Hayatımda birinin sara krizi geçirdiğini ilk gördüğümde 11 yaşındaydım ve bir düğünde halay çekiliyordu. Bu esnada dondurma için annemden para dileniyordum ya da henüz saçmasapan plastik bir oyuncakla salona girmiştim, düğün için Türkiye'ye gelmiştik ve Salonun bulunduğu yerin adresinde Bağlar Caddesi ismi geçiyordu. O esnada şatomdan çıkmamış olduğumdan Fransız kentlerini dahi tanımıyordum. Bildiğiniz gibi Fransa'da Paris dışında tüm ülke kapitalizmin gelişiminin ardından dahi kırsaldır. Size Robert Brenner'la geliyorum, Merchants and Revolution'la geliyorum, çitlemeyle, agrarian origins of capitalismle geliyorum size canlarım, "görüntüleri izledim, ne yazık ki doğru :/". Neyse, bu esnada İstanbul'un Anadolu Yakası'ndaki meşhur caddeyle karıştırmış olduğumu bilmediğim için "Demek insanların övdüğü cadde buymuş, e bu bildiğin varoş sokağı" diye düşünmüştüm. Tam olarak düşünmemiştim tabii ki bunu 11 yaşında bir çocuk nasıl düşünürse öyle düşünmüştüm, yani sığır gibi. İçeri girdim. İnsanlar son düzlüğe girmiş yarışatı terliliğinde nefes nefese havasız düğün salonunda halay çekiyordu. Berbat, Brüt erkek parfümü kokusu havayı karbondioksitten beter zehirlemişti.
Halaydaki gençlerden biri aniden, sanıyorum ki düğün salonundaki ışıkların ve ritmik hareket neticesinde yere düşüp titremeye ve titreyerek salya saçmaya başladı. Olayın içeriği kapsamında halay esnasında sara krizi geçiren kişi karşısındaki çaresizlik bir anda insanın nasıl anlamsız bir hayat sürdüğünü anlamasına yol açıyor. Simlerin, topuzların, disko topunun, limonatanın ve damat halayının ortasında titreyerek salyalar saçan bir insan. Hemen yapılan müdahale esnasında evlatlarının çaresizliğinden ötürü kendileri de utanıp bir yandan da azap çeken anne babası ve hemen havalandırılan düğün salonu. Evlat kalktı ve düğünün geri kalanında tecrit edildiği köşesine kapatıldı. Nörobilimden anlamayan bir insanım, yazılımdan da anlamayan biriyim, ama beynin normal işlerken bir anda "çalışmayı durdurdu" uyarısı vermişçesine bir hali vardı. Bu osurukta gözlemleri tabii ki erişkin halimle yapıyorum, o esnada tüm salonun donukluğundan başka bir şey yok kafamda. Bir de çok ucuz salon ışıkları. Bu durumu aslında, Karl Ove Knausgard'ın Min Kamp'ının ilk cildindeki ölüleri ve hastaları hemen gözönünden kaldırma saplantımıza dair bir mevzuyu anlatmak için yazdım.
Geçen yaz bir caddede arkadaşımla beraber yürüyorduk. Adamın biri yerde yatıyor ve ağzından köpük saçarak belli aralıklarla titriyordu. İnsanlar bu kişinin yanından kendisi o esnada performans sanatı icra ediyormuşcasına gelip geçiyorlardı. İbn Haldun'un toplumların ömürlerine dair tespitlerine uzun uzadıya girmeyeceğim. Ancak anladım ki, bu esnada gördüğüm toplum artık ölmekte olan bir toplumdur. Ahlâki en alt seviyede bir buluşma noktası kalmamış,kriz geçiren bir insanı kaldırıp duvara dayamak dahi "ya cüzdanımı çalarsa", "ya gasp ederse" kaygısıyla silinivermiş bir toplum. Başka bir beyefendiyle beraber kaldırıp duvara dayadık ve yüzünü yıkadıktan sonra biraz kendine geldi, o esnada ambulansa haber verdiğimizden o da gelmişti. Böyle bir toplum yerin dibine batsın ve batıyor da. Kusura bakmayın böyle ayetvari oldu, Ebu Leheb'in elleri kurusun, kurudu da gibisinden. Ancak, biraz gündem takip edildiğinde fark ediyoruz ki, bir insan nasıl akıl sağlığını yitiriveriyorsa şok eden bir olay üzerine örneğin, bu bahsedilen toplum da benzer şekilde akıl sağlığını yitiriyor yavaş yavaş. Suratlardan akan mutsuzluk, gerginlik, ahlâkçılık kaynaklı had bildirme güdüsüyle dolu ahlâksız insanların dolduğu bir ülke, ekşisözlükteki tabirle "küçük kasabalardaki kokuşmuş merkez sağ atmosferi"nin bir ülkeye yayılmış hali. Had bildirmek tam bir uzmanlık haline gelmiş durumda, herkes aynı zamanda "kusura bakılmaması" kaydıyla, had bilmek durumunda. Zira hadler belirli bir ekip tarafından çizilmktedir. Herkes, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle olarak ortak hudutta bulunmalı, aksini yapan nıçnıçlanmalı, belerterek bakılmalı, "neyse ya o da iyi" denmeli. Alman dostlarımınbu tip toplumları tam 12'den vuran bir kelimeleri vardır ki, o toplulukların iliklerine kadar işlemiştir:"schadenfreude"
MONTEYN
Masalın nerede bittiğini, hayatın nerede başladığını farkedemiyorum. Bazen, suratıma garip bakıyorlar; o zaman uyanır gibi oluyorum. (Cin Ali ve Berber Fil, 370.sayfa)
5 Mart 2015 Perşembe
3 Mart 2015 Salı
Ouroboros Üzerine
"My beloved is a sergeant in the military police."
