28 Şubat 2010 Pazar

Radyodan Spor Yayını Takip Etmek Üzerine


Sporla hiç ilgilenmiyorum, oturduğum sandalye yüzünden domuza dönüşüp, bazılarından daha eşit olacağım. Tamam gerçekten çok kötüydü kabul ediyorum. George Orwell'e gönderme yapınca insan haklı bile olsa haksız duruma düşebiliyor.

1984'ün filmini izleyip de henüz Brazil'i izlememiş olan varsa, izlesin bu arada. Nedense birbirlerini görsel olarak tamamlar nitelikte gibi geliyorlar. Brazil'de biraz simge işine girilip filmi mahveden yerler olmuş, ama Robert de Niro'nun apartman yöneticisi tipli halini görmek için bile izlenebilir. Gerçi "ay aklıma nereden geldi bu?" gibi cümleler kurup, nasıl da dün gece izlemediğimi kanıtlamaya çalışıyordum kafamdan. Ama sinsilik yapmayacağım, izleyeli uzun süre oldu, hayır dün gece izlesem ne olacaktı ki? Neyse yine de dün gece izlemedim.

Zaten Terry Gilliam abimiz, Monty Python'da arkadan koşup elindeki kabuklarla nal sesi çıkarması olsun, ya da hem Twelve Monkeys'in hem de Fear and Loathing in Las Vegas filmlerinin yönetmenliği olsun gönlümüzde yerini etmiş durumda. Brazil'de onun işte, hatta bu daktilolarda ya da bazı araçlarda görülen steampunk ortamı bile filmi çok keyifli kılıyor.

Neyse, bu spor meselesine geliyorum, sanırım benim için sporun en önemli yanı radyodan futbol maçı dinlemek olabilir. Hiç tat almadığım bir şey maç izlemek, spor müsabakalarını takip etmek. Ha gelip de size "Ay 90 dakika boyunca 22 tane kocaman adam bi topun peşinden koşuyo, ne saçma!" falan demiyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar, sporu zaten böyle eleştiren kişi de zaten ancak benim kadar anlıyordur, ama en azından ben bu konuda böyle gerizekalı yorumlar yapmamaya çalışıyorum.

Televizyonda maç izlediğim zamanlar "Bir şekilde stereo ses kaydı alınsa da taraftarların sesini kısabilsem." diye düşünürken, radyoda mutlaka ambiyansı sağlayan etken taraftarlar.

Hatta durun, seyircisiz oynanan bir maçın radyodan yayınlandığına denk geldiniz mi siz? Televizyonda izlerken sadece "ztapp, faph CEMAAAAL ORAYAAA" seslerini duyunca bile biraz garip geliyor, radyodan seyircisiz maçı dinlemek teybin kafasını temizleyen kasetlerden birini takmak gibi bir şey olsa gerek. Ben hiç radyoda denk gelmedim bilmiyorum.

Neyse, spor meselesinden beni hiç heyecanlandırmadığından bahsedecektim. Hiçbir spor takımını doğru düzgün tutmadım. Bu yüzden müzik gruplarını da tutmuyorum,(hah ben de nereye bağlasam da şu iyice sıvadığım spor meselesinden uzaklaşsam diye düşünüyordum ki, buralar iyiymiş. Hadi bakalım nereye bağlanacak.) Yani demem o ki, gelip de biri bana "Bu ne lan? Kraftwerk mü, ciyuvciyuvv yarak gibiymiş." derse, Kraftwerk'i savunmam. Koskoca adamlar, laf söyleyen arkadaş gidip Ralf ve Fritz abilerimize mail atsın, ne derse desin. Ha ama albümleri savunma ya da yerme konusunda tartışmaya girerim. Mesela bundan önce tahminimce 6 kere bu blog'da bahsettiğim kadarıyla The Wall leş gibi bir albümdür ve bunun "20.yüzyıl'ın modern bir yabancılaşma temasıyla eleştirilmesi!" gibi yorumlar getirenle tartışmaya bile girmem. Adam 20 tane şarkıyı yazıp bitiriyor, ondan sonra temayı ne tercih etmişse onun üstüne söz yazıyor. Gelip de "işte şarkının burada duraklaması bence okulda yediği dayakların nasıl da eğitimden uzaklaşmasına sebep olduğundan bahsediyor." gibi yorumlar ortaya çıkıyor işte onlar büyük tatava.

Neyse, bu şekilde spor meselesinden iç bayan birkaç cümle kurup kafa karıştırma taktikleriyle uzaklaşmış oldum. Birkaç gündür düşündüğüm diğer bir konuda Atatürk'lü filmler hakkında. Geceleri yatmadan önce Bebek İsa'ya dua eder oldum: "Off Bebek İsa'cığım yap bir güzellik de, tipi Atatürk'e benzeyen birileri doğsun." diye. Rutkay Aziz ulan, Rutkay Aziz oynadı be, bizim oralarda çingeneler, saçlarının bir yarısına sarı sprey boya sıkıp geziyorlar. İşte aynen o sarı renkteydi saçları, aklımdan bir onu bir de Seval Irmak'ın saçlarını metalik maviye boyamasını atamıyorum travmatik deneyimler oluşturdu. Yahu, makyaj meselesi o kadar gelişti, Cumhuriyet/Kurtuluş ikilisinin çekildiği dönemden beri zerre değişim yok. Benzetemiyorsan çekme lütfen, ya da mesela benzemiyorsa Muhammed'li filmlerdeki gibi bir ışık saçılsın yüzünü görmeyelim, hem bu bazı insanları daha çok sevindirecektir. Hay Allah'ım yine cümlenin sonuna doğru siyasal mesaj verir gibi olmuşum. Onu sallayın da, ciddi söylüyorum birilerinin böyle filmlerde benzemesi gerekiyor artık, koca bir nesil Rutkay Aziz'in Zeybek oynamasını izleyerek büyüdü. Şimdi onların arasından çok iyi yerlerde olabilecek insanlar, bir o zeybek yüzünden bir de o dönemde izledikleri Show TV jenerikleri yüzünden gerizekalı oldu, uyuşturucu bağımlısı vesaire oldu.

