ama seccade yeşili, iman kırmızısı, huşu mavisi olanlarını da gördüm.

Bir duanın 4444 kere okunması sonucu isteğiniz oluyordu. Aslında Proto-thesecret diyebilirim. Bu işe giren kişinin tüm enerjisiyle, imanıyla kendini o alana odaklayıp bunu zikretmesi gerekiyordu. Zaman daraldıysa komşulara belli sayılarda paylaştırılıp, herkes aynı noktaya odaklanıp iman yolluyordu. O zamandan Var mısın, Yok musun'daki "büyük hissediyorum", "ben sürekli mavi" açıyorum olaylarının temeli atılmış, yaşlı teyzelerin ellerinde bunların gerçekleşme ihtimalinin daha da mümkün olduğuna inanılıyordu.

Ama, ne zaman kitabı elime almaya cesaret ettim -annemin altın gününe gittiği bir gün- kitabın sıradışı büyülerle dolu olduğunu anladım. Aslında büyü değil, ama mesela Kutsal kitap dediğimiz olay işin Okuluysa, bu dershane gibi bir şeydi. Ya da daha çok, diğer dualar çakıysa, bu kitap İsviçre Çakısı gibiydi. Paket programla her türlü sıkıntınız halledilir! Büyüye karşı, kocanın bağlanmasına karşı, evdeki cinlere karşı, hamile kalmak için dualar, ve Muhammed'i rüyada gördürten dua. Allah dedim, millet onlarca yıl uğraşıyor sonunda üç beş büyü yapıyor, ben daha bu yaşımda bütün dünyanın sırrına vakıf oldum. "Bekle beni, geçen hafta okulda ağzımı kıran çocuk, anneme söylememe gerek yok, geceleri altına sıçırtacağım seni!"

Kitabı karıştırdığımı hatırlıyorum, ama aynı zamanda sürekli aklıma onunla eşdeğer dönemde bin kere baktığım ve içinde ritmik sayma ünitesi olan matematik kitabı geldiği için şu an tam nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyorum onun yerine 3-6-9-12 diye giden ve, 5-10-15 (benim en sevdiğim!) diziler geliyor. O âdi kitabı da açınca hemen cildi parçalanıyordu. Allah bin belasını versin Milli Eğitim Yayınlarının, ömrüm boyunca hiç parçalanmayan Sosyal Bilgiler kitabım da olmadı, litrelerce kalitesiz uhu harcadım yapışsınlar diye hepsi iyice mahvoldu, kağıttan defter kaplarımı da mahvettiler.

İşte, bu duayı gördüm, tabii zaten her şeyden çok korktuğum için duayı da okumadım, sonra rüyada bunu görme muhabbeti bir kere de ortaokulda tekrar etti. Bu sefer Malatya'lı devasa din öğretmenimizden başka bir açıklama geldi: "Mesela, bir insan susuz kalıp uyursa, rüyasında kana kana su içtiğini görür ya, Hz.Muhammed'i görmek için de bunu yapıp, çok fazla dua okuyun." dedi. Ulan susuz kalmamız gerekiyorsa, aynı şekilde dinden elimizi ayağımızı çekmemiz gerekmiyor mu? Nasıl bir analoji bu diyemedim, zira o zamanlar bu susuz kalma ve kana kana su içtiğini görme cümlesi çok büyüleyici geldiği için konuya pek odaklanamadım.

İşte rüyada birini görmekle ilgili olay da dün akşam başıma geldi, dün akşam rüyamda Radiohead'i gördüm. Aylardır dinlemiyordum, demek ki gerçekten onsuz kalınca görüyorsun. İnsan aşktan uzak kaldıkça sürekli, rüyada tekrar tekrar görüyor ya, benim de Radiohead için olanı zuhur etti.