Mahmut Tuncer
Fakat mesele bence bunun üzerine çıkan bir şey, blog yazmak bilhassa google'ın servisi, artık atalarımın da dediği gibi passé bir olay. Ben en son birinin blogger'ını ne zaman okuduğumu açıkçası hatırlamıyorum. Daha yazmaya başladığım esnada tumblr çoktan kullanım rahatlığı ve amcıkağızlılara sunduğu şekil yapma imkânı vesilesiyle çoktan bu tip siteleri alt eder nitelikteydi. Bir diğer yandan uzun metin okumak internette artık anlamsız bulduğum bir şey. Milyonlarca insanın düşünüp tartmaya fırsatı dahi olmadan fikir kustuğu bir yerde herhangi bir fikrin pek bir değeri olduğunu düşünmüyorum. Porno izlemenin bile bu tip uğraşlardan değerli olduğunu düşünüyorum,(yanlış anlaşılmasın önceden de internette pornoya herhangi bir fikre ayırdığım zamandan daha fazlasını ayırıyordum. ancak daha yapısal bir meseleden bahsediyorum burada.) Hele twitter özelinde ve sosyal medya uzmanlığı gibi çuval tartma müdürü dandikliğinde bir iş kolu dahi çıkmışken insanların halâ umursandığını düşünmesi ilginç bir durum olurdu. Tabii bunu, "Gelecek kuşaklar azizim" ezikliğinde yakınarak anlatmıyorum. Zaten yüzlerce yıldır hemen kimsenin fikri bir önem teşkil etmiyordu, insanların yeni bir ortama uyum sağlaması sonucu böyle yanlış garip bir algı oluşmuş gibi. Bu vasatlığın hükümranlığından Aldous Huxley de yakınıyordu ve bu sebeple iyi üretimin vasatlığın arasından sıyrılmasının oldukça zor olduğunu söylüyordu. Şimdi ise, vasatın biraz üstünde bir şeye denk gelmek bile bir dehayla karşılaşılmış hissiyatı yaratıyor. Bunu tabii ki kendisini ve fikirlerini çok fazla ciddiye alan insanlar üzerinden söylüyorum, blog yazmak, twitter'da bir şeyler yazmak, blog yazarlığı gibi berbat bir alandan yola çıkarak kitaplarının basılmasını istemek ve hatta basılması, insanların nasıl olup da birkaç ay içerisinde sıkılmadığı şeyler aklım havsalam almıyor. Şu noktadaki zihnimle blog yazmaya başlar mıydım diye düşündüğüm oluyor. Bana burasının yararı bazı zamanlar yazarken gerçekten yazan insanların yaşadıkları hazzı bir anlığına yaşatabilmesi oldu. Anlatacak şeylerin anlatılanlara en kolay ulaştığı yer internet tabii ki günümüzde, ancak bu sadece havada uçuşan değersiz laflardan ibaretmiş gibi geliyor. Yani, bu ortalamaya çekilme örneği, bir bakanın twitter hesabı açması, ya da bir belediye başkanının hesabı olması gibi bir mesele. Hayatımda fikirlerini en merak etmediğim insanların sürekli çevresine laf yetiştiriyor olması, saçmalaması, garip bir sırnaşıklık halinde bulunması sevdiğim bir şey değil. Eline kağıt alıp sayfalarca yazı doldurmak yerine, buraya gelip bir şeyler saçmalamak; aslında bir enstrüman çalmayı öğrenmek yerine guitar hero oynamak kadar saçma bir şeymiş gibi geliyor. Neyse öyle. Siz benim gibi değilseniz fikirlerinizi merak ediyorum. Bunca saçmalığa karşı nasıl bir süzgeç kullandığınıza dair. Sadece birini takip etmemek gibi bir şey değil çünkü, vasatlık internetten löplöp taşan ve uzak durulması oldukça zor olan bir şey. Bu yazının da tabii ki öyle olmadığını söylemiyorum, bu da o hale dahildir.
Yazım hatalarım bozuk klavyeden kaynaklıdır.
Burada anlatn global village ve solidarite halini aksine mobil internetin kırmış ve televizyonun toplayıcı yönünün aksine kişileri yalnızlaştırmış olduğunu düşünüyorum. Hiçkimse hiçbir zama istediği kişinin yanında değilmiş gibi uzun zaman planlanan buluşmalarda dahi herkes yine başka birisiyle telefon aracılığıyla sürekli iletişimde kalıyor. Bu da geçmişteki örneğin, SMS'in aksine o esnada kişinin sosyal algısında gerçekliğe dair bir kırılmaya neden oluyor. Burada Stuart Hall parçalayacak değilim uzun uzadıya. Kısacası, neredeyse hiçbir zaman sevdiklerimizle tam anlamıyla biricik bir sosyal ilişki yaşamamızın bu noktada artık mümkün olmadığını düşünüyorum.
2 Haziran 2014 Pazartesi
Babaannemin Astığı Donmuş Çamaşırlar Üzerine
Death is a release from the impressions of the senses,
and from desires
that make us their puppets,
and from the vagaries of the mind, and from the
hard service of the flesh.
Marcus Aurelius
Çevrede, emaresini gördüğümüz, kokladığımız, sezdiğimiz zaman,
bir anlığına o saniyenin temsil ettiklerine dönmemizi sağlayan bazı serbest
uyarıcılar var. Örneğin karşıdan karşıya geçerken bir an yavaşlayıp yolun
çizgilerine bakınca beş yaşında atlattığımız kazayı veya sokakta yanından
geçtiğimiz birinin parfümünün eski bir gönül meselesini hatırlatması gibi. Bu
serbest uyarıcıların yoksunluğu da, zihnin meditasyonuna odaklandığı, örneğin gece
uyur uyanık haldeki hipnagoji safhası gibi kendiliğinden ortaya çıkabiliyor.
Hatta şimdi neden Marcus Aurelius’un meditasyonlarının böyle aydınlatıcı olduğunu
daha iyi anlıyorum:
1.bunları birileri okusun
diye değil kendine not düşer gibi yazmış olması.
2.bu sayede bir yapı
ortaya çıkarmanın fikrini düşünmeyerek her şeyi dürüst ve dolandırmadan o esnada kendiliğinden oluşarak yaratması, olabilir.