Gelin elele verelim, bu zulme bir dur diyelim!

Demem!

Burada sürekli kampanya yapıyoruz kimsenin salladığı yok, Şimdi bulamıyorum da, tahminimce dejeneratör'de bunun bir kolajı yapılmıştı, orada Nurseli İdiz de vardı. Onun tabii o moddaki davranışlarını bilemiyorum ama şimdi o fotoğrafın arka planını düşününce bile Müjde Çorap reklamları aklıma geliyor zaten.

Özetin özeti: biz böyle oldukça daha çoook başımız ağırır.(Hem Abbas Güçlü, hem de Levent Kırca'ya buradan selamlarımı yolluyorum. Özellikle geçen gün Müjdat Gezen ve Levent Kırca'yı bir programda gördüm, hemen :((( ifademi takındım. Hani bazı arkadaş gruplarının aptal elemanı olur, kendi yaptığı kötü esprilere güler onun da yardakçısı vardır bozulmasın diye güler ya. Aynı o durumu sezdim Levo ve Müjdo da. Neyy Müjdo mu? Bershka ayarında bir mağaza aklıma geldi aniden. Artık sevimsiz oldu Müjdat Gezen, zaten eski komikler Türkiye'de çirkefleşmeye başlıyorlar. İşte o zeki ve metin'in kır saçlı ve daha az şişman olanının ismine tam karar veremem ama o öyle oldu. Aynı şekil Müjdat Gezen öyle. Levent Kırca politikaya atılıp Üsküdar'dan Belediye Başkanı Adayı oldu. Delirdiler mi anasını satıyım. Levent Kırca Üsküdar Belediye Başkanı olsa ne olacaktı? "Eeee çöpleri sokağa atarsanız, siz hiiiiç kurtulamazsınız." gibi posterler mi asılacaktı. Adamla da uğraşmayayım daha fazla, bir daha da şu andan sonra, hiçbir yazımda ondan bahsetmiyorum. Bir de "Darbukatör Baryam"ı hala takdir ederim onu söyleyeyim. Yazıyı bitirmeden şunu da belirteyim, herhangi bir Roman vatandaşımızla karşılaşmamış, onlarla doğru düzgün diyaloğu olmamış, zemin etüdü olmayan şahısların burunlarını tıkayıp "Abe naparsın?" gibisinden Çingene taklidi yapmasından öyle nefret ediyorum ki. Onları kaybolan değerlerimizden biri olan ayıcılık mesleğinin eğitim bölümündeki kızgın közün üzerine bırakıp "abe" dedikçe tef çalmak istiyorum. Buradan Çingene taklidi yapan, ama bu konuda tek bilgisi Cennet Mahallesi olan insanlara bir şey söylemek istiyorum:"Lütfen yapmayın, ne kadar antipatik olduğunuzu tahmin bile edemezsiniz.")

P.S: Ya hu ben ne zaman kıyma makinesi görsem şaşırdığımı fark ettim. Yüzyılın icadı gibi lan, İnternet olmasa mesela kıyma makinesi olsa bana uyar. İlk kez bir kıyma makinesinin tepesinden baktığımda işleyişine hayran kalmıştım. Kasaplık mesleğini karizmatik kılan ikinci etken. Birincisi tabii ki, kasabın asıl sahibi Amca'nın arkadaki siyah beyaz ince bıyıklı resmi. Ölüm çeker!

21 Şubat 2010 Pazar

Türkçe Olimpiyatları'na Yarışmacı Aranıyor!


Kabil - AA

26 Mayıs - 10 Haziran 2010 tarihleri arasında yapılacak Türkçe Olimpiyatlarının en elzem iki yarışmacısıının eksik olduğu, bunun için tüm Türkî Cumhuriyetler'in bu iki cevheri bulmak için canla başla çalışması gerektiği Olimpiyat Komitesi tarafından yapılan basın toplantısında belirtildi.

Toplantıda Bülent Arınç da şu açıklamayı yaptı: "Arkadaşlar biliyorsunuz her sene bir tane, Bir Başkadır Benim Memleketim şarkısını söyleyecek, bir de Anne şiiriyle bizi ağlamalı fotoğraf çektirtecek slotlarımız var. Bunlar olmayınca Dışişleri Bakanlığı malesef bu Olimpiyatları düzenlememize izin vermiyor. Hiç mi yok aranızda bir Firuz, bir Abdoulwahab çocuklar? Bakıyorum şimdilerde siz de popülere abandınız Kayahan falan, tamam onları da söyleyin ama Memleketim söylenecek bu yarışmada arkadaşım.

Bu arada olimpiyat dedim de, olimpiyatlarımız en sık düzenlenen olimpiyat seçildi, zira biliyorsunuz 4 yılda bir yapılıyor diğerleri, hesaplarımıza göre nicelik olarak çok yakın zamanda yetişeceğiz diğerlerine.

Ayrıca, Anne şiirini söyleyecek genç arkadaşımız mutlaka kız olmalı ve ağlamalı. Malesef bu konuda çok sıkı kurallar konmuş durumda bizim elimizden bir şey gelmiyor. Bir de benim Moğolistan ve Kazakistan'dan gelen arkadaşlardan bir isteğim olacak, lütfen şapka getirmesinler. Elimde yeterince var. Üzülerek söylüyorum ama bu sene de şapka verirlerse artık Eminönü'nde turistlere otantik eşya satan dükkanlara vermek zorunda kalacağım." diye sözlerini sonlandırdı.