Grup halinde Lunapark'lardaki balerine binmişler ikili ikili oturmuşlar, Thom Yorke'u yalnız bırakmışlardı. Zaten oldum olası Johnny Greenwood'a bir nefret besliyorum düz uzun saçlı olmasından ötürü, Thom'u yalnız bırakınca iyice dellendim. Gerçek hayatta görsem ilk olarak: "(parmaklarımı birbirleriyle birleştirip dert anlatan adam moduna sokarım önce)Johnny'ciğim bak lütfen! Düz saçlı bir erkeğin saçları uzayınca çok kötü duruyor lütfen yapma bunu. Biliyorum sahne karizman olduğu için insanlar bunun sende güzel olduğunu falan sanıyorlar, ama sen bu oyuna düşme, lütfen saçlarını beyefendi gibi kestir. Ayrıca daha fazla uzatıp işin tadını kaçırmak istemiyorum ama Eniştem de sana aynen şunu iletmemi istedi: "Saçını uzatıp anneni örnek alacağına, bıyıklarını uzatıp babanı örnek al." derdim ona. Neyse sonra Balerin dönmeye başlıyor, baştan bakıyorum Thom sağ tarafta oturuyor, tabii balerin dinamikleri ve merkez kaç kuvveti etkisiyle sola kayacağını tahmin ediyorum. Thom'un yanına ben oturuyorum ama dönerken götüm sıkışmasın diye ben sağ tarafa oturuyorum. Bindiğim gibi hepsine bağırarak: "Ulan koskoca Radiohead'siniz şu yaptığınız rezalete bakın!" diyorum, grubun kelinin bana döndüğünü hatırlıyorum ve balerin dönmeye başlıyor ardından, Johnny'nin elinde kırmızı/siyah damalı bir telecaster gördüm ve uyandım.

Evet, bir çocukluk anısı gibi başlayıp rüyayla karışıp hiçbir yere varmayan yazının daha sonuna geldim. Gerçi bundan önce böyle bir şey yazdığımı hatırlamıyorum, neden daha dedim onu da bilmiyorum. Aslında rüyayı anlatmaya kalkışmıştım ama o 4444 dua kitabının sarı rengini ve oradaki rüyada isteyerek birini görme olayı aklıma gelince bana bir hal geldi.

P.S: Son 4 kelimeyi Sabri Bey'e gönderme yapmak için yazdım, yazmasam ölürdüm. Ha bir de bu, Ed O'Brien isimli arkadaşımızın, U2'daki Adam Clayton'ının çocuğu olduğunu düşünüyorum. Herhalde : " Bak oğlum okulu yine hobi olarak okursun, ben sana yapma demiyorum, ama lütfen biraz gitara ver kendini. Aman oğlum en iyisi sanat! Sen ayağını sanattan içeri atmaya çalış. Bir kere kafan rahat! Arkanda yılların birikimi var! Bak şimdi biz de çok kötü albümler çıkarıyoruz ama emeklilik maaşımı Bono tıkır tıkır ödüyor" falan demiştir.

P.S2: Ha-ha o kitabı buldum. Sarı rengi görüyorsunuz değil mi? Ayrıca çok iddialı bir şekilde "4444 DUA BUDUR!" yazmasından ötürü gülmekten karnıma ağrılar giriyor. "4444 Dua Yazıcıları Derneğini düşünüyorum sonra. Sakallı agalar birbirlerine sinirlendikleri zaman tesbih fırlatıyorlar, Zeyna'nın halkasını fırlatması gibi. Şu an bu anı düşünüp çok korktum, o yüzden bitiriyorum.

P.S3: Balerin dinamikleri ne ya?

6 Kasım 2009 Cuma


"Sabri Bey N'apıyorsunuz?" Esra Ceyhan, 2009

Orhan Gencebay için, "Rock yapıyor." diyen insanların deli olduklarını biliyoruz. Sonuç olarak, adam kafasına göre müziğini yapmış zamanında(bu cümleye az sonra döneceğim, çünkü "Müziğini yapmış zamanında", "Abi çeşit çeşit insan var." demek gibi bir şey) ve hele bir Sevemedim Kara Gözlüm yorumu var, öyle I Died for You gibi Power Ballad'ları indirir sanırım, ama şimdi bir tavrı olduğu için rock yapıyor denilir mi? O durumda Arabesk'i, Indie Rock'un alt türlerinden biri olarak mı kabul ediyoruz? Ya da Bergen, Türkiye'nin Cat Power'ı mı oluyor?

Tamam, çok seviyesizce benzetmeler bunlar, ancak şarkılarını yaparken Orhan Gencebay'ın düşündüğünü sanmıyorum. Arabesk konusunda en fazla Ali Tekintüre, Tezcan Yıldız, Erol Budan'ı falan biliyorum. Aslında Rock'ın isyan şarkılarının çoğu çözüm önermeyen salak sözler içerdiği için, bu konuda Arabesk'le benzeşebilir belki. Hemen örnekleyelim bunu: The Wall.