Şimdi bu emarelerin
yoksunluğunda, tıpkı Altered States’de William Hurt’ün dış etkenlerden tamamen
soyutlanıp, medidatif bir zihne girebilmek için su dolu bir tanka girmesi gibi,
bu uyur uyanık halin de gün içerisinde dalıp gitmelerimizde var olmasını
andırıyor. Geçenlerde tamamen duvara bakan bir kedi gibi dalmış, boşluğu
izlerken babaannemin kışın yıkadığı buz tutmuş çamaşırlar aklıma geldi. Bunları
zemheri zamanı, neredeyse gün aşırı kar yağdığı günler dahi yıkadıktan sonra
evinin bahçesine asardı. Hâlbuki hatırladığım kadarıyla, ısı ve rüzgâr
buharlaşmayı artıran etkenlerdir. Babaannem bu çamaşırları bir gün ya da her ne
kadar süreyse, bahçede kurumaları için bırakırdı. Bu ıslak çamaşırlar buz
tutmuş, kaskatı kesilmiş ölü bedeni gibi toplanırlardı sepete. Peki, bu birçok
kez mi oldu, yoksa bir kere gördüm ve taş kesilmiş bir fanila ya da kumaş
pantolon dokusu zihnime mi işlendi bilmiyorum. Beyaz fanilaların donup
ağırlaşmaları sebebiyle iplerin yorulup sarktıklarını hatırlıyorum. Neden evin
bir odasına serilmiyordu ki, sanırım bunları yaptığı esnada makinalar yarı
otomatikti ve sıkmak için merdaneden geçiriliyordu. Bu sebeple içeri almak
istemiyor olabilir. Fakat bu örneğin sadece benim bildiğim ve aklıma o donmuş
fanilanın görüntüsü geldiğinde gülümsediğim bir an olarak kaldı.
Bu olaydan yıllar sonra
dedemin cenazesinin her safhasında ben vardım. Mezarlığa götürmeden önce öldüğü
şehirden gömüleceği yere kadar iki saat kadar bir cenaze aracında taşıdılar.
Böyle kederli zamanlarda, son bir kez yüzünü görmek için açtıklarında,
kadınların bulunduğu ortamda bulunmak istemiyorum. Bir mahallenin toplu
histerisi esnasında(ki herkesin kederini kendi bildiği şekilde yaşaması için sonuna
kadar hakkı var. Sadece, ben öyle yaşamadığım için orada bulunmak istemiyorum.
Six Feet Under’daki tabun tırmanıcılarını gözlerinden kestirebildikleri gibi.)
feryat, figân içerisinde hüznümü yaşamıyorum. Daha müstakil, daha Depresif İbne
İngiliz müziği bir hüzün yaşamak istiyorum. O sebeple dedemi de yalnız
olduğumuz bir zaman uğurlamak istedim. Cesedi yıkanıp bir gece morgda kaldıktan
sonra, yerel cenaze aracı görevlilerine teslim edilmeden önce birlikte yalnız
kaldığımız bir an oldu. Yüzünü açtım. Bu tip durumları insan pek kavrayamıyor
zaten. Yani, günlük hayatta sık sık ölü yıkasan daha belirgin bir kavrayışı
olur insanın, ancak ikinci kez bir ceset gördüğümden pek bir şey hissedemedim.
Ardından yüzünü kapadım,
ayakları açıktaydı sarıldığı bezin içerisinde. Ayakucunda işlerin birileri
tarafından halledilmesini beklerken, neredeyse farkında olmadan ayak
parmaklarını kavradım bu esnada. Buz gibi ve kaskatıydı. Babaanemin kışları
yıkadığı, dedemin ve kendinin buz tutmuş ve ağırlaşmış çamaşırlarının anısı bir
de o zaman aklıma geldi. Yıllar önce çocukken de bu çamaşırlarda beni büyüleyen
şeyin aslında hayatta olan insanların ölü eşyalarının donukluğu olduğunu
anladım. Dedemin öldüğünden o zaman emin oldum.
30 Mayıs 2014 Cuma
Angelopoulos Üzerine
"Why mother nothing happens as we wish? Why?Why does one have to rot in silence... torn between pain and desire? Why did I live my life in exile? Why, when I felt at home, only when I could speak my own language? My language, when I could find the lost words or bring the forgotten words out ıf the silence. Why only at that very moment could I heat the echo of my own footsteps in the house? Tell me mother, why can't one learn to love"
Mia aioniotita kai mia mera
Andrew Largeman: You know that point in your life when you realize the house you grew up in isn't really your home anymore? All of a sudden even though you have some place where you put your shit, that idea of home is gone.
Sam: I still feel at home in my house.
Andrew Largeman: You'll see one day when you move out it just sort of happens one day and it's gone. You feel like you can never get it back. It's like you feel homesick for a place that doesn't even exist. Maybe it's like this rite of passage, you know. You won't ever have this feeling again until you create a new idea of home for yourself, you know, for your kids, for the family you start, it's like a cycle or something. I don't know, but I miss the idea of it, you know. Maybe that's all family really is. A group of people that miss the same imaginary place.
Sam: [cuddles up to Andrew] Maybe.
Garden State
Bir şeyler diyecektim. Kafamdaki iki filmin mevzusunu kopyalarken unutuverdim. Ama aşağı yukarı şöyle bir şeydi. Ulis'in Bakışı'nda Harvey Keitel'in aşık olduğu fakat aşık olmadığı kadına sarılıp "seni sevemediğim için ağlıyorum" dediği yeri izleyenler hatırlayacaktır; onu hüzünle değil, tutkuyla söyleyerek sırtını okşayarak ağlıyor.(Lenin simgesi beklenmeyecek kabalıktaydı. Angelopoulos'un zihni adına utanıyorum. En fazla emir kusturika seviyesinde bir balkan göndermesiydi. Midem bulandı.) Bir yerde yuvadan falan da bahsedecektim onu küçük yaşta evinden ayrılan çocuklarla bağdaştıracaktım falan onu da unuttum. Halihazırda yatağımda yatmaktaydım, işemek için kalktım ve yazmak istedim.
Ama şöyle bir şeydi. Angelopoulos'un hemen hiçbirimizin ulaşamayacağı mutlak mutluluk anını her zaman bilmesi sanırım kendisinin külliyatını oluşturuyor. Burada merak ettiğim mesele, şimdi Fransızım diye demiyorum ama objet petit a'nın bir külliyatı nasıl oluşturduğudur.
Neyse, hatırısayılır bir topluluğun aşağıdaki taraflardan biri veya diğeri olarak yaşadığını düşünüyorum. Proust dostum bu konuda 5000 sayfalık kitap yazarak en azından üzerimden bir yükü çekip almış oldu. Yani normalde düşünmezdim ama gerçekten de bazı insanlar demek böyle düşünüyor ki hakkında kallavi kitap yazılmış.
