29 Eylül 2009 Salı

Monteyn! Mazluma Güven; Zalime Korku Verir!

Dostlar!

Hepiniz değil, ama aranızda şimdi bahsedeceklerimden muzdarip olanlar için: "Monteyn'in toplumda mal gibi kalan, veya edebi görünsün, havalı olsun istiyorsanız da "Hayat Acemisi" insanlara yardım yazıları vol.1'i yayınlama kararı aldım."

Konu 1: Toplu Taşıma Araçları

1a. Minibüsler

Minibüste en büyük sorun oturma stratejisi olmakla beraber, parayı uzatırken öndekini dürtükleme gerginliği, arkadan dokunan elin bünyede yarattığı korku, "gelen paranın üstünü ya yanlış iletirsem" sıkıntısı, avuca gelen parayı minibüse saçmak ve yerden 5 kuruşları bile toplamak zorunda kalmak mallığı, eğer kulaklık takılıyorsa durağa optimum mesafede kulaklığı çıkarma ve böylece rezil olmama durumu, şoförün tipine göre "müsait bir yerde" demek yerine inilecek yerin adını seçme gerginliği, eğer son kalan ikili koltukta kalan tek yere sizinle aynı anda binen kişiyle kapışmayı düşünüp sonra vazgeçmek, gibi şeylere takılıyorsanız. Tebrik ederim siz de bir malsınız ve bundan kurtulmaktan ziyade, semptomları azaltarak daha az acı çekmek için size sadece şoförün yanındaki koltuğa oturmanızı önerebilirim. Ayaktaysanız, zaten hem bunu o koltuğu kapmak için yapmadığınız hamle yüzünden hak ettiniz, hem de ayaktayken daha az para transferine dahil olunuyor.

Böylece korkunç para transfer zincirine girmemiş olur, aynı zamanda inilecek yeri mümkün olan en ilkel hareket olan parmakla gösterip, o yüksek çıkaramadığınız sesinizle şoföre deklare edebilirsiniz.

1b.Otobüs

Buna da yine yukarıda bulunan çoğu saçmalık dahilken, Teyze baskısı bunda biraz daha belirgin. Yer verme, vermeme paradoksunu yaşamayan bir kişi yoktur sanırım. Ayrıca yanınızda yaşıtınız biri otururken kalkıp yaşlıya yer veriyorsa, samimi söylüyorum o teyzenin gözünde artık bir açık toplum düşmanısınız. İsterseniz bunu toparlamak için muhabbete girmeyi deneyebilir tüm torunlarının hangi okullarda okuduklarını öğrenebilir, damatların hayırlı olanları hakkında bilgiler edinebilirsiniz. Otobüsten indikten sonra "Mehmet gibi biri olmak gerçekten çok kötü, ben de mi Okan'ın okuduğu üniversite de okuyup öyle kariyer yapsam." gibi ömrünüz boyunca hayatınıza dahil olmamış insanlar üzerinden gelecek planı yapma ihtimali var. Bu yüzden diyaloğa girmeyin, hele 30 dakika üstüyse yol, teyzenin çantasındaki ilaç zulasından anti-depresan bir şeyler isteyin. Gelini falan doktor olduğu için, bizzat sağlık bakanlığı tarafından fahri tıp doktorluğu ünvanı aldığı yetmezmiş gibi, aynı zamanda çantasını da ilaç deposu olarak kullanıyordur muhtemelen. Amcalar biraz daha az zararlı olmakla beraber, belli yaşın üstündeyse sakın memleket meselelerine girmesine izin vermeyin, bu sizin ölümünüz olacaktır.

1c.Vapur

Saçlarınız mı uzun? Dışarı çıkıp deniz havasıyla yolculuk mu yapmak istiyorsunuz? Mutlaka saçlarınız dağılıp ilk olarak göze girecektir, toplama yöntemi fark etmez. Martılara dikkat! Ayrıca diğerlerine göre daha az sıkıntılı yolculuklar olup, koltukların çoğu doluyken boş yer seçmenin de büyük sıkıntı olduğunu unutmayalım. Bazen zararsız görünen insanlar, muhabbetleriyle esir alabiliyor!


P.S: Bugün sezonun son, sandaletin içine çorap giymiş insanını gördüm. Çok mutluyum, leyleklerin göç etmesini izlemek gibi bir şey.

P.S2: aklımda olan teyze resmini bulamadığım için yerine, I want to Break Free'nin klibinden John Deacon'ı(sağ) yolluyorum. Onun Avrupalı olmayanını düşünün.

25 Eylül 2009 Cuma

Fiat Lux'ün, her zaman orta seviye bir aile arabası ismi hissi uyandırması üzerine değil

Japanese Toilet Training (part 1)




Japonluk çok garip bir müessese.

Bir şeyler yazacaktım bu akşam, şu video bütün enerjimi emdi.3 gün banyo yapmamış insan erkeğinin ergenlerinin arasında kalmış kadar demotive etti. Sanırım 200.000 civarında blog'a bu video gömülmüştür, ama ben ilk defa gördüm.

Kaplaninsanların,(aklıma Southpark'taki "Pigbearman" muhabbeti geldi.Shimajiro'nun yaptığı da ayrıca Mr.Hankey, the Christmas Poo gibi), ışınlanabilme yeteneği varmış onu öğrendim. Tuvalet kaplançocuğu çağırınca, aniden tuvalete gidiyor. Yalnız Shimajiro'daki azmi gördükten sonra, hayatta azim konusunda bir kaplançocuğu örnek edinmeye karar verdim.

Videonun sonundaki antipatik çocuğun tutunduğu ve güç aldığı sarı trabzan çok yararlı gibi duruyor yalnız.
Ve her anime, manga ayarındaki şeyde olduğu gibi, bu video da zafer işaretiyle bitiyor.

Shimajiro'ya da Phil Collins'ten "In the Air Tonight"ı yolluyorum:

And i can feel it coming in the air tonight, oh lord
I've been waiting for this moment for all my life, oh lord
I can feel it in the air tonight, oh lord, oh lord
And I've been waiting for this moment all my life, oh lord, oh lord

P.S:Gıgı nedir?
Böyle, bebek lisanı gibi ama, aynı zamanda kendi içinde...
Hiçbir bok taşımıyor kardeşim!
Gıgı diyince aklıma Ummagumma'nın kapağındaki plağın sol alt köşesindeki "Gigi"si geliyor o kadar.

Bu arada o kapakta Roger Waters beden derslerindeki çakı duruşunu yapıp bacaklarını da açmış. Bir başkasında da garibim Richard Wright, mahalle baskısından ötürü tam 94 alabileceği bir çakı duruşu yapmış.

Soruyorum sana sevgili okur: "Ummagumma", bir dondurma markasının, orta ve orta-alt seviyeye hitap eden çeşidi gibi değil mi?