Öncelikle; "Hayatımda en sevdiğim dördüncü şey The Wall albümüne saldırmaktır." (Essais, p.229) Çünkü, sözleri Bike ya da Lucifer Sam kadar naif olsa güzel bir albüm olacakmış. Sonra, söz yazma konusundaki başarısı, şarkı yazma yeteneğinin çok çok gerisinde olan Roger Waters böyle sözler yazmış. Hala liselerde dilden dile dolaşır. Müzik olarak da gerçi overrated bi albüm, Don't Leave Me Now, Run Like Hell, Comfortably Numb, falan albümdeki en iyi şarkılar sanırım. Allahtan The Final Cut çıkıyor bir süre sonra da, hayvani güzellikte düzenlemelerle şarkılar yapılıyor. Mesela What Shall We Do Now'un Türkçe Wikipedia sayfasında: " Oldukça sert bir modernleşme ve tüketim hırsı eleştirisi yapılır."gibi bir cümle var. Tahminimce, Yurtsever Cephe'li öğrenciler tarafından yazılmış. Roger Waters'ın sürekli İkinci Dünya Savaşı'nın, babasının orada ölmesinden ekmek yemesini, karaktersiz insanların hastalıkları ya da başlarına gelen bir felaketin ekmeğini yiyip, dikkat çekmeye çalışması gibi görüyorum.

Neyse, Arabesk de, aslında bir çözüm vaadetmiyor, sadece eleştirisini yapıp bırakıyor biliyoruz zaten. Hatta bazen eleştiriyi falan da geçiyor, zira "Hayat Kadını, Allahsız Sürtük" isminde şarkı biliyorum. Bu da ancak Laibach'ın sisteme geçirirken aşırı sert görünmesiyle aynı olduğu izlenimini veriyor. Yukarıdaki şarkı bilinçli olarak feminizme karşı yazılmış da olabilir bilmiyorum. Her cümle de biraz daha gerçeklikten koptuğumu fark ettiğim için, yazının bu kısmını burada sonlandırıyor ve siz değerli okuyuculara süper bir haber veriyorum: 19 EKİMDE LEONARD COHEN'İN 1970'DE ISLE OF WIGHT'TA VERDİĞİ KONSER KAYDI YAYINLANDI! Hem de bootleg gibi pis kayıtlar değil, bebek götü gibi tertemiz. Arada patlayan havai fişekleri falan da yoksayıverin işte, ve sadece ses değil a dostlar!!!!! GÖRÜNTÜ KAYDI DA ALINMIŞ!!! Tabii, bu kayıtları şu güne kadar yayınlamayanların hepsi kötü insanlar. Onları sevmiyoruz! Onların hepsi baba dayağı yemiş rastalı çocuklar!



5 Kasım 2009 Perşembe


Siyah beyaz olmayı en çok hak eden müzik videosu olabilir. Araya renk koyamıyorum, hani bazı görüntüler oluyor, mesela Schindler'in Listesi'nde kırmızı palto giyen kız. Siyah/Beyaz'ın içinde öyle güzel duruyor ki onlar, SinCity'de Clive Owen'ın giydiği kırmızı ayakkabılar da öyle. Şarkı benim için TRT 2'de tam 20 yıldır yayınlanan ve tahminimce 20 yıldan beri dekoru,jeneriği değişmeyen PopSaatinden başka bir şeyi hatırlatmıyor. Ayrıca RockMarket'in yayından kalkana kadar ısrarla aynı jeneriği kullanmasına büyük saygılarımı iletiyorum. , Ortalama Türk Rock'ını temsil eden program, klasik yayın akışı: Metallica-One/Sepultura-Roots Bloody Roots/Ganz- Don't Cry/Alternatif bir şey/ diye gider. Özellikle 80lerde genç olan insanların çoğunun Deep Purple mı Led Zeppelin mi, Black Sabbath mı tartışmaları yaptığını hala duyabiliyorum.