Ya Allasen o kadar her türlü ezikliği gözlemiş ki şunu dahi demiş:
"Saint-loup'nun bana beslediği dostluk ve hayranlık, benim gözümde hak ettiğim şeyler değildi ve bunlara ilgisiz kalmıştım. Birden gözümde değer kazandılar; bunları Mme de Guermantes'a bildirmesini isterdim; hattâ kendisinden böyle ricade bulunabilirdim, çünkü âşık olduğumuz anda, sahip olduğumuz anda, sahip olduğumuz bütün bilinmeyen küçük ayrıcalıklarımızı sevdiğimiz kadına duyurabilmeyi isteriz; hayatta zavallıların ve can sıkıcı insanların yaptığı gibi. Sevdiğimiz kadının bunlardan habersiz olması bize ıstırap verir; kendimizi teselli etmeye çalışır, bunlar hiçbir zaman görünür olmadığı için, belki de sevdiğimiz kadının, bizimle ilgili fikrine, bu bilinmeyen meziyetler ihtimalini eklediğini düşünürüz." (le côté de guermantes)
Ayyyy düşünmez olaydın Marcel de böyle durduk yere kahrolmayaydın. Albertine de böyle senin sonra götünden kanı alır işte. Bat Proust, bat!
Filmin dediğim sahnesi:
Bir de ertelenmiş haz gibi bir şeyden bahsedecektim ama blogun okur sayısının 150 civarında olduğunu gördüm. Bunun 50'sini zaten ben sayfanın düzenini ayarlarken toparlıyorum. Geri kalan yüz kişinin de yanaklarından öpüyorum. Umarım hiçbiriniz bu yazıda sırtı sıvazlanan taraf ya da sırtı sıvazlayan taraf değilsinizdir. Şaka şaka tamam biliyorum, onun da tadı başka. Yanaklarınızdan öperim. Yani siz de en aktif olduğum dönemde artmadınız, sonra baktım yazmıyorum yine aynı sayfa görünme sayısı var. Ben ne yapabilirim?
Şarkıyı da şöyle yapalım:
Ya bu filmde Venus'ü mü Vermeer'in avradını mı ne oynayan hatunun inanılmaz bir çekiciliği vardı ama 1982-1996 arası siyah çorap giymiş hemen tüm kadınların garip bir çekiciliği var zaten. Her zaman var zaten de, o hissiyatı o dönem arası için çaktığınızı varsayıyorum. Olaydan alakasız olarak aklıma Şebnem Paker geliyor, elektro bağlama geliyor. Oryantalizm geliyor. Dostum rahmetli Edward Said'in şu sözleri kulağımda yankılanıyor: "Verse sikmez misin?"
P.S: Ben bu yeni bûlokçuluğu kullanmayı öğrenemedim her paragraf ayrı renk ve boyutta oluyor:(
P.S: Ben bu yeni bûlokçuluğu kullanmayı öğrenemedim her paragraf ayrı renk ve boyutta oluyor:(
27 Mayıs 2014 Salı
L’Inconnue de la Seine Üzerine
Gravedigger: Is she to be buried in Christian burial when she wilfully seeks her own salvation?
Hamlet
Ölüm
maskeleri, nev-i şahsına münhasır büyüleyicilikleriyle ölümün kendisini
donduruvermiş vücuda bürümüş yapılar. Burada verilen örnek Seine Nehri’nde
bulunmuş bir hanımefendiye ait az sonra rahmetlinin dev bir kedi oluşundan ve
benzer bir kaderi paylaşmış başka bir şahıstan daha doğrusu Tamam Shud olarak
bilinen bir davadan bahsedeceğim.
Dünya
Tarihi’nde Tutankhamun’un altından maskesi zihinde Varyemez Amca’nın havuzu
misali sarışın parlaklığıyla canlanmaya pek yatkın. Altından maske ve kemik
yapısını kullanarak National Geographic zamanında yüzünün bir yeniden
canlandırmasını yapmıştı da adamın Anelka’ya benzediği ortaya çıkmıştı. Ölüm
maskesi olayı sonradan heykel şeklinde değil de, Orta Çağ civarı yüze alçı
kalıbı dökülerek yapılmaya başlanıyor. Bu sebeple örneğin Blaise Pascal, Oliver
Cromwell, Keats, Dante gibi tiplerin yanı sıra İngiltere Kralı, Rahmetli Başkan
Kennedy, Taçsız Kral Pele, Backenbauer, Kaleci Mayer, Nadya Komanaçi, Brigitte
Bardot ve Fenerbahçeli Cemil gibi insanların ölüm maskelerine ulaşabilmek
mümkün.
Bunun
gelişmiş teknolojisini kullananı ise Viktoryen Çağın maşallahlık çılgınlığı post
mortem fotoğrafçılık. Hayatımda da en çok korktuğum olaylardan biridir süslenip
püslenmiş bebek cesedini kucağına almış ya da elini tutan annenin siyah beyaz
fotoğrafları. O dönemde bilhassa büyük çoğunlukta hastalıktan ve bazen de
uykuda çocuk ölümleri gerçekleştiğinden ekseriyetle bebek cesetlerini görmek
geceleri emektar Donald Duck’lı(fotosellidir) gece lambamı takmama sebep oluyor. Aslında bunun biraz da, yeni teknoloji hakkında neler yapılacağından emin olunamamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Fotoğraf çıktığı zaman yaşasam bana da garip gelirdi. "Abi resim gibi ama tam değil yani resim. Eski Dutch Üstatların resimleri hani böyle gerçek gibi ya, onun gibi düşün ama onun siyah beyaz olanı." Ne diyorsun ammmına koyyim, NE DİYORSUN??? Resimli radyo dalgasından bile berbat. Bunu da bulunca erken dönemde böyle kültürel bir olay ortaya çıkıyor.