Üstü fındık kaplı.
Hadi double album olduğu için, çift çikolatalı diyelim ona.

Ama canlı kaydı pek iyi değil, belki Careful with that Axe Eugene iyi. Stüdyo kayıtları, Nestlé Damak'ın, Ülker Napoliten'in ağırbaşlı ve karizmatik duruşu altındaki ezilişi hissini veriyor.

Şimdi, "Several Species of Small Furry Animals Gathered Together in a Cave and Grooving with a Pict" gibi deneysel bir isim koymuş olabilirsin. Ama bu tip boş deneyselliklerle kamuoyunu yanıltmaya hakkın yok. Ha senden 15 yıl sonra "Stop Me If You Think You've Heard This One Before" gibi şarkı sözleri koyulacaktır. Ama o deneysel değil, adamın kendi yüzsüzlüğünden ve özgüveninden kaynaklanıyor.

Neyse, herkese bu yazıyı okumasından sonra, Richard Gere yaşlanması nasip olması ve Bruce Willis yamuk gülümsemesi kabiliyetine kavuşması dileğiyle.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi - 2


Efendiler!(Birinci Meclis döneminin açılış konuşması gibi, kimse üzülmesin bildiğiniz gibi Ladies and Gentlemen We are Floating in Space), İsmail Cem'in kitabını satın aldım pek yakın zamanda. sonra İş Bankası Kültür Yayınları'ndan ek belgeler evime yollandı, Türkiye'nin geri kalmasına ilişkin belgeler vardı. Tabiî İsmail Cem bu konulara değinmiş, ancak ömrü yetmemiş. Ben de Esra Ceyhan/Erol(Hahayt, Penguin İngilizce'ye yeni başlayan gençler yayınevinin kelime oyunlarından yaptım.) ve Derya Baykal'la ilgili bir konuya değinmek istedim, üstüne aklıma Deniz Baykal, Derya Baykal akrabalıklarıyla ilgili şakalar yapmak bile geldi. Ama ne gerek var böyle güzel okuyucuları üzmenin, diyip vazgeçtim.

Geçen gün, telévision izlerken, Viyana sokaklarında gurbetçilerle yapılan reportage'lara denk geldim. Pazarcı bir gurbetçi, kendisine Avrupa birliği hakkında sorulan bir soruya: "Biz niye Avrupa birliğine girelim? Kendi başımıza Avrupa'yız zaten, onlar bize girsin." dedikten sonra, bu işin gerçekten mümkün olmadığını hissettim. Biliyorum İhsan Oktay Anar, Yozgat'lı ama, Yozgat gurbetçilerin çoğunluğunun gittiği yerlerden biri ve bu adamlar bir evde fuhuş yapılıyor diye ihbar ettikten sonra gelen itfaiyenin hortumunu kesen kişiler. Neyse, böyle üzücü konuları geçip, biraz daha massive konulara geçelim

Şu yukarıda gördüğünüz Derya Baykal fotoğrafı - ben dahil- yeryüzündeki en az iki milyar insana benzemekte. Photoshop'ta suratla öyle bir oynamışlar ki, küçük kasaba fotoğrafçılarının amatörlüğünü aşıp Derya Baykal'ı iyice, Doritos Naco poşetine benzetmişler. ( Ah Derya'cığım demiştim sana aramızda Sevgi/Nefret ilişkisi var diye, ve gördüğün gibi, şimdi seni koruyorum.) Hayır, cips pakedine benzetmelerine kızmıyorum, zira şu an Bordeaux'da ikamet etmekte olan yengemin kızkardeşi de mısır koçanına benzemekte, -aman ne gerek var böyle gıybetlere kuzum- böyle bir insana siyah çorap giydirip érotique pozlar verdirmeye çalışmak çok vefasızca. Adeta Ahmet Hakan'ın köşesindeki vesikalık fotoğrafı kadar çirkin, ve Ahmedinejad'ın gülümsemesi kadar rahatsız edici.

Esra Ceyhan ve Erol'la ilgili yorum yapacağımı düşünenler büyük yanılgılarda. Zira Esra Ceyhan hayatının 15 yılını menopozda geçirebilecek bir surat ifadesine sahipken, Esra Erol ise Marcel Proust'un bile betimleyemeyeceği bir gülümsemeye sahip. Bu yüzden dün akşam ikisi hakkında şiir yazdım, demek isterdim. Ama bundan 4 gün önce falan hayatımda ilk defa şiir yazdım. Kimseyle de ilgisi yok. Yine de Derya Baykal esin kaynağı olabilir.

-1-

Tarzan da karabasan görür müydü?
Ağaçların boynuna dolandığını,
Tutunamayıp sarmaşığa -terler içinde- sonsuz boşluğa,
Aniden,
Düşüp uyanır mıydı?

-2-

Havaya bakan kötü mimikli deneyimsiz oyuncular,
Oyuna dahil olurlar,
Çirkin vurgularıyla.


P.S: Hahayt, tabii ki şiirleri sarhoşken yazıp ajandama geçirmişim. Ama Derya'nın ilham verici özelliğini hiçbir zaman reddetmeyeceğim, 75 yaşına geldiğinde Mina Urgan kalınlığına ulaşacak sesine de büyük saygılar sunuyorum. May the Patchwork be with You! Kpfssss, kahhhhh

16 Eylül 2009 Çarşamba

Games Without Frontiers Üzerine



Genesis'i hiç dinlemedim, nasıl oldu bilmiyorum ama Peter Gabriel'ın solo albümlerinin hepsi elimde var ve her ne kadar çok sıkıcı bir alışma sürecinden geçirseler de, alışınca insanda yer ediyor. Keçi gibi adam, çığlıklarıyla sesiyle. Phil Collins, Peter Gabriel'ın sesini taklit etmek için 8 yaşındayken sigara içmeye başlamış gibi düşünürüm her zaman.
Geçenlerde İsveç'te Polar Müzik Ödülü verildi. Tehey Peter'ım tehey dedim içimden, o kara saçlı Peter gitmiş yerine tombul bir amca gelmişti, bir insan nasıl böyle ani beyazlama geçirebilir. Kırlaşmış halinin fotoğrafını bulamıyorum adamın, hepsi ya genç ve siyah saçlı ya da yaşlı,göbekli ve beyaz saçlı.