İstiklal'de Balık Pazarı'na gidip, Golden Kokoreçten sonraki pasaja girin, orada plak satan amca var. Hayatı bu tartışma üzerine kurulu. Genel olarak hedef gösteren asimetrik harekatlı bir şeyler yazıyormuşum gibi hissettim şu an ama gerçekten öyle. Bu ülkede bir nesil Bulutsuzluk Özlemi'yle yetişti. Aşağıya Klips ve Onlar adı altında en az Insane Clown Posse kadar korku saçan isme sahip grubumuzun Eurovision şarkısını yerleştiriyorum. Bunların röportajını okumuştum, Melih Kibar falan çok umutluydu, şarkının içinde farklı dillerde sevgi dostluk, mesajları, subliminal bir şeyler var diye.


Yalnız klavyeci abimiz neden mezuniyet cüppesiyle çıkmış onu anlayamadım.
Gitarı da Dieter Bohlen'in kuzeni çalıyor, zira gitarı yumruklama stilleri aynı, hemen aşağı bir adet gömelim. Ha Modern Talking'e laf atan olursa onun ağzını yüzünü kırarım o ayrı bir konu.




31 Ekim 2009 Cumartesi

Entelijensiya(hem ajanlık muhabbeti, hem de entelektüel gibi tınlıyor) Üzerine


Bu gerçeği birbirimizden daha ne kadar saklayacaktık?

Hangimiz Stephen Hawking'in artık Orhan Pamuk olduğunu bilmiyoruz ki?
Böylece Stephen da yıllardır özlemini çektiği Nobele, edebiyat alanında da olsa, bir şekilde kavuşmuş oldu.
Hem de hastayım ayağına yatıp dünya kamuoyundan gizlenip, Nişantaşı'nda ev sahibi oldu.
Zaten en iyi yatırım gayrimenkul!

Bunları uydurmadığımı Orhan the Stephen Pamuk'un Kara Kitap ve Beyaz Kale yapıtlarındaki izleri takip ederek anlayabilirsiniz. Celal Salik/Galip ve (buraya dikkat!!!) Venedikli Köle/Osmanlılı Efendi'yi nasıl anlayamadınız?

Venedik burada Büyük Britanya'yı simgeliyor doğal olarak, Osmanlı da Türkiye'yi. Ayrıca Paşa'nın bu hayattan uzaklaşıp, başka bir hayata yelken açması sizi hiç mi şüphelendirmemişti?
Ya Galip'in artık, Celal'in yazılarını yazıyor olması, hiç mi Stephen'ın aslında hasta olmadığını, hasta ayağına yatıp Türkiye'ye kaçıp Orhan Pamuk yerine yazdığına dair kuşkular uyandırmadı içinizde?

Ben, bir bilim ve sanat aşığı olarak şu an Orhan Pamuk ve Stephen Hawking denilen karakterlerin aynı kişi olduğuna inanıyorum. Başka türlü bu kadar benzerliğin açıklanması mümkün değil. (Özellikle Orhan'ın videolarında gülerken yaptığı mimiklere dikkat edin, resmen My Left Foot'ta Daniel Day Lewis!!!)
Aranızda bazılarınız, aynı zamanda nasıl İngiltere'de yaşıyor ve Türkiye'de de Amerika'da da oluyor diye soruyorsanız içinizden, lütfen gidip yine bu bahsettiğimiz artık kaç kişi olduğu belli olmayan bireyin "A Brief History of Time" isimli kitabını okuyunuz.

Kamuoyu yanıltılmasın!
Zola'ların Flaubert'lerin torunu bir Fransız aydını olarak, Türk ve İngiliz yetkililerden açıklama bekliyorum. Çünkü onlara bir çift sözüm olacak! "Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle anla, ve tarihle yargıla!

30 Ekim 2009 Cuma

Daniel Day Lewis Üzerine


Geçen yazıda There Will Be Blood'ın ismini anmıştım, az önce My Left Foot'u ilk defa izledim.(Yazıya Yılmaz Özdil sayfa düzeninde devam ediyorum şu andan sonra.)

*

Daniel Day Lewis'a iman etmeye karar verdim.

*

Serpico'yu izlediğimde, Al Pacino için de böyle düşünmüştüm, ama ilk defa bir oyuncuyu gördüğüm sahnede bu sefer daha ne kadar gerçekçi olacak diye meraklar içerisinde bekledim. Ve her hareketine hayran kaldım.