Kafada oluşmuş olan çeşitli betonlar öyle sertleşmiş ki horasan harcı gibi. Geçenlerde kurtarılmış ve elde kalan bilgilerle yeniden üretilmiş Roma ve Mısır müziklerini dinliyorum. Roma Müzikleri denince hiç dinlememiş insanın aklına yine bir şekilde antik de olsa yıllarca izlediği filmlerden ilişkilendirdiği batı müziğivari bir yapı geliyor. Fotoğraf mevzusu da bizim için böyle bir şey. Bir önceki yazıda da bahsetmiştim ama süreç içerisinde günümüzün örneğin kendi fotoğrafını angıl dingil pozlar vererek çekmek de, çağrı atmak gibi bir şey olacak. "Ulan diyeceğiz, amma malmışız lan." Belki de olmayacak, götümden sıkıyordum. Herhalde insanoğlunun narsisizmini doyurabilen en muhterem teknik olabilir günümüzün selfie metodu. Bir süre böyle devam eder. Ha neyse Roma Müziği diyordum. Hiç de batı değil yani. Dinleyin ve altınıza sıçın, medeniyetini siktiğim yavşakları ya:
Kafada oluşmuş olan çeşitli betonlar öyle sertleşmiş ki horasan harcı gibi. Geçenlerde kurtarılmış ve elde kalan bilgilerle yeniden üretilmiş Roma ve Mısır müziklerini dinliyorum. Roma Müzikleri denince hiç dinlememiş insanın aklına yine bir şekilde antik de olsa yıllarca izlediği filmlerden ilişkilendirdiği batı müziğivari bir yapı geliyor. Fotoğraf mevzusu da bizim için böyle bir şey. Bir önceki yazıda da bahsetmiştim ama süreç içerisinde günümüzün örneğin kendi fotoğrafını angıl dingil pozlar vererek çekmek de, çağrı atmak gibi bir şey olacak. "Ulan diyeceğiz, amma malmışız lan." Belki de olmayacak, götümden sıkıyordum. Herhalde insanoğlunun narsisizmini doyurabilen en muhterem teknik olabilir günümüzün selfie metodu. Bir süre böyle devam eder. Ha neyse Roma Müziği diyordum. Hiç de batı değil yani. Dinleyin ve altınıza sıçın, medeniyetini siktiğim yavşakları ya:
Ölüm
maskesi denen mevzunun gelenekselleşmesinde en yatkın yönün Latince “memento
mori” denen nane olduğu şüphesiz. Belki de şüphelidir. Bu tip mevzular hakkında
engin bilgiye sahipmişim numarasını yapmaya çok alıştığımdan okuduğumda inanır
hale geldim. Örneğin mevzunun Latince oluşu sebebiyle -tabii şimdi
St.Augustine’i falan geçiyorum rahmetlinin cevşenleriyle büyüdük benim Latince
yazan arkadaşlarım da var- fakat Roma’ya dayandığını daha da düşündüm ve hemen
sığ zihnimle kullanabildiğim tek bilgi kaynağı olan wikipedia’ya dadandım.
Bulduğum şok edici gerçekleri hemen sizinle paylaşmak isterim organik
entelektüel görevi edinip. Efenm, bu olay zafer kazanmış Roma Komutanı’nın
ardına bir köle yerleştirip şunu dedirtme şeklinde gerçekleşiyormuş: “ Arkana
bak ve tıpkı onun gibi bir fani olduğunu hatırla! Öleceğini hatırla!” şeklinde,
bunu doğrudan Latince’den çevirdim bu arada. Neyse, peki bu olay neyle
benzeşmektedir değerli dostlarım? “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah
var.” Aynı yapıda değil midir? Ne kadar eklektik kültür, ne kadar embracing
cultures, ne kadar global warming değil mi?
Maskelere
baktıkça, ölümü hatırlamaya dair hediyelik eşya tutkusuyla dökülmüş bu
gelenekle arama semavi bir mesafe koymaya çalışıyorum. Koyamayanlar olmuş, zira
Peder Beyin iki yalısının da bulunduğu Seine nehri kıyısında 1900 yılında
bulunmuş bir hanımefendinin cesedinin ölüm maskesinin büyüleyici etkisi bu
dönemde hatırı sayılır miktarda yazarı etkilemiş olacak ki, başuçlarına
yerleştirdikleri bu maskenin kopyasıyla kendilerinden geçip Sabah Ezanı’nın da
saba makamıyla beraber gazladığı ürpertici etkiyle 06.00 sularında yazmaya başladıkları
birçok hacimli kitap ortaya koymuşlar. Örneğin, Rilke’nin tek romanı bu maske
ve yaylı tambura eşliğinde yazılmıştır. Max Frisch’in yine oyunlarından biri de
aynı isimli karakter içermektedir. Nabokov’un doğrudan aynı isimli bir şiiri
var zaten, burada ismini dahi önümü ilikleyerek anıyorum kendisinin. Yine
Aragon falan da bu işlerle uğraşmış vesaire vesaire. Ne yazık ki bu büyüleyici
hanımefendinin kimliği hiçbir zaman ortaya çıkmamış. Yüzünden yola çıkarak
yaşının aşağı yukarı 16 civarında olduğu tahmin ediliyor öldüğü esnada.
Açıkçası bu ölüm maskesini Walter Benjamin’in elinde bulunan Klee’nin Angelus
Novus’uyla etkileyicilik ve semavilik açısından bir tutarım.
II.
İkinci
mesele Tamam Shud vakası. Zamanında medya tarafından “Taman Shud” şeklinde
yanlış aktarıldığından ötürü internette ararsanız yanlış bir şekilde ona
yönlendirecektir ismini. Fakat bu “Tamam Şâd” hikâyesi Ömer Hayyam’ın bir
Rubai’sinin bitişinden alınma, taman da tamam işte, yani şişkebabçokguzel
dingilliği. Öncelikle burada kendisinin ismini andığım için kusuruma bakmayın
ama davayla ilgili olduğundan bahsettim, yoksa 2018 yılında bir metinde hâlâ
Ömer Hayyam’ın ekmeğinin yenmesi en kaba tabiriyle ayıptır. Sizin de çevrenizde
geçmişte Ömer Hayyam’ı övmüş bir arkadaşınızın olduğunu tahmin ediyorum, bu
tipler genelde otlanmaya yatkın olmasına rağmen paket alırsa Winston Box
içerler, bu dönemlerde en sevdikleri yönetmen Kubrick’tir falan filan. Benim
için Hayyam’ın matematikçi yönü yeterli.