P.S: İskender Pala geçenlerde "Sağdan neden aydın çıkmıyor yhaaa:((((" diye isyan ediyordu. İşte bu yüzden çıkmıyor amınakoyıyım. Öyle dandik ki Türkçe Olimpiyatları denilen olay, bütün bir kültür kongre salonunu Zambak Ünite Dergileri gibi tasarlayınca kültüre +rep getireceği mi sanılıyor, yoksa benim çözemeyeceğim çok derin siyasi mesajlar mı veriliyor anlamıyorum. Bu durum var ya ne biliyor musunuz; çocuğuna karşı olan sorumluluğunu üç beş Beyzbol maçına giderek kanıtlamaya çalışan Amerikan Ebeveyni gerizekalılığının, farklı bir düzlemde olanı.

P.S2: Hasan Pulur yazısına dönüyormuş az kalsın, son cümleden sonra iyi ki devam etmemişim. Alın bunlar da duygusal anlar

P.S3: Az önce fotoğrafına baktım, Simon de Beauvoir'la kavgaya girsek, çok kötü dövermiş beni. Ama böyle dişlerimi döker yani, hani American History X'deki kafayı asfalta gömme sahnesini bana uygular biliyorum. Bu yüzden kendisine bir adet akrostiş şiir yazdım. Posta'ya göndermeyi de düşünüyorum.

Senin adını duyduğumda telaffuz edemedim
İnan bana bebeğim!
Malesef sonradan öğrendim ki onun kadınıymışsın
Onun kadını da değilmişsin aslında, orada biraz feminist gibi bi durum da var
Nasıl, ne oldu bilmiyorum tam olarak
Elime geçen resimlerini lcd ekrandan kokladım

Doğrudan söylemek isterdim sana
En güzel yeri isminin, şu an bir dantel gibi işlediğim kısmı

Biliyorum şimdi başlasam, senin okuduğun kitap sayısına
En erken 55 yaşımda ulaşabilirim
Ama, sence de aşk sadece okumak mı iki gözüm!
Unutma ki kavgada alabileceğini bildiğim
Ve tipinde hafiften bir femme fatale'lik olduğu için yazıyorum bunları
O yüzden tanışsak eminim senin da bana gönlün olurdu
İnanmıyorum öldüğüne yoo yoo(bilirim Blue Jean şarkı sözü çevirilerini sevmezsin)
Rahat et şimdi o şaşıyla beraber kaltak!

19 Şubat 2010 Cuma

Öhö

Kimliğimi merak edenler olmuş.
Alın, aşağıya web sayfamın linkini veriyorum.
Bu saçma sorular son bulsun.


P.S: Twitter'dan da ekleyebilirseniz memnun olurum, zira 28 izleyicim var. Yalnız Felemenkçe bilmeyenler için İngilizce seçeneğim yok. Ama okur kitlemin tümünün Felemenkçe bildiğini tahmin edebiliyorum.

P.S2: Yalnız Eric Clapton'ın Wonderful Tonight'ını kötü yorumlamışım, ona +rep vermenize gerek yok. Hele bu Eric Clapton ve George Harrison'ın manitasal durumları var. O konuya girip kimseyi derbeder eylemek istemiyorum. Ama hala da Layla'daki tutku Something'in naifliğini yok eder diyorum.

P.S3: Buraya da 10 dakikada bir, bir şeyler ekler oldum, ama bunu duyunca kimse pişman olmayacak


Bu arada Nick Cave demişken, taverna troubadour Nejat Alp'i unutursak çok büyük ahlaksızlık olur.

P.S4: Ablada kelav tipi olduğunu ben bile anladım, yılların insan sarrafı Nejat Abimizi nasıl katakulliye getirmiş muazzam bir zeka. Bunu, Schopenhauer Aşkın Metafiziği'nde biraz inceler gibi olsa da, Arkadaşım şarkısını dinlemediği için çıkarımları bu noktada yetersiz kalıyor.

P.S5: Bıyıklarını boyayan erkeklerin, ya tüm parasını kerhanede harcadığına ya da gedikli bir sübyancı olduğuna dair önyargılarım var. Bu önyargılarımı yıkamıyorum. Şimdi buraya Einstein'ın bir sözünü de yazıp iyice rezil etmek istemiyorum. O yüzden kesiyorum.

II.Meşrutiyet Dönemi Gece Hayatı Üzerine


-Vallahi pek, mütenasil bir insansın Monşer!!

-Teveccühünüz, o sizin mütenasilliğiniz Enver Bey. Bırakalım da bu lakırdıları, duydunuz mu Harbiye Nazırı'nın Mecelle'sinin arasında sıbyan fotoğrafları bulmuşlar!

-Aaa ne diyorsun Monşer o da mı sıbyancı çıktı!! Ya Talat Paşa'nın Rahiya Hanımla makamındaki rahlenin üzerinde cima etmesi!!!

-Sormayın Azizim grande sansasyon, tüm societé bunu konuşuyor. Ancak ben de cins-i latiften olsam, Talat Paşa'yla cima ederdim. Ayrıca yine cins-i latiften olsam fahişe olurdum.

-Ah azizim, biz de garba yüzümüzü döndük ama, sanırım ilmini değil ahlaksızlığını alacağız!!

İstanbul'un gece hayatının aynen böyle olduğunu düşünüyorum. En yeni faytona sahip olanlar, ya da işte gramofonlu faytona sahip olanın çok büyük forsu oluyor sosyetede. Gerçi o taş plaklar da, fayton büyüklüğünde. Gerçekte, bu eski taş plaklardan ilk defa TRT'nin Harbiye Stüdyolarında görmüştüm. Onların da üstünde "Sahibinin Sesi" köpeği vardı, ve tahminimce Sahibinin Sesi'nin logosu, marka değeri en yüksek olan logolardan biri olabilir. En azından tersten bakınca "allah yok bilmemne yok" yazan münafık kokakola gibi değil!! Yazarken bile şu anda altıma kaçırdım zaten. Çünkü bunu gerçekten kanıtlamaya çalışan site gördüğümü hatırlıyorum. Ulan Coca Cola'ya da yıllardır ne saldırdılar anasını satıyım, vay İsrail'e yardım yapıyo, yok Amerikan Silah Endüstrisi mermi yerine kola kullanmaya başlayacak, vay kokakola özütüne fareler sıçıyorlar tavşanlar attırıyorlar. İşiniz gücünüz mü yok ulan? Bundan sonra "Ben de o kadar zengin olsam ben de Orhan Pamuk olurdum, adamın kafası rahat abi!"yi bir de "Coca Cola X yapıyormuş"u söyleyenlerin vay haline!!!