*

Bazı insanlar Yıldız Kenter'i iyi bir oyuncu olarak falan görüyor. İşte bu adamın oyunculuğunu her gördüğüm an Yıldız Kenter'i recmetmek için çeşitli sebepler buluyorum. Gerçi Hülya Avşar'ı güzel bulmakla Yıldız Kenter'i iyi bir oyuncu görmek arasında hemen hemen +1'e yaklaşan bir korelasyon seziyorum, ama burada açıklayamam şu an.

Hatta geçenlerde, A Streetcar Named Desire'ı izliyorduk.(Zannımca yeryüzünde, hakketiğinden fazla değer gören filmlerin en önde bayrak taşıyanlarından bu film.) Filmde, -kitapta da doğal olarak- Blanche DuBois'yı oynayan Viven Leigh isimli bir ablamız var. Blanche'in çeşitli psikolojik sorunları var ve biraz ağlak, biraz sorunlu bir karakter. İzlediğim kişiyle beraber bu karakteri görmemizden takribi 7 dakika içerisinde verdiğimiz ilk tepki: " Bu rol Yıldız Kenter'e ne yakışırdı!" oldu. Çünkü Yıldız Kenter bipolar bozukluğu olan, ve sadece System of a Down gitarcısı gibi sürekli havaya bakarken aynı zamanda ağlayan karakterleri canlandırabiliyordu. Zira filmden sonraki araştırmalarım sonuç verdi, ve Yıldız Kenter'in bu rolü de kaçırmamış olduğunu öğrenmiş olduk. Ayrıca şunu demek istiyorum, filmin her sahnesinde Marlon Brando'nun vücudundan testosteron akıyor. O filmde ziyan olan testosteronlar korunabilseydi, Godfather'da kullanılıp insanların filmi izlerken ölmelerine sebep olabilirdi.

*

Neyse!

***

Beyin felci geçirmiş birini Daniel Day Lewis kadar iyi oynayan sadece bir kişi daha var...

*

Breaking Bad'deki Walter Junior. Fakat onun da biyografisine baktığımda gerçekten beyin felci geçirmiş olduğunu öğrendim.

*

Daniel Day Lewis, Gangs of New York'taki karakterine yürüyüşünü öyle güzel yedirmiş ki, her adımında "Evet az sonra tüylü bir örümceğe dönüşüp, bütün halkı önce salyalayıp sonra da güneş altında kurumalarını bekleyip yiyecek." diye düşünüyor insan. Bir bu var, bir de onun oyunculuğuyla ilgisi olmayan ama There Will Be Blood'da dikkatimi çeken bir olay var. Oynadığı karakterin sonsuz küstahlığı, La Strada'da Zampano'nun Palyaço Gelsomina'ya olan küstah yaklaşımıyla aynı. Zaten Zampano da elleriyle olmasa bile Gelsomina'yı öldürüyor. Tabii There Will Be Blood'daki Peder, Gelsomina kadar iflah olmaz bir neşe kaynağı değil, ya da onun kadar sempati yaymıyor. Ama Gelsomina'nın da birkaç film eleştirisinde Meryem'i sembolize ettiğini okumuştum. Senaryo yazarlarının bundan etkilendiğini söyleyemem, ancak yine de La Strada'daki Zampano/Gelsomina ilişkisinin There Will be Blood'daki Daniel Plainview/Eli Sunday ilişkisine benzediğini düşünüyorum.

*

Daha fazla uzatıp, "Adam gibi adam" falan diyip Daniel Day Lewis'ı Kemal Kılıçdaroğlu durumuna düşürmeden bitiriyorum.


28 Ekim 2009 Çarşamba

Komiseri Vurdum Ancak Polis Memurlarını Vurmadım Üzerine



"Eğer bir müzik grubunda bulunsaydım, Pet Shop Boys'un sessizi olurdum."(p.34, Essais)
Michel de Monteyn

Az önce uyurken aklıma Perihan Savaş geldi. Üzerine o kadar düşündüm ki, Perihan Savaş'ı sevmek için tek nedenimin "Bitirimler Sınıfı" olduğuna karar verdim. Siz bu filme ne hisler besliyorsunuz bilmiyorum ama ben, en sevdiğim filmler listesinde There Will Be Blood'un bir altına koyuyorum. Hem verdiği ümit ve sevgi, hem de senaryonun tamamen bilinçakışıyla yazılması gözlerden kaçmıyor. Sanırım IMDB çalışanları da bu durumu anlamış olmalı ki, sayfasındaki önerilen filmler başlığı altında Nuri Bilge Ceylan'ın Kasaba'sını da dahil etmişler.