Neyse
Tamam Şâd vakası şöyle bir şey. Avustralya’da 1 Aralık 1938’de sabah 06.30’da
Somerton sahilinde bir ceset bulunuyor, fakat cesedin herhangi bir ipucuna
kaynaklık edebilecek niteliği yok. Polis bunu bulduğunda bir tane kulak arkası
sigarası var, bir tane de sönmüş sigarası ceketinin sağ yakasının üzerine
düşmüş vaziyette. Ne bir diş izi, parmak izi hiçbir şey bir ipucu niteliği
taşımıyor. İki tane bilet çıkıyor, biri hemen bir kilometre ötedeki otobüs
durağından kalkacak, diğeri de bir tren bileti. Otobüs bileti bir kilometredeki
istasyonda inildiğini gösteriyor, tren bileti ise kullanılmamış. Bir gün önce
birkaç kişi şahsa benzer birini gördüklerinden bahsediyor. Adamın otopsisinde
ortalamanın üstünde bir vücut yapısına benzerlikten hatta uzun mesafe
koşucularına benzediğinden ciğerlerinin de bu şekilde gelişmiş olduğundan
bahsediliyor. Otopside muhtemelen zehirlenmiş olabileceği ihtimali üzerinden
düşünülüyor ancak bilinen bir zehir tespiti yapılamıyor. Kimse hakkında hiçbir
şey bilmediği ve üst sınıftan bir karaktere benzediğinden ne yapacağını
bilemeyen Polis sonunda davanın ilerleyebilme ihtimaline karşı adamı
mumyalıyor. Bu arada kendisinin bir de ölüm maskesi alınmış durumda, o yüzden
aklıma bu vaka geldi. Gazetelere adamın resmi dağıtılıyor ve kimse tarafından
tanınıp tanınmadığı soruluyor. Burada birçok insan gelip kendisine benzer
birini tanıdığından bahsediyor ama ipuçları hiçbir sonuca varmıyor. Hatta
olaydan 10 yıl sonra polis 251 tane bu tip çözüm geldiğinden bahsediyor.
Olaylar adamın ölümünden bir buçuk ay sonra iyice kızışıyor ve Adelaide Tren
İstasyonu’ndaki emanette şahsın ölümünden bir gün önce 30 Kasım öğleninde
bırakılmış bir valiz bulunuyor. Valizin içinde Avustralya’da hiçbir örneği
bulunmayan Barbour marka mini bir dikiş takımı bulunuyor, şahsın cebindeki
söküğün dikimi için kullanılan ipin aynısını içeren. Terlik, pijama, iç
çamaşırı, pantolon, matkap ve sofra bıçağı bulunuyor. Ürünlerde ismin ortaya
çıkabileceği her şey kazınmış vaziyettedir. Bunların yanı sıra bütün gün
şehirde gezmiş olmasına rağmen yeni parlatılmış ayakkabılarla sahilde ölmüş
olduğu gibi şüpheler sebebiyle şehirde bir soruşturma başlatılıyor. Soruşturma
esnasında adamın pantolonun çakmak cebinde üzerinde “Tamam Shud” yazan ve bir kitaptan
koparılıp kıvrılmış ufak kâğıt bulunuyor. Tüm Avustralya’ya son sayfasının son
dizesindeki “Tamam Shud” kısmı yırtılmış
Rubailer arama emri yollanıyor. Adamın ölümünden iki hafta önce, öldüğü
kasabadaki bir arabanın arka koltuğunda başka birisi Tamam Shud kısmı yırtılmış
ilk basım Rubailer kitabı buluyor. Kitabın arkasında şunlar yazılıdır:
WRGOABABD
WTBIMPANETP
MLIABOAIAQC
ITTMTSAMSTGAB
Hayatı
Goodwill Hunting tadında yaşamak istiyorsanız deneyebilirsiniz fakat
çözülememesinin açıklaması yapılmıştır çeşitli kaynaklarda. Bu meselenin
çözülmemesiyle kalmasının üzerine daha bir ton olay yaşanıyor falan daha
anlatamayacağım, adam ölünce mezarında çiçekler çıkıyor vesaire vesaire.
Bunları aptal bir komplo teorisyeni edasıyla anlatmadım. Sadece gerçekleşmiş ve
çözülemeyen adli bir vakadan bahsettim. Burada delillerin yavaş yavaş ortaya
çıkarken olayın daha da karmaşıklaşması gibi durumlar beni çok etkilemişti.
Avustralya yapımı Wake in Fright isimli bir film var tüm kopyaları kaybolup
5-10 yıl önce ortaya çıktı. Bu şahsın mevzusu ne kadar X-files dalgası ise o
filmdeki daralmışlık hissi de bir o kadar benzer ve Tamam Shud Vakası’na benzer
duruma insanların nasıl yöneltildiğine dair müthiş Kafkaesk bir yapıt bana
kalırsa. Söyleyeceklerim bu kadar.
P.S: Swans'ın geçen albümünü de birkaç yıl önce övmüşrüm. To be kind o kadar fazla ilkel ki, evde üzerimi çıkarıp sadece iç çamaşırlarımla göğsüme vura vura sol yanımı çürütüyorum bir yandan da evin ortasına ateş yakıp çevresinde deli gibi pagan dansları yapmamak için zor tutuyorum kendimi. Geçen gün sokakta, A Little God in my Hands'i dinleyip göğsümü yumruklarken kendimi yakaladım. Testosteron seviyesinin artmasından ötürü, sakallarım iki haftada orman gibi oldu. Artık kedi yavrularının videolarını izledikten sonra toparlanabilmek için She Loves Us'ı, Toussaint L'ouverture'ü dinleyerek toparlanıyorum. The Seer gibi yine Swans'e başlanabilecek bir albüm olmuş.
P.S: Swans'ın geçen albümünü de birkaç yıl önce övmüşrüm. To be kind o kadar fazla ilkel ki, evde üzerimi çıkarıp sadece iç çamaşırlarımla göğsüme vura vura sol yanımı çürütüyorum bir yandan da evin ortasına ateş yakıp çevresinde deli gibi pagan dansları yapmamak için zor tutuyorum kendimi. Geçen gün sokakta, A Little God in my Hands'i dinleyip göğsümü yumruklarken kendimi yakaladım. Testosteron seviyesinin artmasından ötürü, sakallarım iki haftada orman gibi oldu. Artık kedi yavrularının videolarını izledikten sonra toparlanabilmek için She Loves Us'ı, Toussaint L'ouverture'ü dinleyerek toparlanıyorum. The Seer gibi yine Swans'e başlanabilecek bir albüm olmuş.