Çünkü Rahibe Teresa'dan sonra en son İsa'yı ben gördüm, "Git babana söyle, birkaç tane ayete ivedilikle ihtiyacımız var!" dedim ve bunları teker teker kağıda yazdım. Ayrıca, bundan sonra arkadaşlarına yıllardır aynı marka birayı içmesine rağmen:"olm tuborg mu içiyosun, efes içsene lan!! Carlsberg bok gibi!" falan diyenlere de büyük azap var haberiniz olsun. Ha ben Efes içiyorum, ama Fransa'nın Efes'i başka. Gelişmekte olan, gelişmemiş, gelişebilir, gelişen gibi ülkelerinkine bin basar.

P.S: Tenasül kelimesinden "mütenasil"i sallayınca biraz acaip olmuş. Bir de bunu düşünürken Memo Tembelçizer'in çoktan Yağlı Geçmiş Zaman köşesinde benzer bir şey yaptığını hatırladım, ama geç kalmıştım. Ayrıca İkinci Meşrutiyet, ya da 2.Meşrutiyet diye değil, hep II. Meşrutiyet diye görüyorum. Adamlar kelimenin kendisine tarih yüklemeye çalışıyorlar.

P.S: Google'a "fes meşrutiyet" diye yazdım o fotoğraf geldi. Engin Öztekin isimli illüstratör abimizin. Çok güzel çizimleri var, enginoztekin.com'dan siteye ulaşabilirsiniz.

Siyasi gibi İronik gibi Üniversite Bildirilerine Karşı Yetmişmilyon Adım

"Omurgasızlar:1. bir omurgası olmayan hayvanlara verilen genel bir addır. Omurgasız olarak adlandırılan canlıların yapılarında hiçbir iskelet bulunmaz. Omurgasız hayvanların vücudunun dış kısmını örten ve destekleyen bir dış yapı bulunur.(wikipedia)
2. o kalip senin bu kalip benim, zorlanmadan uyan insan tipi. omurgasiz olmak surec gerektirir, maharet ve zeka gerektirir. yukselen trenddir. ama zamanla kireclenme sonucu yanlis bicimlenmis bir omurga da olusabilir sonunda, dikkat etmek gerekir.(ekşisözlük, omurgasılar başlığı)

İşte, iki yorumunu da gördünüz, fotoğraftaki hangisi dersiniz?.................................(bu noktalara uzun politik ve kalitesiz ironik zırvalamalar yerleştirin)........................................................................................................................."


Artık illallah dedim bu tip şeyleri görmekten. Yukarıdaki tabii yapılmadı, ama bunu mantıklı bulup yayınlayacak zihniyet yüzünden mizah anlayışımı yitirdim. Önüme gelen her fotoğrafa balon çıkartıp kötü espri yazar, gazetede bulduğum her kafayı kesip altına vücut çizer oldum.

Şimdi buradan üniversitelerin sol teşkilatlarına sesleniyorum: "Yalvarıyorum, bildirilerinizde ironiyi, zeki görünmek için kullanmayın. Yapamıyorsunuz. Politik mizah ve hatta mizahın kendisi çok daha farklı bir şey. Kitap okumakla oluşan bir şey, ya da deneyimle olan bir şey değil, eğer deneyimle olsaydı Salih Memecan şu anda bütün Ivy League okullarından politik mizaha yaptığı katkılardan ötürü onursal diploma almıştı.(gördüğünüz gibi ben de yapamıyorum, o yüzden "iyi biliyorsan sen yap!" demeyin.) Ayrıca, yazılarınızda karşı çıktığınız kişinin konuşmalarını tahrif ederken de yalvarıyorum komik olmaya çalışmayın, doğrudan ne dediyse onu aktarın. Yeteri kadar sevimsiz bir alanı, ironi kullanarak daha sevimsiz hale getiriyorsunuz."

Bana kalırsa, doğru olduğuna ve zeka koktuğuna inandığım bir tanesini yayınlayayım aşağı


18 Şubat 2010 Perşembe

Aldous Huxley lafı çok kötü geçirmiş. Böyle edebi zekaya can kurban uleeaaaan!!!(arkada da Ferdie Taifurre çalıyor ve isyan ediyormuş gibi durdu. Hayır arkada My Mistakes Were Made For You çalıyor. Ona da uleaan denebilir belki de, biraz daha mod giyinmek gerekiyor galiba ona bir şey demek için. Halbuki kafamda ayı gibi havlu var şu an, o yüzden evrenin yok olması an meselesi. Bilirsiniz, kafasına havlu sarmış insanlar bizde Hint Fakiri tezahürü bırakmasının yanında çok da rahatsız edici görünürler, adeta ayağımızdaki çoraplarımızdan birinin siyah, diğerinin ise siyah sanıp giydiğimiz ama aslında lacivert olması kadar kafa karıştırıcı bir durumdur bu bana kalırsa.)