Albüm kapaklarının ayrı güzelliği var, hatta Storm Thorgerson'la beraber yapıyorlar kapakları diye hatırlıyorum. Bu arada bundan 4 yıl önce Storm Thorgerson'ın sitesini gezerken bir resmi beğenmemiş ve bu konuda "contact" yazan kısma eleştirimi yapmış fotoğrafın bazı yerlerinin değiştirilmesini önermiştim, büyük merakla cevap bile beklemiştim. Sonra aklım başıma geldiğinde Storm Thorgerson'a mektup yazıp bu hatamı telafi etmek istesem de, bu da ayrı bir rezalete yol açacağı için, hatalar silsilesini engellemek için abartmayıp bu utançla yaşamaya devam ettim. Özellikle ilk üçlü gördüğüm en iyi fotoğraflar arasındadır, deforme edilmemiş olsaydı da yine çok güzel olurlardı. Ama So'nun kapağında eğer kamyoncu yeleği, ya da oduncu gömlek giyse 97 yılı İbrahim Tatlıses albüm kapağı olacağını kabul ediyorum, aslında Mahzun'a biraz daha benziyor bilmiyorum.

Şu an bu küçük halinde görünmüyor ama kırmızı fotoğraf Us, ve sağ alttaki soundtrack kapaklarının köşelerinde renk kodları var.Bu renk kodlarını Factory Records uyguluyordu albüm kapaklarında New Order kapaklarında görebilirsiniz, sanırım Power, Corruption & Lies'ın kapağında var mesela çok rahat görülebilen. Bu renk kodlarının en yakın zamanda, şu an adını yazmak istemediğim bir grubun X&Y albümünün ve onun single'larının kapaklarında kullanıldığını biliyorum. Peter Gabriel'da bir an Factory'de sandım, ancak Peter Gabriel'le anlaşma imzalayacağını sanmıyorum Factory gibi yeni müziğe açık olmuş bir kurumun. Neyse, buraya sadece Games Without frontiers'ın albüm kaydını ve çok iyi bir remiksini yerleştirmeyi uygun gördüm. Şarkıyı daha ilk dinlediğimde çok beğenmiştim. Bu arada bunun Massive Attack remiksi de var, ama az sonra dinleyeceğiniz çok ilginç olmuş. Şarkıların sample'larını sunup, yarıştıran bir site var realworldremixed isminde, orada başka şeyler de bulabilirsiniz.

Kendisi:




Remikse gel.kom:

15 Eylül 2009 Salı


Dün Patrick Swayze(şıvayz mı şıvayzi mi hep kararsız kaldım, şıvayzi diyeceğim)den bahsettim, bugün de öldü kendisi. Böylece, din kuruyorum, mezhep kuruyorum laflarımın da tatava olmadığı anlaşılmıştır umarım.

Olaya gelelim. The Beatles, yurdum ve dünya insanları tarafından pek sevilen, pek güzel bir topluluk. Önceden bahsetmişliğim var, Revolver hakkında, A Day in the Life hakkında. Saygımı esirgemedim hiçbir zaman. Asrî zamanların en büyük grubu galiba, The Simpsons'da Ned Flanders'a bile "They were bigger than Jesus." dedirtmişliği var. Adam değiştirip grubu rezil hale sokmuyorlar, misal bu konuda en rezil olan topluluk Black Sabbath galiba, Alan Parson's Project'in bile sık eleman değişimine gittiklerini düşünüyorum. Dün Ayna'dan da bahsetmiştim, Erhan Güleryüz tam 36 kişinin zamanla gruptan gelip geçtiğini söylemişti, öyle bi hal almış ki grup klip çekimi sırasında bile eleman değişebilecek seviyede olabilir. Komik değildi, ama şu an hiç abartabilecek durumda değilim, zira The Beatles ve Radiohead'le ilgili ciddi bir çıkarım yapmayı planlıyorum.

The Beatles asrî zamanların en büyük grubuysa, Radiohead'da asrî sonrası zamanların en büyük grubudur diyorum. Ayrıca modern ve post modern kullanmayarak buradan Oktay Sinanoğlu gibi bir ruh hastasına tıribüyuuutumu iletiyorum.

Hemen olaylara gelelim, The Beatles'ı kimisi kırmızı ve mavi olarak ayırır, 1962-1966 ve 1967-1970 toplama albümlerinin kapakları yüzünden. Bu kırmızı kısmıyla Radiohead'i bağdaştırmaya uğraştım, ancak tek benzerlik olarak Pablo Honey'deki Creep'in salya sümük bir şarkı olması ve 1962-1966 dönemi The Beatles'ının da sadece bu olayı yapmış olmasından başka herhangi bir benzerlik gelmedi. Aslında Radiohead bu kırmızı dönemini çabuk geçip delikanlı gibi olgunlaşıyor. Ardından The Bends'le hemen kendi için Mavi dönemine geçiyor. Ya Mavi dedikçe de Attila İlhan geliyor aklıma, o yüzden ikinci dönem diyeyim. Adamı sevmediğimden değil de, sürekli önümde şapkasını çıkarıyormuş ve o bir hafta giyilmiş şapkadan çıkan kesif büyükbaba kafası kokusu yayılıyormuş gibi hissediyorum. (İnanmayacaksınız ama bunu yazdıktan 20 saniye sonra da Büyükbabam aradı. Bir şeyler oluyor, çok korkuyorum ve hatta ört beni Hatice.) The Bends'de favori şarkım My Iron Lung, bu şarkı herhalde delilik hakkında olabilir demiştim ilk dinlediğimde. Neyse, sonra OK Computer'la beraber sosyal sorumluluklar, dünyanın farkına varma. Pitchfork.com'la ilgili bir şeyler okumuştum, 1997'ye kadar David Bowie'den Low ondan sonra da sadece OK Computer'a yaslanıp onlara tapıyorlar gibiydi, ama şu an nerede okuduğumu hatırlayamıyorum. Neyse bu dönem onların Sgt.Peppers'ıydı diyelim. Sonra da Kid A ve Amnesiac gibi ardarda kaydedilen ve hatta rahatlıkla double albüm olarak yayınlanabilecek kayıtlara imza atıyorlar. Şu noktayı da White Album'ün deneyselliğiyle falan bağdaştırırdım ama o artık çok büyük bir rastlantıyı meşrulaştırmaya çalışmak(ki aslında bazen edebiyat eleştirmenleri bu tip şeyleri iyice abartır oluyorlar) olurdu. Ardından Hail to the Thief geliyor, bunu herhangi bir albümle bağdaştırmazdım ama bu da artık ekonomik bir sıkıntıda bulunmayarak istediklerini ortaya yaydıkları Abbey Road gibi bir şey oluyor. Gerçi The Beatles 65'den sonra zaten kimseyi sallamadı ama benzerlik bulmaya kalkışınca gayet uygun kılıflar geçirilebilir.