Filmin konusundan kısaca bahsedeyim, hayatında hiç televizyon izlememiş okur vardır belki. Sezer ve afacan arkadaşları(evet afacanı bilerek kulandım, bu güzel kelimenin ne kadar az kullanıldığının farkında mısınız?) Özel Sevgi İlkokulunda okuyorlar ve müdürleri Aydemir Akbaş'ın ikinci meslek olarak ucuz erotik filmlerde oynadığını bilmiyorlar. Her gelen yeni öğretmeni okuldan postalıyorlar. En sonunda, filmin başında resmen bir kaltak olan Perihan Savaş geliyor, Sezer'i aç bırakıyor, gözünün önünde yemek yiyor falan. Sonra, bir şeyler oluyor Perihan'dan özür diliyorlar ardından da bilgi yarışmasını kazanıp, Aydemir Akbaş'ın verdiği söz üzerine kampa gidiyorlar. Ancak burada da, her şey değişip polisiye film haline geliyor ve, karısını öldüren bir adamı tongaya düşürmelerini izliyoruz.

Öncelikle, senaryodaki şaşırtmalı ustalığa dikkatinizi çekmek istiyorum, ancak bu okulun özel okul olması, cezalar falan hep yabancı bi filmden çalınmış gibi gelmişti bana. Sonra lisede okurken, benim okul müdürümün de ceza olarak insanlara çapa yaptırdığını ve yatakhanede kalmama cezası verdiğini falan hatırlayınca olaylar biraz daha normal gelmeye başladı. Hele ben müdür olsam, Sezer'in yaşına bakmaz ağzının ortasına iki tane çakardım sanırım. Bitirim değil, bildiğin piç çünkü. Yalnız çok salakça bir sahne var, Ayşen Gruda öğretmen olarak geliyor, ve ardından Sezer ile yanındaki hafif kilolu arkadaş onun gözünün önünde zehir hazırlıyormuş gibi yapıyorlar. Ancak zehiri açık açık limonlu ve portakallı oraleti karıştırarak yapıyorlar. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz, zamanında liseden mezun olup öğretmen yapılanlar bir kısmı gerçekten çok kötü durumdaymış.

İkinci bir konu da, Cennet Mahallesi sevgili okur. Bundan daha Temmuz ayında bahsetmek istiyordum, yalan oldu. Şimdi üzerimdeki etkileri de yok oldu zaten. Yine de Cennet Mahallesi dizisini, Maske'nin bir bölümündeki Cehennem tasvirine benzetiyorum. Maske o bölümde Cehenneme düşüyordu, ve Cehennem'de aslında harlanan odunların falan bulunmadığını, herkese zorunlu olarak bir kadın programının aynı bölümünün her gün izletildiğini görüyordu. Bu dizinin de her bölümü aynı ve sanırım 3 ya da dört yıl boyunca insanlar Alişan'la Çağla Şikel'in evlenememesini izledi. Ya anlıyoruz, bir kurgunun olması için çatışma gerekir. Ancak sadece tek çatışmaya indirince bunu çok acaip oluyor. Yani, ortada bi tüfek var, ancak patlayamıyor da!!(Özür dilerim, burada hem Alişan'a laf koyarmış gibi oldum, hem de Çehov'un sözünü ziyan ettim.) Daha fazla uzatamayacağım, zira çok hastayım, böbreklerim çok ağrıyor. Ayrıca kafamın içinde çamur deryası varmış gibi hissediyorum.

Az önce Ferdi Tayfur'dan, Ben de Özledim'i dinliyordum. Uzak mesafeli ilişkilerin nasıl zor olduğunu anlatan bu şarkıyı tüm kader mahkumlarına ve şu an Bolu kapalı cezaevi D3 koğuşunda yatmakta olan amcam Kamber de Monteyn'e yolluyorum. Delikanlı23....
Çok güzel bu şarkı yaaa. Esra.....
Esra istersen seninle buluşabiliriz, numaranı buradan göremiyorum siliyorlar, şifreleyerek aşağıya yaz. Delikanlı23....


(Videoyu hazırlayan arkadaşın ismine dikkat!!!)


 
Copyright © 2010 MONTEYN