Kendisi hapçı bir insan, bilmeyenler vardır diye söylüyorum. Grup The Doors(bundan sonra herhangi bir müzik topluluğundan bahsederken başına "grup" yazma kararı aldım. Çünkü benim en yakın akrabalarım küçük kasabalardaki düğün salonlarıdır. Zaten kapalı düğün salonları belki de dünyada cehennem deneyimimi yaşamamız için var olan binalardır. Tabii şimdi yaptığım hesaplara son 6 yıldan beri düğüne gitmiyorum, iklimlendirme teknolojisi ne kadar gelişmiştir bilmiyorum ama ben en son gittiğimde zorla oynamaya kaldırılırken terden götüme kaçmış donumu toplamaya çalışıyordum. Hele hatırlıyorum, çocuktum bir sünnet düğününde kafamı jölelemiştim.(Hayatımda kafama 4 kere jöle sürdüm) içerideki oksijen miktarı düştükçe ve ısı arttıkça balmumundan heykeller gibi eriyordum resmen.) isimlerini bu ağanın The Doors of Perception kitabından almıştır. Kimisi Jim Morisson'a çağının en büyük şairlerinden der. Açıkçası bu konuda biraz şüphelerim var, The End'deki ödipal dizelerin bile popülarite kaygısıyla yazıldığından şüpheleniyorum ama bunu kanıtlayamıyorum. NTV yayınlarından çıkan Kanıtı Olmayan Gerçekler diye bir kitap var o kitabı almayın lütfen, çünkü az önce öne sürdüğüm saçmalığın 200 sayfalık bir kitaba dönüştüğünü düşünün öyle birşey.

Neyse, Aldous Huxley ağamız, The Doors of Perception'da meskalin, peyote, asit deneyimlerini yazmıştır çok da güzel olmuştur, ancak malesef gerizekalı Hippiler kendi uyuşturucu alemlerinde de bu kitapları kullanırlar, aslında bildiğim kadarıyla, bu asit alemlerinde en meşhur kitap Tibetan Book of the Dead'di galiba. Ya aslında mesele şudur dostlar, George Harrison, Brit Invasion'dan biraz sonra Amerika'ya gider, burada çok merak ettiği hippilerle tanışır ve inanılmaz bir hayalkırıklığına uğrar, döndüğünde şuna benzer bir yorum yapacaktır: "Uyuşturucu yüzünden sivilcelerini sıkmaktan aciz, bir grup ergen."

Nedense, hippilere karşı inanılmaz bir öfke besliyorum. Ancak, cemaatçilerle laf dalaşına girdiğiniz zaman haklı bile olsanız suratınıza sırıtarak bakarlar da sinirleriniz bozulur ya, işte onlarla da tanışsam "Sen şiddet kültürüyle yoğurulmuşsun, turn of your mind relax and float down your stream, it is not dying, it is not lying." saçmalıklarına girmelerinden korkuyorum, ama aşağı, yeryüzünde yapılmış en müthiş şarkılardan birini koymayı ihmal etmiyorum.



15 Şubat 2010 Pazartesi

Sarhoşluk Üzerine Gibi

Az sonra okuyacağınız yazıyı sarhoş olduğum bir akşam yazmışım. Cümlelerin hepsi adeta Kurtlar Vadisi'nden fırlamışçasına beylik ve aynı zamanda bomboş.Sarhoş kafayla zamanı sorgulamaya kalkmalar, madde üzerine konuşmaya çalışmaların sonucunda götüm sıkıştığı zaman kültürel referanslara baş vurmak durumunda kalmışım. Resmen o kafayla eski sevgiliye atılan mesajların ayarında. Sanki çok sağlam bir altyapıda gibi geliyor yazarken, ama malesef karşıya ulaştığında okuyan şahıs için hiçbir anlamı yok. Çok yazık ama insan aptallığının sınırları yok. Buyrun bu rezaleti okuyun:

Geçenlerde Valide Hanım'la tarihler üzerine konuşuyorduk. Önce, 35 yılın üzerindeki eşyaların antika sayıldığından bahsettim. Kendinin antika olup olmadığını neşeyle sordu. O da gelecek cevabın gaz verme içerikli olacağını bilerek soruyordu bunu, ama yine de bu tip ilişkileri devam etmek için oynana neşeli oyunlar. Sen antika değilsin ulan, en azından dizileri takip ediyorsun, halbuki Leyla Soykut'un çevirdiği kaç tane 65 basım Dosto kitabı dizileri takip edebiliyor ki, rahat olunuz Valide Hanım'cığım, dedim içimden.

O belirtmeden önce de çok düşünüyordum. Elimde 1958 ya da 1963 basım kitaplar vardı. Onların varlığını nasıl ele alabilirim hala bilmiyordum. Arada gerçekleşen siyasal toplumsal olaylara ne kitapları dahil edemiyorum. Arkası doldurulmadan oluşan yorumlar gibi dursa da, en azından aranızdan birkaçınızın bu konu üzerine düşündüğüne inanmak istiyorum. Zaman meselesi üzerine şimdi konuşmam tabii. Samimi olmadığım halde aniden karşılaştığım bir insanla yaratmaya çalıştığım diyalog gibi bu zaman meselesinden bahsetmeye kalkışmak. Bu konudan bahsetmeye kalkışınca, olmayacak, aptal sırıtmalarla yüzyüze kalacağız çift taraflı olarak.

"Biliyorum canım günlük yaşamaıyorsun, ama yine de yazıyorum." saçmalığına düşmemek önemli galiba. Eşyalar tabii ki kendilerince fark edemeyecekler durumu, bizim için bir eşyanın zamanı fark etme meselesine herkes ayrı yorum getirecektir. Elimde sahaftan aldığım bir "As I Lay Dying" var. Murat Belge çevirisi. Başkası çevirse ne düşünürdüm 1968den bu yana geçirdiği sürede? Kitabın kendisinin bir şey fark ettiğini varsaymıyorum. Sadece, bizim onun için geçen süreyi nasıl algıladığımızı düşünmek istiyorum. Çünkü bir bakış açısı kazandırmak, durduk yere Fabl görünümüne sebep olacak. Halbuki yarın yakabilirim o kitabı ve umrumda olmaz.

Bu durumu daha fazla uzatabilecek algım yok zaten, lineer şeyleri bile algılamak bünyeyi zorlarken durduk yerde zaman üzerinden çıkarım yapmak Kurt Vonnegut gazı vermek olacaktır. Bunu yapamam.