Şimdi buraya kadar zaten modern zamanların grubu olmasını gördük, yükselişlerini gördük. Farklara bakalım, Radiohead'in sosyal duyarlılık muhabbeti var, The Beatles'ın sosyal duyarlılık olarak sadece British Invasion'ı yarattıklarını belki söyleyebiliriz o da çok anlamsız zaten. Aranızda The Beatles hastası varsa ve bu konudaki tutumlarını biliyorsa bana aktarabilir. The Beatles Revolver'dan sonra(ben rivolvır diye okurken bir rahatsızlık oluşuyor Ataol Behramoğlu, Haluk Levent yüzünden) turneye çıkmayı bırakıyor, sadece yaratıcılığa yöneliyor. Halbuki Radiohead In Rainbows'u turnede gaza geldikten sonra yazmaya karar veriyor. Şimdi teknolojik olanaklar da çok farklı doğal olarak, sahnede Revolution 9'ı çalmaya kalkışsan hem kimse dinlemez, dinlese bile 69 yılında o ses sample'larını sahnede kullanmak yarar adamı. Zaten o şarkıyı yazarken asla performans şarkısı olarak düşünmedikleri belli, öyle bir şey olması için Kraftwerk gibi laptop başında Age atarak konser vermeleri gerekirdi. Hepimiz biliyoruz ki Kraftwerk elemanları bir öğrenci klasiği olan(Age of Empires 2'ye o firmada çalışan "yaparım" diyen kişinin sesine de saygılarımı sunuyorum. İlk duyduğumda dünya kültürel mirasına inanılmaz katkıda bulunduğumuzu düşünmüştüm.) Age of Empires 2 oynuyor laptoların başında.(a.k.a ey catmak)


-Fritz! Stein yolla homuagoym!


Neyse, olaya devam edelim Radiohead'in aklı daha açık gibi The Beatles'a göre. Neden böyle diyorum, çünkü The Beatles "hadi Londra Orkestrasını tutalım sonra 36 banda kaydedelim bakalım n'olucak" gibi durumlara girerken, Radiohead deneyselliğin evdeki parfümlerin hepsini karıştırıp süper parfümü yapmak olmadığını biliyor. Bu yüzden saçmalamıyorlar, ki az önce de değindiğim gibi Revolution 9'ın avant garde'lığı müzik dünyasına ne kadar yarar getirmiştir bilemiyorum, ama Packt Like Sardines in A Crushd Tin Box'ın bir adım attırabileceğine inanıyorum. Aslen modern zamanda bunu beklerdik değil mi? Yani daha kontrollü bilinç akışı yapmaya çalışıp deneysellikte saçmalamadan yoluna devam etmek, ama sanırım müzik meselesinde zaman geçtikçe gelişim bu yönde oluyor. Yani Einstürzende Neubauten'ın son albümünün endüstriyelliğini de tartışırım burada, ama yapmıyorum çünkü az önce ileri sürdüğüm şeyde çok iddialı değilim. Ayrıca CAN varya, kelime "communism, anarchism, nihilism"miş, adamların ruh hastası olduğu gruplarına verdikleri isimden bile belli oluyor. Zaten grupta sokaktan bulunmuş berduş bi şarkıcı varsa açıkça görüşünü ortaya koymuşsundur. Damo Suzuki'yi resmen sokakta bağırıp şarkı söylemeye çalışırken gruba almışlar.

Ya Radiohead'in müziğindeki planlanmış kontrolsüzlük kokan, soğuk akış, The Beatles'da planlanmamış bir kontrolsüz akış gibi geldi bana. Bu yüzden Radiohead'e post modern demeye kalkıştım, adamların Esperanto kullanması OK Computer'da mesela, ya da Stanley Donwood'un deli çizimleri. Sgt. Peppers'ın kapağı da kolaj falan ama yine bunda hep en büyük grup olmanın şımarıklığından kaynaklanan bir etkiyle oluştuğunu düşündüm. Yani The Beatles elemanlarıyla karşılaşsanız neşeli sohbetlere girme zorunluluğu varmış gibi, ama Radiohead öyle değil işte, elemanlarla oturup içki içip sessizce günlük meselelerden konuşabilecekmişsiniz gibi, senden bir beklentileri yok odaya girip çıkabilirsin; ama The Beatles elemanlarını sohbetinle sürekli diri tutmak zorundaymış gibi yoksa gider onları senden daha çok neşelendiren başka birileriyle takılmaya başlayabilirler. Dışarı çıktığında The Beatles'la beraberken kızlara laf atarsın, sokak esprileri ve el hareketleriyle birbirini neşelendirirsin. Halbuki Radiohead'le beraberken bütün gün konuşmadan sessizce ortalıkta gezer, sonra eve dönersin. Kimsenin bir beklentisi olmaz. Olay buydu aslında.



P.S: Geçen gün Türkçe vikipedayi'den Sinir Sistemi'ne bakmak istedim, "Ayık ol insanlar hasta olduğunda senin gibi denyolara rastlamasınlar..." yazısı çıktı, ardından tarihine göz gezdirdim şu da vardı: "galatasaray şampion burdan artık kopya çekemeyeceksiniz." Hele bu varya!!! Wikipedia bunu Dada'ya örnek olarak göstermeli. Madde bağımlılığı almış başını yürümüş harbiden.
Ayrıca dünün korkudan falan bahseden yazıya da gönderme olarak My Iron Lung'dan alıntı yapalım:
And if you're frightened
You can be frightened
You can be, it's okay

14 Eylül 2009 Pazartesi


Öncelikle korku mu vardı bilmiyorum, ama temel duygulardan biri olduğuna eminim, çok büyük ihtimalle nefretten, hayranlıktan, sevgiden ve diğer bir çoğundan önce başladı. Hayvanlarda da var, eğer evrimi göz ardı ederek dinlere baksak, Adem'in geceleri götü uçuklamasa ve Havva'sız kalsa, kendi çapında yaşar sonra da bir gece vahşi hayvanlardan birine bacağı kaptırırdı. Zaten ondan sonra sanırım kötürüm Adem'e bakması için o zamana kadar Havva olmasa bile yine yollanırdı. Kadınlarımız, analarımız, bacılarımız gibi vefakar bir yazıyla devam edersem yazı rezil olur... ("Adam&Eve not Adam&Steve" yazan pankartlarla ilgili sinirimi başka bir yazıda aktaracağım ayrıca.)