11 Ocak 2014 Cumartesi
Eugéne Atget ve Instagram Üzerine
Eugene Atget, Karl Bloßfeldt gibi adamlar Walter Benjamin'in de pek hoşlandığı insanlardan.(Bu arada Benjamin kültürel ziyonistim muhabbeti yapıyor gençliğinde ama kendisi için Küçük Mücahit Bünyamin demenin daha uygun olduğunu düşünüyorum.) Örneğin Bloßfeld doğa fotoğraflarında şimdiye kadar doğayla sahip olmadığımız nev-i şahsına münhasır bir ilişkinin yakından kapısını aralıyor. Çünkü Benjamin'e göre fotoğraf teknikle başlar.Burada kendi tekniğini ayıran Man Ray'in de ismini analım. Biz fotoğraf sayesinde bu yıllardır fark etmediğimiz optik şuursuzluğumuzun farkına varıyoruz, hadi beni siktiredin Dadaloğlu diyor. Dünyayı fark etmediğimiz yeni bir filtreden kavramamızı sağlayarak -çok özür dileyerek kullanacağım bu kelimeyi ama- farkındalık yaratıyor. O yüzden instagram'da eski sevgilimizin yeni sevgilisinin eski sevgilisinin yeni sevgilisinin fotoğrafını görmek gibi durumlar bizi daha çok yaralamaktadır, açın Pasajlar'ın 78'inci sayfasına bakın Benjamin aynen böyle söylüyor. "Abi çok kötü ya hiç sorma o meseleleri:/" diye bitiriyor.
Bilhassa Atget için "wow, such aura, so nostalgic, much sepia, such art" tepkileri veriyor, hatta Atget için "fotoğrafta yeni bir kademe" demişliği var. Bilhassa Atget için bunu demesinin sebebi objeyi sanatın haresinden ayırıp yeniden üretim koşullarında dönüştürebilmesi olayı. Bu baştan beri yazdığım bilgi mastürbasyonu kısmını zaten herhangi bir teorik metinde okuyabilirsiniz, o yüzden bunu geçiyor ve birkaç Atget fotoğrafı paylaşıp, ardından meramımı paylaşıyorum
http://sientateyobserva.files.wordpress.com/2011/05/atget1.jpg
http://citysobriquet.files.wordpress.com/2012/07/rue-de-la-montagne-sainte-genevieve.jpg
http://pixntxt.files.wordpress.com/2012/07/atget-albumen-9.jpg
Gördüğümüz resimler aşağı yukarı 90-100 yıl önce çekilmişler. fakat muhtemelen bir kısmımızın hiç gitmemiş olduğu Paris'e dair unuttuğumuz anılarımızı hatırlatır gibiler değil mi?(Ben bu birçoğunuza dahil değilim çünkü Kayıp Zamanın İzinde 2'yi yazmak için birkaç yılımı Paris'te geçirdim.) Biraz uğraşılsa sanki iki yan sokaktaki fırından baget ekmek alınabilirmiş gibi geliyor bunlara bakarken. Fotoğrafın bu gücünü fark ettiğimde anladım ki, instagram'da eklenen bu filtreler aslında olmayan bir hayata/geçmişe sahip olmamızı sağlayabilen kılıflar. Bir nevi gerçek fotoğraf çekmek, teknik bilmek yerine, yani 100% dana sucuğu yemek yerine paramız olmadığı/teknik bilmediğimiz için içinde patates nişastası olan sucuk yemek gibi.
10 yıl önceki kameralı cep telefonlarını hatırlıyorsunuzdur cıf düzeyinde fotoğraf çeken. Hemen silip atsak hiçbir anlamı olmayacak, bir şeyi kaydetmeye bile yaramayan bulanık renkler silsilesi. Ama tekniğin tıpkı Benjamin'in de bahsettiği gibi gelişimiyle herbirimiz kendi tarihimizi instagram gibi araçlar üzerinden değer vererek kurgulamaya başladık. Böylece başka birinin daha 1 hafta önce gittiğimiz lokantada yediği yemeği görünce, "Adamın yaşadığı hayata bak be" dedirtecek noktaya geldi. toparlarsam şunun için anlattım, tekniğin gelişmesiyle beraber, Benjamin'in bahsettiği sanatın demokratikleşmesi olayına bana kalırsa instagram darbe vurmuş bir gereçtir. Geçmişi kendine has özelliğinden sıyırıp, naylon poşet bir aura ve Frankfurt Okulu şarlatanlarının pek sevdiği "false consciousness" denen olayı yaratmasına sebep olan bir şeydir. O yüzden instagramın anasını bacısını sikeyim.
27 Aralık 2013 Cuma
Adolesan Cinsel Röhahı Üzerine
Neler yapmadık ki şu seks için
Kimimiz ailemizin seksini duyup primal fear'dan darbe aldık
Kimimiz şarkı söyledik.
Orhan Bey
Epigrafın sonu için diyorum, ortadan başlayıp alt düzey ekonomi seviyesi restoran personeli seslenişiyle açmak istedim. Günlük hayatta birbirine, Muzo, Yarrağım, Aga diyen insanlar son 8-10 yıldır birbirlerine Muzaffer Bey, Yarrağım Hanım ya da Tarık Akan'ın Aga Tişörtü şeklinde sesleniyor. Köylü burjuva değil, aileden burjuva olduğumdan ötürü gitmedim ama Paper Moon'da bu tip durumlara dikkat ediliyormuş ve sanıyorum ki personel birbirini isimleriyle çağırıyor, samimiyet gösterisinde bulunuyormuş. Açıkçası bir yerde onurlu çalışmanın ön koşullarından biri bu olabilir, bir süre sonra içselleştiriliyor bu rezalet ve bunu dışarıdan sizin dediklerinizin saçmasapan sıfatlar olduğunu anlamaz hale geliyorlar. Bu arada tabii ki, "aman diğerlerinden ayrı görünelim, personele değer veriyormuşuz hesabı" yaklaşım normal "x bey" diye seslenenlerden katmerli bir varoşluğa delalet etmekte. Pisuvara işerken yan pisuvara gelen şahıs yüzünden sidiğin kesilmesi gibi bir şey bu.