İkinci bir mesele olarak Kumbağ, Kumburgaz, Şile, Ağva, Tuzla, Eskihisar, Polonezköy gibi mekanların ortak bir özelliği var gibi. Geçen sene Etrafta'da, 60ların cemiyet hayatının yazlık evlerinin fotoğraflarını görmüştüm Darıca civarında. Nasıl da o yurtdışında görmeye alışkın olduğumuz altmışlar mimarisiydi, ki sonrasında biraz doğusunda bir mekanda Orhan Pamuk da bunun ekmeğini yiyecekti. Halbuki benim için şu an "yazın yaşanılan mekanlar" isminin arapçası bile gelmediği için kullanamıyor, yarım saatir hangi kelimeyi yerleştireceğimi düşünmek zorunda kalıyorum. "taziye" bile aklıma geldi.

Neyse, İstanbul'un hem doğusunda hem batısındaki yazlık mekanların çoğunu kışın da gördüğüm için haklarında konuşabileceğimi düşündüm. Öncelikle boşalmış yazlık siteleri gördükçe, rüyamda boşluğa adımımı atıp düşmüş gibi hissediyorum. Bu rahatsızlığın var olmasının sebebi, Ege evleri tarzında yapılmış evlerin aslında hiç de Ege evi olmaması, bu gariplerin görünüşlerinin sadece yazın ortaya çıkması ama aslen geri kalan 8 aylık diliamde kendilerini reddedecek yapıya sahip olmalarından kaynaklanıyor galiba. E be mütteahit ağa, sen gidip bir evi Rodos'a kurabilecek şekilde yaparsan, bu Güney Marmara'ya da ters gelir, Kocaeli-Çatalca Yarımadası' na da ters gelir.

Tabii imar mekanı kalmamasıyla birlikte, 90ların ortasından itibaren bu tip yapıların inşaatı azaldı Marmara Bölgesi'nde. Ama, çoğu yazlığa uzak olan bakkalar hep akılda kaldı. Ben hiç bakkala yakın olan yazlığa denk gelmedim. Hep çirkin naylon beyaz poşetler içerisinde eve iki ekmek taşıdım. Geçen seneden beri nemden mahvolmuş kilidini değiştirmek zorunda kaldığımız evlere. Aslında bizim olmayan eve.


P.S: Bunu normal kafayla yazıyorum, allahaşkına şu son cümledeki şiirsel bitirme gerzekliğini görüyor musunuz? Keşke bir de üç noktayla bitirseymişim tam sıvanmış olurdu o zaman. O yüzden buraya Hz.Ali'den bir alıntı yapıyorum: "İçki bütün kötülüklerin anasıdır."

P.S2: Sinirlendim fotoğraf bile koymuyorum ulan!

P.S3: Bu da basın ilkelerine uymaya yemin etmiş arkadaşlar için geliyor. Bu az sonra yazacağımı, günlük hayatta kullananların yüzüne tükürme kararı aldım: "Bir köpek adamı ısırırsa haber değildir, bir adam köpeği ısırırsa haberdir." Eğer kavga deneyiminimiz varsa, hiç düşünmeden dalın, ama önce mutlaka yüzüne tükürün derim ptüüühh diye.

P.S4: Ya bide ilkokuldayken bi burun deliği hep sümüklü olan çocuklar vardı, ne oldu onlara?

13 Şubat 2010 Cumartesi

Euro ya da Your Mother is Motherfucker'ın Toplumda Yarattığı Katarsis

2002'den kalma bir internet meme'siyle karşı karşıya kalmak birçoğunuzu rahatsız etmiş olmalı. Bakınca beni bile rahatsız ediyor sürekli. Ancak bugün bir gazetede denk geldiğim Paris Orly Havalimanı'nı görünce, içimden "zıhıpzıhıhı" diye güldüm, bu eleman aklıma geldi. Normalde De Gaulle Havalimanı'nı kullanan biri olarak bunun varlığını tamamen unutmuşum, PGS isimli şirket 49.99 Avro'ya uçuruyormuş Orly'ye. Bu PGS gibi kısaltmalara zaten deli oluyorum, hele bugün yol üstünde Özcan DNZ, gibi bir şeye rastlayınca çok sinirlenip "hsktr" dedim içimden. Geçenlerde kadim dostum Jane Austen'la da bu Özcan Deniz'in nasıl şehirli kendi ayakları üzerinde durabilen iş kadınına hitap eden bir insan haline geldiğinden bahsediyorduk biz de. Halbuki 11- 12 yıl önce Mahzun-Alişan-Özcan diye takıldığı zamanları da biliriz!!! Ayrıca o zamanlar aralarındaki dostluğu gördüğükçe sürekli, aralarına beni de alırlar mı acaba, diye düşünüp dururdum. Şimdi Mahzun da bozdu kendini, Alişan hala seviyesini koruyor çok tebrik ediyorum onu.

Bu Euro'ya Yuro değil de Avro denmeye başlandığı an biraz sinirlenmiştim. Zira Renault Europa'ya da Eüropa, Yuropa, Yurop deniliyordu bir fikir birliğine de varılamamıştı. Ayrıca niye Avro lan? Avropa mı diyosunuz siz? O artistlik yapanlar da Avru diyince, kullanılmadıkça körelmiş bir organ hissi yarattığı için herhalde Avro deme kararı aldılar.

Çok iyi hatırlıyorum 93 yılları falan Dr.Renault arayıp beni Bordeaux'dan Paris'e çağırdı. Saygım sonsuz olduğu için hemen rüzgar kanatlı atlılarımı hazırlatıp yola çıktım. Bir café'de buluştuk kendisiyle kendisi aynen şöyle dedi:

"Monteyn'ciğim biliyorsun, motorlu taşıtları Türkiye'ye ihraç etmeye başladığımızda bizim Egzoz kelimemizi aldılar içine sıçıp egzoz, egsoz, egzos, egsos, ekzoz, eksoz, ekzos, eksos, egzost, egzozt, egsozt, egsost, ekzozt, ekzost, eksozt, eksost gibisinden 16lı rezil bir kombinasyona vardırdılar. Şimdi bizim elimizdeki Renault 19'ları Türkiye'de piyasaya Europa adı altında sürmeyi planlıyoruz. Acaba sorun çıkar da Türk Halkı onun da içine sıçar mı? Biliyorsun kelimelere ve şeylere Foucault ve Hamlet gibi saplantılı biriyim." dedi.