Ölüm korkusuyla başabaş gidiyor yalnızlık korkusu. İster doğal seçilim, ister Adem ile Havva'nın torunu olsun, ikisi de yaşamaya devam etmek istiyor. Ardından bir şeylere güvenmeye başlayınca, yani onu koruyan diyelim bu hayata bağlayan şeylere, mağarasının soğuktan koruması falan filan. Onlarsız kalmak istemeyerek, yaşamını devam ettirdiği için güven duyduklarını sevmeye başlamıştır muhtemelen. Yani burada hayata bağlayan, onu mutlu eden herhangi bir şeyden bahsediyorum. Şimdi, ilişkileri cisimleştirme Monteyn, gibi yorumlar da gelebilir. Lütfen, zaten gördüğünüz gibi Eylül'ün gelmesiyle ya bir şeylere kızar oldum, ya da isyan eder oldum o yüzden birbirimizi kırmayalım. Ama korku o kadar köklenmiş ki o zamana gelene kadar, sanırım sevginin de içine çöreklenmiş. Hep bunları kaybedip yine yalnızlıktan korkmak galiba. Yalnızlık ölüm gibi zaten. Tabii bunu diyince Erhan Güleryüz'ün 97 yılında Ayna'nın doruk noktasındayken yazdığı şarkılara gönderme yapmışım gibi durabilir, özür dilerim. Ölüm hakkında zerre bilgim yok, ama yalnızken "Herhalde böyle bir şeymiş" falan diyor insan. Ben dedim, diyeniniz vardır muhtemelen. Ya bu olayı anlatmak istiyorum, Ankara çok rezil bir yer, yılın belli bir bölümünü orada geçirmek durumunda kalıyorum. İşte Aralık'ta hafif soğukken eğer yalnızsanız falan, "Yalnızlıklar Prensi", "Uğur Işılak", "Karagümrük Yanıyor" hislerine girebiliyor insan. Ve bunun kimseye yararı yok! Yani kendi kendine istersen, aniden profil pozu ver, istersen git bir bankta yalnız otur sadece kendini yıpratıyorsun. İşin kötü yanı, o durumda insan mantıklı düşünme yetisini kaybettiği için, o durumda ömrünün sonuna kadar kalacağı inancı o kadar güçleniyor ki, bir süre sonra bundan keyif almaya başlıyor. Yalnız yukarıdaki Yalnızlıklar Prensi'ni okuyunca, akşam izlediğim Fergi Tayfur'un Kalbimdeki Acı filmi geldi, ardından da Draco Malfoy'u düşündüm, ayrıca eğer rastlarsanız "Benim gibi Sevenler" filmini izleyin lütfen, çekirdek çitleyip komşuları eve çağırıp 70lerin yazlık sineması hissi oluşturmanız lazım, bu yüzden mümkünse projeksiyon cihazında ve çok kötü ses sisteminde izleyin filmi.

Yani şunu söylüyorum ki, üstüne yeni hiçbir şey söylemediğim dünyanın en çok ekmek yenen konusu hakkındaki düşüncelerimi doğru düzgün de aktaramadım. Aslında amacım korkunun nasıl, her şeyin dibine çöreklendiğinden falan bahsetmekti ama NLP teknikleri, The Secret gibisinden mesaj vermeye dönüşebilir diye hemen bıraktım.

Ha bunları anlatan insanların "pozitif düşünce", "evren çekim kanunu" muhabbetlerine yürekten gönül verdiklerine de inamıyorum. Hatta bir çoğundan o kadar nefret ediyorum ki, -ya hatta sadece böyle NLP falan da değil, genel olarak bu tip insanlar, az sonra örnek veririm- Donnie Darko'yu izleyenleriniz vardır, orada Patrick Swayze'nin oynadığı bu tip bir insan vardı, korkudan kaçının gibi seminer falan veriyordu. Sonra evi yandığında devasa bir çocuk pornosu arşivi olduğu ortaya çıkıyordu adamın. İşte bu tip insanların hepsinin böyle foyalarının ortaya çıkmasını istiyorum. İclal Aydın ve Derya Baykal Türkiye'de foyası ilk ortaya çıkması gereken kişiler. Mesela Martha Stewart var, balakabağından küllük, artmış çekirdek kabuklarından çamaşır askısı, portakaldan sütyen, falan yapıyor. İşte bu kadın borsada yaptığı üçkağıtçılık yüzünden 5 ay hapis yattı 2004'te, bu durumu öğrendiğim zaman çok rahatlamıştım. Mesela Derya Baykal insan taciri falan çıksa çok rahatlarım. Hayır iyi olacağına inanamadığımdan değil, iyi biri olmadığı kamera açısı değiştiği zaman konuklara bakarken bile gözlerinden okunduğu için söylüyorum bunu. Ya bu tip insanların samimiyetsizlikleri girsin onlara.

8 Eylül 2009 Salı

Konuşmalar Olaylar


Yeryüzünde en sevmediğim olaylardan biri, ölmüş birinin aqzından konuşarak onun taklidini yapmak. Yapmışlığım olmuştur, ama normalde bile antipatik olan bir hareket amatörce yapıldığı zaman iyice rezalet olup insanı metinden soğutuyor. Mesela, bu ayın NTV Tarih'inde Herodot'un ağzından bir mektup aktarılmış. Amerika'da ilkokul çocuklarına gidip "Merhaba ben Benjamin Franklin, şunu yaptım bunu yaptım." diyen amcalar kadar rahatsızlık verici, ya da Nurseli İdiz'in Monopoly adamı şeklinde Atatürk olması gibi bir şey. "Önce şurada doğdum, sonra gidip bunu yaptım, ama unutmayın ben olmasam asla tarih olmazdı. Hehe muCCkQQsss OpTmmm Bye :P" kadar rahatsız edici.

Edebiyatta bunu dalga geçmek için kullanıyor bazı insanlar, Türk Büyükleri'ni mahkemeye çıkarıp onları konuşturmak falan. Ama bunu yaptıysa, mizah amacıyla yapıyor, ya da ne bileyim hiciv falan filan. Profesyonel bir tarih dergisi çıkarıp, "Okadardadeğil" mi "yokartık" mı, ona benzer diğer mecraalardaki hataları bulup düzelten bölüm koyarken, salakça hata yaptığının farkında değil. Böyle melankolik konuşturmalarla kendince karşı çıktığı resmi tarihin yaptığı gaza getiren hatalara düşüyor. İsterse yeryüzündeki en objektif bakış açısından versin, ne anlamı var ki onu bu şekilde konuşturmanın? Ha okuyucu kitlesinin tabii ki her türlü olmasını bekleyecektir, öyle olmasa Tudem Yayınları'na bastırtmazdı zaten. Evet bildiğimiz Tudem Yayınları, test kitapları, türkiye çapında deneme sınavları falan yapıp kardeşi kardeşe kırdırtan Tudem'den bahsediyorum. Mesela Tudem Yayınevi'nin şöyle bir kitabı var: "Beyninizi İptal Ettiren Şaşırtmacalar", yani bu kurumun aslen okur kitlesi budur. NTV çok doğru bir hareket yapıp Tudem'e bastırtmış dergisini. Okuması keyifli, aslen Popüler Tarih'in çizgisinde olması gerekirken -ki bunu genellikle başarırken- Elma Kurdu NamNam seviyesine düşmesinin bir anlamı yok.