Bugün konum ergenlik öncesindeki cinsel uyanışlarımın bir kısmı. Birçok var olsa gerek mutlaka. Fakat The Squid and the Whale hasebiyle net bir örnekten bahsedeceğim. Normalde Jesse Eisenberg'in oynadığı filmleri izlemiyorum. Bunun öncelikli sebebi Michael Cera'yla aynı oyunculuk kabiliyetine sahip olmaları. Yani bir şeyi anlamazmış gibi şaşkınca bakmak, kararsız kalmak ve ağzın gerizekalı gibi açık olması durumu. Oyunculukta böyle kemikleşmiş aptal metotlar bulunabiliyor. Yakından işin içine girmişliğim yok fakat zamanında bir tiyatro oyunu oynarken(ki tiyatro zaten öldü bu konuda tartışmayı dahi abes buluyorum) vurgularımı birisinden aldığımı fark ettiğimde utanarak kabullenmiştim bunu. Ne acı. Bu arada yanlış anlaşılmasın Jesse Eisenberg, Michael Cera gibi oyuncular ya da benim gibi Ecole Normale Superieur'ün Süper kısmında oynama şansı bulmuş insanlar doğal olarak oyuncu, aktör vs. sayılmıyorlar tabii ki. Neyse The Squid and the Whale'in soundtrack'inde Tom Cruise'un oynadığı "Risky Business"de kullanılan bir müzik bulunmaktadır. Bu en başta dinleyebileceğiniz Love on a Real Train'dir. İsteyen filmde ne denmek istediğinden yola çıkar, bir şeyler anlatır vesaire vesaire. Bunları anlamsız buluyorum, fakat bir sonraki paragrafta başka bir şeyi anlatacağım.
Love on a Real Train, bu 1995-2015 arası Amerikan Dysfunctional Ailesi Bağımsız Filmleri standardı içinde kendi başına ayrılmış bir müzik seçimi şaheseri. Bir ergenin şehir şebekesinin voltajının azalıp artarcasına oynayışlarıymışcasına cinsel uyanışına ideal tren pistonlarının seslerini birebir yansıtıyor. Tangerine Dream'i tabii ki övecek değilim. Zamanında müzik hakkında yeteri kadar konuştum diye düşünüyorum. Dinleyenlerin tümüyle aynı hissi paylaşmayı beklemiyorum fakat nasıl bir şey olduğunu anlatacağım. Tarihsel süreçte kendimi 0 olarak alırsam -3 ve +1 yaşlarında erkek kuzenlerim bulunmaktaydı. Biz cinselliği toplu keşfettik. Hani ortaokulda evinize çağırıp pornoyla beraber olan otuzbir çekme ayinleri hesabı. Gerek uydu yayınları, gerek sinsice çaldığımız vhs kasetler olsun böyle hastalıklı bir yapıydı. Bunun tabii ceremesi çekiliyor falan sonradan fakat o anda ayı gibi yün kazağa kerkinen ergen kedi yavrusuymuşcasına yastığa yüklendiği oluyor insanın. Biz de bunu yaptık. İki yastık arasındaki boşluğa kerkindik hiçbirimiz hiçbir şeyi bilmiyoruz. Venus Tv, 69 X tv falan filan derken hasbelkader bu tip olaylara toplu bir sidik yarışıymışcasına girişmiş bulunduk. Bu yaşlar, ortaokul ve lisedeki aptal ve zorunlu erkek muhabbetini yapan herkes biliyordur "seninki renkli mi aga", "yok benimki şeffaf" hikayesinden de önceki aptal adolesan uyanış dönemine denk geliyor neredeyse.
Bu dönemin genelini düşündüğüm zaman o zaman hissettiğim heyecan ve ne yapacağını bilemezlik duygusu tam da bu şarkının o yeknesak ritmine uygun geliyor bana. Bu noktada olayı kendimle ve filmdeki ergen arkadaşla bağdaştırdığım zaman çok da anlamsız eşleşmeler bulmuyorum. Film zaten sik gibi o yüzden spoiler falan vermiyorum. Filmdeki bu 12-14 yaşları arasındaki arkadaş bu şarkının çaldığı anlarda ya kızlara bakıp öc alırcasına otuzbir çekip oraya buraya menisini sürüyor ya da gerçekten o yaşlarda bira/viski olaylarıyla pre-alkolik konumda yine cinsel uyanış yaşayıp hayvandan farksızcasına çoğalmanın yokluğu içinde tamamen boşluğa yolluyor spermleri. Bu dönemi düşündüğüm zaman aile yönünden boşanmanın eşiğinde olmayı bırakın bu konudaki gelişimimi bozabilecek bir problemim dahi yoktu, sanıyorum ki bu konudaki en şanslı ve mutlu bireylerden biriyim. Fakat bunun dışındaki çarpıcı bir anıyı net şekilde hatırlıyorum.
Biz yine bahsettiğim bu iki kuzenimle hiçbir şey bilmez erken ergen deneyimlerimizden birini yastığa kerkinerek yaşamışız. Gecenin ikisi civarı uyandım. Bu esnada 10-12 yaşlarında olduğuma eminim. Beyaz külot giyiyorum ve mayoz bölünmenin tek hücreden başladığına dair bir bilgim var. Bu esnada elimi beyaz küloduma götürüyor ve spermden habersiz, zihnimle külottaki bir pamuk parçasının elime gelmesiyle gözyaşlarına boğuluyorum. Bu küçük pamuk parçasına "evladım, oğlum" diyerek ağlamaya başlıyorum. Yani zihnimde o andan itibaren bir daha çocuk sahibi olamayacağıma dair absürt katastrofik bir an işleniyor. Ne anlamsız ve ne komik. Ayrıca neden "oğlum" olduğunu şimdilerde sık sık düşünüyorum.
Aslında bu komik olarak da anlataılabilirdi, fakat anlatmadım çünkü mizah zaten bu saçmasapan işler üzerinden çok sık faydalanıyor. Böyle bayat bir konuyu kullanmak istemedim.
Aslında bu komik olarak da anlataılabilirdi, fakat anlatmadım çünkü mizah zaten bu saçmasapan işler üzerinden çok sık faydalanıyor. Böyle bayat bir konuyu kullanmak istemedim.
Bu da benim böyle bir otuzbirim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)