Hoca durur mu hemen yapıştırmış cevabı:

"Dr. Renault, Dr. Renault!!!! Hem otomotiv hem de kozmetik alanında bir dünya devi olabilirsiniz, ama karşınızda çocuk yok!! Vay Foucault'ymuş, yok Hamlet'miş, gören de karşında bilginle etkilemeye kalkıştığın üniversiteli öğrencin var sanır pis herif seni!!!
Bak beyim, sana iki çift lafım var. koskoca adamsın. paran var, pulun var, her şeyin var. binlerce kişi çalışıyor emrinde. yakışır mı sana ekmekle oynamak? yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saaddeti çok gören! Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. ama ben boşuna konuşuyorum. sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. hıh! Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Dr. Renault Paris! Sen mi büyüksün? Hayır ben büyüğüm, ben, Monteyn Usta! Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok! Ama şunu iyi bil, ne Renault 19'a ne de halkıma hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık halkıma! dokunma Renault 19'a! Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Monteyn Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun? vururum ve dönüp arkama bakmam bile!!!!!
Doktor Doktor diye de kafamızı siktin yıllardır, senin de aynen Haydar Baş gibi doktorluk sıfatlarının Türkî Cumhuriyetlerdeki Üniversitelerden verilen onursal Doktorluk olduğunu bilmiyoruz sanma. Şimdi çık bu kapıdan ve yüce Türk milletinin onurunu bir daha böyle zedeleyecek konularla gelme karşıma!!!" dedim.

Dr.Renault City Lights filminde Zengin Adam'ın sarhoşken Charlie Chaplin'e verdiği arabaya atlayıp siktirolup gitti. Ben de her ne kadar kendimi cep şarabımdan içerek rahatlatmaya çalışsam da kendime hakim olamadım. Yanıma Serge Gainsbourg'u ve Jacques Brel'i de alıp geceleyin malikanesine sinsice girip camını kapısını indirdim.

Şimdi, o zamanlar ne kadar toy olduğumu fark ediyorum. Buradan, şu zalım dünyadan göçüp gitmiş Dr.Renault'dan çok özür dilediğimi, yaptıklarımdan ötürü köpekler gibi pişman olduğumu belirtmek istiyorum. O şimdi göklerde belki de beni izleyip, gülümsüyordur! Huzur içinde yat Dr. Renault, huzur içinde yat.

P.S: Polonius Hamlet'e ne okuduğunu sorunca, Hamlet "Kelimeler, kelimeler, kelimeler" der. Ne okuyordur aslında acaba?

9 Şubat 2010 Salı

Gıda Endüstrisi Modeli Çocuklar Üzerine

Burada gördüğünüz iki arkadaş haricinde bir de Kinder çocuğu var, ama onun büyümüş halini bulabildim. Peki bu iki arkadaşın durumu nedir şu an? Bu ikisini bulana ya da getirene tam yüzbinlira veriyorum!

Bazen emin olamıyorum, gerçek mi, yoksa ellilerde çizilen pin-up kızlar gibi sadece idealize edilmiş insanlar mı. Ayrıca bebek derseniz Platon için bile idea olarak Eti Cicibebe Bebeği vardır. Böyle bir şey söylediğim için özür dilerim, ama blog'a yeniden ısınmaya çalışırken bu tip şakalara müsamaha göstermenizi istiyorum.

Yeraltı Edebiyatı 101


"15 yaşımdayken bir kitapta en önemli felsefi sorunun intihar olduğunu okumuştum, bana kalırsa hangi yoldan intihar etmeli, bıçakla mı yoksa ilaçla mı..."
Görünmez Canavarlar, Chuck Palahniuk

Görüldüğü gibi Chuck Palahniuk da saçmalıyor, demek isterdim ancak bunu kendisi demedi, panik yapmaya gerek yok az önce salladım bir şeyler. Gerçi kendisi dese bile beni bağlamaz. Her 3 sayfaya en az 2 boş beylik laf düşen kitaplar yazdığını iddia etmiyorum, çünkü sadece bir kitabını okumuş bulunmaktayım. Ancak, yeraltı edebiyatı olsun, ya da Bukowski tarzında işler olsun bu tip konuları okurken pek keyif aldığımı söyleyemem. Neyse siz canım okurlar için Bukowski gibi yazma rehberi hazırladım.( Yalnız tüm gözlemlerin çeviriler üzerinden olduğunu belirtmek isterim. Sonra vay öyle değil, vay efendim "harbiden de malsın" falan yorum gelirse anlamam.) Önce bu rehbere uygun bir yazı yazalım aşağı:

"...Sabah uyandığımda, pis bir evsiz sıcak sidiğini başımdan aşağı döküyormuş gibi hissetim. Akşam yine, ucuz şarabı çok içmiş, sonra Anita'nın o dolgun kıçını çimdik içinde bırakmıştım. Yataktan çıkıp donumu giydim. Mutfağa doğru yol alırken her pencerenin yanında yavaşlıyor, sabah güneşinin vurduğu ereksiyonumu açık pencereden San Francisco sokaklarına sergiliyordum.

2 haftadır işsizdim, Anita da bir kumaş fabrikasında çalışıyordu, bu yüzden erkenden kalkıp evden gidiyordu. Halbuki sabah uyandığımda sevişmekten o kadar haz alıyordum ki, onu da işi bırakması için ikna etmeye çalışıyordum kafam güzel olduğu zamanlar.