Bu hatayı yaptın, ama en azından Herodot'u konuştururken bir şeyler yapmaya çalış. Bunun bir benzerini Bilim Çocuk'ta gördüğümü hatırlıyorum, tabii o zamanlar Güneş Tutulması gözlüğü topladığım zamanlar. Ama bilmiyorum, çok ucuz numaralar, bir benzerini şive taklidine karşı hissediyorum, ehh yeter artık be söyleyince taklitçi, hmmm sen hiçbir şey anlamadın asıl ben anladım diye düşünen okurlar olacaktır diye yarım saattir söyleyemiyorum. Oğuz Atay işte onu yapan adam, Namık Kemal'i falan mahkemeye çıkaran, üstüne üstlük yazında şive taklidinden de nefret ediyor. Bunu tabii Armağan Kitaptan öğrenebildim. Hak verip ellerinden öpüyorum Oğuzcuğum Atay'ın. Şurada, altı yedi aydır blog tutuyorum şurayı okuyan her bir insanla oturup, hakkında pis şeyler düşünmeden konuşabileceğimi biliyorum. Onun için söylüyorum adamı seviyorum diye. Sevmek günahsa ben Cehennemlikim hüleaaan! mı diyeyim. Neyse ayrıca, şunu da belirteyim kitaplarından falan bahsedecek değilim, bakın zamanında Joy Division'dan bahsettim de ne oldu? Rezil oldu canım grup. Hadi onu dinleyin diye değil, öyle kutsal bir varlık olarak saydığım için bahsettim. Ama hala aranızda Madrugada dinlemeyenler var biliyorum. Ne yapayım? Açıldığı gibi müzik başlayıp kafa siken blog'a mı dönsün şu nezih ortam. Böyle siteyi açmaya kalkışınca kulaklıklar da açıkken aniden dinlenen şarkının içine sıçan bir blog. Geçenlerde Reel Around the Fountain çalan blog buldum, ama o sırada başka bir şeyler dinliyordum. Hem Reel Around the Fountain hem de o başka bir şeyler ziyan oldu. Zaten blog'una müzik koyan zihniyet okuruna işkence yapmak istemektedir, dayatma yapmaktadır. Bu yüzden öyle bir şey asla yapmayacağım, ama son kez söylüyorum ben kendi çocuklarıma izlettirmeyeceğim,dinlettirmeyeceğim şeyi burada kimseye önermem. Bu da böyle Danino gazete reklamıdır. Bir ara Danino hakkında "kısır yapıyomuş, cinsiyet değiştirttiriyomuş" gibisinden laflar dönüştüğü zaman, Danino yeryüzündeki en naif reklamı yaparak "Vallahi de billahi de biz kendi çocuğumuza yedirmeyeceğimiz şeyi size asla yedirmeyiz." gibisinden bir medya açıklaması yapmıştı. Neyse demem o ki, nefret ediyorum şive taklidi yapılmasından, yakın zamandaki kayıtlardan birinde köşe yazarlarının Ahmet Türk ve Erdoğan görüşmesiyle ilgili yaptıkları gerzekçe şive taklitlerine değindiğimi hatırlıyorum.
Erdoğan: merhaba
Türk: Ügghh merghaba, napisez?

Allah belalarını versin, başka da bir şey demiyorum, bu bir mizah anlayışı mıdır? Yoksa küçümseme amacıyla mı yapılmıştır bilmiyorum. Ama çok açıkça söylüyorum bunu yapan gerizekalıdır. Yazı üstünde ses olmuyor. Ben de bilirim "olmuyo, yapmıyo, gitmiyo, okuyomusunuz?" Yazmasını buralara, bazen kaçırıp yazıyor da olabilirim, ama okurken o kadar sinir bozucu ki işte. Lanet olsun bunu yapana. Amaç nedir? Gerçekten amaç nedir? Okura sevimli görünmek mi? Bakın soru tekrarlayarak isyan eder oldum burada. Başkasının ağzından bir şey yazacaksan da önce benimseyeceksin dilini öyle yazacaksın, şive taklidini bir kenara attım. Herodot'un Tarih'inin çevirisini bile okumamış bir insan, gelip ortalıkta bulunan biyografilerden birini birinci tekil şahıs'tan anlatınca herodot oluyor öyle mi? 87 yılının Cumhuriyet gazetelerini okuyorum seçim için falan doğuya gitmişler soru soruyorlar amcanın birine "biz bilmeyik oğul" dedirtiyorlar. Hayvan mı konuşturuyorsun? Fabl mı bu? Sanki tamamen doğru konuşuyorsun, sen de konuşma dilinde yaz o zaman. Ve hatta çok bilgiliysen kendi seviyendeki insanların anlayabileceği terminolojiyi kullan okur kitlesini umursamadan. Öküz! 20 yıldır da basın zerre gelişmez böyle işte. Tekel mekel hikaye onları bir yana atıyorum. Samimi yazamamak o kadar sinir bozucu ki. İşte böyle de basılı gazeteler ölür sizin de götünüze girer demek istiyorum bu adamların hepsine. Bu olay bu kadar.

P.S:Ayrıca TEV reklamlarında Özgür Bolat çıkıyor, kendisi aynı zamanda Hürriyet'te de yazıyor bazen. (lütfen okuyun acaip komik yazılar var. 3 yaşında bir kuzenim var, gün içindeki konuşmalarını kağıda döküp Özgür Bolat yerine yayımlatabilirim.Henüz üç yaşında bir kuzenim var seni ondan bile kıskanıyorum Özgür.(Hakkı Bulut'a rispek) Bu adam bomboş bir insan, akademik başarı konusunda eline çok az insan su dökebilir muhtemelen. Bütün Ivy League okullarını gezmiş dolaşmış bir insan, ama samimi söylüyorum konuşmanızın 4üncü dakikasında nasıl anlamsız biri olduğunu fark edebilirsiniz. Bu kadar okul dolaşıp, donanımdan mahrum kalabilen çok az insan vardır. Bunu başarmak için tanıştığı insanlara sürekli bulunduğu okulu anlatıp "Ben harvardayken" diyebilen bir karaktere sahip olmak gerekir. Allah'ım tarafsız bir kurum şu an bu yazıyı okuyor olsa veya ne bileyim TEV yönetim kurulunda gerizekalı olmayan insan olsa ve bir şekilde nasıl TEV'in sırtından geçindiğini anlasa adamın. Tüm parayı geri isteyecektir, ama onun yazdığı yazılarla övünüyordurlar muhtemelen. Adını daha fazla zikretmeyeceğim.

5 Eylül 2009 Cumartesi

Secret Garden'dan Nocturne'ü Haber Müziği Olarak Kullanan Kanalın Allah Belasını Versin Üzerine


"You ain't no lover, but you ain't no answer" diye anladığım U2 Helter Skelter yorumunu, aslında "ain't no dancer" şeklinde bittiğini öğrendim. Çok uzun süredir bu şekilde anlayıp çeşitli felsefi anlamlar yıkmaya çalıştığım sözün sadece Lennon ve McCartney'nin kuruyla yaptıkları kafalardan birinden çıkan sözlerden biri olduğunu fark etmek beni çok üzmedi aslında pek değerli okur. Çünkü sana bundan bahsetmeyeceğim. Ha bir de bugün RedBull Air Racing'i izlerken çok utanç verici bir durumla karşılaştığımı inkar edemem. Uçuşu yorumlayan dayıya çeviri bir yorum vermişler ve aynen şu tip yorumlarla karşılaşılıyor: "O uçmayı seviyor, ama bu kadar hızlısını ilk defa denedi.", "Ama o pilotluk yaparken hata yaptı.", "oooo çok yüksekten dayanamayacağı bir g kuvveti onun."(son cümledeki oooo'da zerre ruh olmadığını düşünün.) Şimdi benim gibi olmayan vardır ama, her zaman uçaklardan birinin bodoslama o binaya girmesini içten istiyor gibiyim. Dövüş Klübünde "Damaktaki yarayla oynamadan duramazsın"a bağlayan varsa aklını alırım onun. Böyle saçma sapan düşünceler hiç hoş değil, bazı okurların kötü alışkanlıkları var biliyorum sulu, kuru.

Ayrıca yine gelmeden önce aklıma gelen bir şeyi paylaşacağım, günlerdir yazmadığım için hemen aklıma gelen şeyleri aktarıyorum teker teker, ama en son bahsedeceğim şey bugün bahsetmek istediğim konu aslında. Neyse Sokullu'nun İnebahtı'nda İspanyollar'a laf geçirmesini hatırlıyorsunuzdur. "Bu mağlubiyetle siz bizim sakalımızı kestiniz ama biz de sizin kolunuzu kestik. (Ben en çok şimdi gelen cümleyi seviyorum.) Kesilen sakalın yerine yenisi uzar, ama kesilen kol tekrar çıkmaz. " gibi Sadrazam Egosundan mütevellit bir laf. Ha bir de "Ben padişahsam sen gel tahta, yok sen padişahsan otur tahta peder bey." laf geçirmesi var, ayrıca Yavuz'un Timur'a söylediği ağır mektup falan filan neyse, Osmanlı Egosu diyip geçiyorum. İşte tam olarak İnebahtı'nda Cervantes miydi acaba Sokullu'ya bu sözleri söyleten. Garibimin gerçekten kolu o sırada kesildiği için Sokullu da ilk gördüğü savaş esirinden yola çıkarak aklına gelen ilk lafı koymuş olabilir. Tabii belki de derinden İspanyol sanatına yönelik bir laf da olabilir, ama Sokullu'nun o taraklarda bezi olduğunu sanmıyorum. Zaten adı Sokullu olan birinin sadece Baklavacı İşletmesi gerektiğine inanıyorum. ("İşletmesi" şeklinde büyük yazmışım. Bunun tek sebebi çok eskiden milyonlarca sınav kılavuzu okuyarak kafayı yemiş olmamdır.)

İkinci bir olay da geçen gün aynaya bakarken aklıma geldi. Bana kalırsa gözlük kullanan insanların saçlarını kazıtmasının yasaklanması gerekiyor.Tahminimce kafasını kazıyan gözlüklü insan en az, Schindler'in Listesi'nde Ben Kingsley'nin oynadığı muhasebeci kadar zavallı görünüyordur. Gerçi Ben Kingsley'nin zaten sürekli merhamet dilenen bir tipi var, Fransa'ya gelse bizzat şatomda besler, istihdam sağlardım. Sadece Lucky Number Slevin'da biraz toparlar gibi oldu, onun dışında her zaman cebinde, kokan kumaş bir mendil taşıdığına eminim. Eğer o kulakları olmasaydı o kadar üzücü olmazdı kendisi, ama kulakları çok üzücü. Büyük, küçük meselesi değil, gerçekten yeryüzündeki en üzücü kulaklara sahip Ben Kingsley.

Şimdi asıl konuya gelelim. Lunapark. Yani ecnebi dillerinin birçoğunda Ay anlamına gelen Luna'dan geliyor. Yalnız Fransızca'da Parc d'attractions bunu unutmayalım. Biraz araştırma yaptım, aslında Rumence'den gelmesini bekliyordum Lunapark'ın kökeninin, oraya aitmiş gibi geliyordu, Rumence'de de Luna ay demek diye belki de, sirkle falan ilgileniyorlarmış hissine kapılmıştım hep. Bir de Nadia Komanachi esnek bir insan olduğu için yine Lunapark'a bağlamıştım. (Ayrıca Romanya'da yaşayanlara Rumen, Çingenelere de Roman denmesini kim icat etmişse umarım ömrü boyunca Ramazan Eğlencesi izlemek zorunda bırakılır.) Neyse geçiyorum, aslında kökeni 1902'de New York'ta kurulan ilk eğlence parkının isminden geliyor. Ancak, Türk girişimciler bu detaya nasıl ulaşmışlar onu bilmiyorum, ama 60larda Lunapark denmeye başlanıyor. Şimdi, New York'ta bulunan Lunapark eğlence parkı muhtemelen beton bir zeminin üstüne kurulmuştur. Ama Türkiye'de Lunapark dendiği zaman benim aklıma toz toprak geliyor. Evet biliyorum bunların ayla daha fazla alakası var, işte bu yüzden New York'la alakası olmadan Ay'da yürüyüşün ilk görüntülerini gören eğlence parkı sahipleri, "Burası bizim mekana ne kadar benziyor." deyip, ismini Lunapark koydular belki de. Tabii, Uzaya gidemeyen insanların kendi çaplarında takıldıkları yeri betimliyor. Etimolojik Sözlükte:"Sarhoş Türklerin kendilerini kusturmak için bindikleri araçlardan oluşan yer, eğlence parkı" olarak geçiyor. Sonuç olarak Amusement Park değil, ya da Atraksyonlar Parkı(üçüncü sınıf korku filmi ismi) gibi de değil. Lunapark'ın ismi o kadar naifçe konmuş ki, insanın her yere, dağların arasından akan nehir ve tepesine de peynirden ay çizme isteği uyandırıyor. Ne Tatilya gibi, uyuz analitik bir isim(Analitik diyorum çünkü sentez var işin içinde. (Peki bunun Analitik olaylarla ne alakası var? diyen okurlara cevap vermeyeceğim. Ama soğuk hissini Analitik daha iyi tanımladığını düşündüğüm için söyledim. Her şeyin arkasında yatan gerçeği söyleyip işin büyüsünü kaçırmaya çalışan insanlar gibi. İllüzyon gösterilerinin her zaman hatalarını yakalamaya çalışan biri gibi mesela, Anorak da deniliyor böyle tiplere İngilizce'de.), ne de Bücürix gibi adeta Flash TV çizgi film kuşağı ismini andıran bir saçmalık. Ay Parkı denseydi mesela? Dile oturmazdı, çünkü İş Bankası gibi çağrışımlar yapardı. Halbuki Lunapark gerçekten gizlice ülkeye çocukların eğlenmesi için sokulmuş bir yer gibi. Gökten düşmüş gibi.

P.S: Coldplay, yeryüzündeki en yeteneksiz dördüncü grup olduğu için çalıp çırpmaya devam ediyor. Dün Kraftwerk'ten Computerliebe'yi dinlerken donup kalmama sebep oldu ezikler, Talk doğrudan bu şarkının kopyası çünkü. Sonra baktım şarkıdaki riff'in yasal haklarını satın almışlar, o şekilde olmuş. Aslında başka grup yapsa bunu belki bir şey demeyeceğim, ama Coldplay yapınca batıyor. Chris Martin'i şöyle evire çevire, merdaneli çamaşır makinalarında kullanılan sopalarla dövmek istiyorum. Öyle bir nefret. Bir numara Mr.Allen, iki Bono sonra da Chris Martin. Ayrıca Türkçe Wikipedia'da Captain Beefheart'ı aramayın. Ben aradım, cevap olarak "Captain Behzat" gibi fantastik bir sonuç çıkıyor. 60'larda basılan Türkçe çizgi roman karakteri kokuları var hafiften. Eski adı geleneklere uymadığı için daha uygun bir şeyler koymayı tercih etmiş yayınevi.

P.S: Yazıyı yayınladıktan sonra inanılmaz bir cümleyle karşılaştım. Yazarken nasıl saçmalamaya elverişli hale geliyorsam. Resmen:"en son bahsedeceğim şey bugün bahsetmek istediğim konu aslında." gibi aydınlanma çağından kopup gelmiş bir cümle yazmışım. Büyük bir utanç, ve aydınlanma çağıyla da alakası olmadığı belli, ama bunun sebebini söyleyebilirim rahatça. Çünkü bugün bunu yazdığım internet kafe'de Murat Kekilli'nin "Kara gözlüm sevdalanmış/ Kime dedim yar sana dedim/Sabaha dek uyummamış/Kime dedim sorma dedi/sorma dedi/sorma dedi yar yar" isimli şarkısı çalıyordu. O şarkıyı dinlerken yazmışım o cümleyi, zaten şu an şarkıyı bilenlerin kafasında muhtemelen başladığı için şarkı ve kafalarından atamayacaklarını bilirler, bunun nasıl bir durum olduğunu anladınız. Ardından Barış Akarsu'dan "Islak Islak" ve İsmail YK'dan bas gaza çaldı, ancak kulaklık yerine marangozlarda bulunan işkence isimli cihazdan satın alındığı için kulaklıklarla bu sesi bastırmaya da kalkışamadım. Bütün müşteriler olarak zombileşmiş, şarkıyı hep bir ağızdan söylüyorduk. Bu sırada internetlerin de gittiğini fark ettiğim için, kafedeki bütün er ve erbaşlarla konuşup ikna ederek Counter çevirmeye karar verdim. 43 elin sonunda kasabaşında yaklaşık 45 dakikda tartışarak geçirdikten sonra, evime gitmek yerine, yurdumun her köşesinden gelen er ve erbaşlarla kışlaya doğru yöneldiğimi fark edince aralarından bizim ekipten birinin -yani bütün "Teröristler"in kontrolünü elinin altında tutan arkadaş- arkasından ıslık çalıp durdurdum. Zira bu saçlarla beni kışlaya almaları mümkün değildi, hemen gidip saçlarımı kestirip ortasını hafif uzun bırakıp øndüla jöleyle diktim. Artık yek vücut olmuş bizler kışlaya yola çıkmışken, yavaş yavaş Murat Kekilli'nin etkisinden çıkmaya başladığımı fark etmemle "Tertip ben kafede bişey unuttum siz gidin ben size yetişirim." demem bir oldu. Belki artık özgür olabilirdim, ama hayatımın bu neşe dolu anlarını hiçbir zaman unutmayacaktım. Üstüme ağır Axe Dark Temptation kokusu çıkmamak üzere sinmişti bir kere. (Fareyi kullanan elimin, avucunun içindeki ağır nikotin kokusunu saymıyorum bile. İnternet kafe faresi esansına mağruz kalmış bir avuç.)

1 Eylül 2009 Salı

Dış Mihrakların Oyunları Üzerine


20 liranın arkasına, Mimar Kemaleddin adı altında Marcel Proust'un konduğunun farkında mısınız? Gerçi böyle de Cumhuriyet "tehlikenin zıbıdırlsdfk" reklamları gibi oldu. Uyanın! Önce Mimar Kemaleddin yerine Proust, sonra 50lira'da Fatma Aliye yerine Charlotte Bronte, belki de sonra 100lirada Itrî yerine Mick Jagger! Bir milleti yok etmek için önce dilinden başlamalıyız diyorlar kardeşim!!!

P.S: Oturduğum kafeye şu an yeni cemaat evinden çıkmış hacı kokulu insanlar geldi. Yeryüzünde belki de ayak başparmağının tırnağının arasından çıkan tanımsız cismin kokusundan bile daha nefret ettiğim koku varsa o da hacı yağı kokusudur. Güzel olmaması yanısıra çok keskin, ve alkol içermediği için üstünüze dökülen bir damla ölümcül etki yaparak 3 ay boyunca kıyafetlerde kalıyor, ha bir de üstüne üstlük herkeste oluyor mu yoksa ben günahkar biri olduğum için mi bilmiyorum ama, resmen baş ağrısından çıldırıyorum 10 dakikadan fazla kokusunu alırsam. ya eskiden kokulu not defterleri vardı, hala var mı bilmiyorum. İşte o kokulu not defterlerinin üretimi için mutlaka bunlardan kullanılıyordur. 200 kişilik fabrikada sayfalar üzerine sürekli hacı kokusu döküp saç kurutma makinesiyle kurutan insanlar. Emekliliğe kadarki 30 yıllık süreçte sürekli kokmak. Hacı kokusu dendiği zaman nedense geceleri Hırka-i Şerif camiinde uyuyup hırkayı koruyan insanlar aklıma geliyor. Günahkarların üstüne kaynar kazanlarda hacı kokusu boca edip ömürleri boyunca kokmalarına sebep oluyorlar.
 
Copyright © 2010 MONTEYN