Mutfakta, kahvaltı masraflarını azaltmak amacıyla biriktirdiğimiz şişelerden birkaçını elime alıp, belki 2 aydır yıkanmayan taşak kokulu pantolonumu da giyince evden çıkıp karşıdaki dükkana vardım.

- Günaydın Lois
- Günaydın Henry, dün akşam hiç uslu durmadınız anlaşılan.

Gülümseyip şişeleri verdim. Her gün giydiği o eteğinden kıçının nasıl güzel göründüğünü biliyor, buna rağmen beni tahrik ediyordu. Aklımda bir resmini çekmiştim, kahvaltıdan sonra hayaliyle sevişecektim..."

Gibisinden işler çıkartılabilir. Tabii, normalde betimlemeler biraz daha fazla oluyor, diyaloglar daha samimi oluyor falan filan. Edebiyat insanları, buna Dirty Realism diyorlar. Biz adamı yargılamadan rehberimize geçelim:

1. Kesinlikle çok samimi olun. Gelecekte okuyucu kitlenizin 14 yaşlara varacağını aklınızdan atıp rahat rahat yazın.

2. Küfür değil de böyle, hani mahalledeki şarapçı abiler olur ya, onlarla biraz takılın konuşma tarzlarını sindirin. Eğer yukarıdaki gibi çeviri tarzı bir şeyler yazmak istiyorsanız "hey", "olamaz" gibisinden kelimeler kullanın, yok eğer ben dümdüz şarapçılık mesleğini bu coğrafyada yaşayan insana göre icra etmek istiyorum diyorsanız asla göte göt demekten vazgeçmeyin. Dümdüz yazın, asla hey, ouuvv, gibi ünlemler kullanmayın.

3. Sert olmayan küfürler en iyi dostunuz olacaktır. Bakmayın, Bukowski Türkçe bilmediği için elinde az küfür var, Türkçe'de olsa ana bacı giderdi muhtemelen.

4. 1940'ların Film-Noir'larını izleyin, bol ahşaplı evler falan filan. Mekanları kurguda daha rahat betimlersiniz.

5. Siktiredin, kim ne yapacak Bukowski gibi yazma rehberini ben de vazgeçtim. Resmen ölü doğmuş bir yazı oldu.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Kasr-ı Uzret diye bir şey öğrendim, eğer Tuna Kiremitçi Olsam Yeni Kitabımın Adı Olurdu Üzerine

Dostlar, kaç gündür buralarda yoktum. Bu süreçte hayatımda hiçbir değişiklik olmadı. Sadece top sakal hakkında derince bir araştırmada bulundum şu sürede. Merak etmeyin, ben okuruma ihanet edip top sakal bırakmam. Bu 25000 kişiyi kapsayan dev araştırmanın sonuçlarını şimdi açıklıyorum: Top sakal bırakan erkeklerin %70'i dersanelerde kimya öğretmenliği yapıyor. Bu yüzden tüm insan erkeği ırkına sesleniyorum: Eğer dersanelerde fizik, biyoloji ve bilhassa kimya öğretmenliği yapmıyorsanız rica ediyorum top sakal bırakmayın, zira Gurbetçiler dizisindeki üçkağıtçı adama benziyorsunuz.

Biliyorsunuz, ısınma masrafları yüzünden Fransa'dan Constantinople'a taşınmıştım. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'ndan mektup geldi. Akropolis'i verme kararı almışlar. Ben de Mahmut Hoca'nın dediği gibi "Okul sadece dört duvar arasında olan bir şey değildir." ekolüne bağlı olduğum için Akropolis'e taşındım. Şu yukarıdaki cümlede bulunan okul/ekol kelime oyunlarına da dikkatinizi çekmek isterim. Bir de hiç "École Normale Supérieure "ü hem normal hem süper nasıl oluyo ulan? dediğiniz oldu mu bilmiyorum, benim bir ara oldu. Sonradan "Fransızca düşün Monteyn, Fransızca düşün!!" deyip sonuca ulaştım. Aslında bu yalanlardan sonra şunu söyleyeyim ki, şu 30 kişilik dev kalabalığa yaptığım ihanet yüzünden asla affetmeyeceğim kendimi. Resmen arayı soğuttuğum için yarak gibi yazıyorum. Hani bir arkadaşınızla 4 ay görüşmezsiniz, sonra görüştüğünüz an anlatacak o kadar çok şey birikmiştir ki hiçbir şey anlatamazsınız ya, işte aynen öyleyim. Tek fark var, anlatacak pek bir şeyim birikmedi.

Bugün Swan Song muhabbetinden bahsedeceğim, sonra da ufak sürprizlerle ilişkimize biraz heyecan katmayı da planlamıyor değilim.

Bundan önce, breaking a horse's spirit muhabbetine nasıl hayran olduğumu, ve muhtemelen ingiliz dilindeki en güzel olaylardan biri olduğunu söylemiştim. Buna Swan Song olayını da katıyorum. Hemen açıklayayım, Sessiz Kuğu denilen bir hayvan var, bu arkadaşın ömrü boyunca sesinin çıkmadığına ve ölmeden önce son kez tüm gücünü kullanarak çok harika bir şarkı söylendiğine inanılıyormuş geçmişte. Şimdilerde de herhangi bir şeyin tüm gücüyle verdiği son performansı muhabbetine kullanılıyor.

Mesela buna en iyi örneğin Nejat Uygur'un Zamsalak oyununda kendi mezarını görüp hepimizi ağlatmasını örnek olarak göstermek isterdim, ancak kimsenin kalbini kırmak istemem. Video oyunlarını bilenler için söylüyorum diyecektim ki, video oyunu ne lan? Anadolu liselerindeki ingilizce hazırlık sınıfı kitaplarında bulunabilecek kadar rahatsız edici bir şey bana kalırsa. Bildiğin atari işte. Neyse, işte atari oyunlarını bilenler için söylüyorum. Mesela God of War 2, Play Station platformunun Swan Song oyunudur. Götümden uydurmuyorum, zamanında wikipedia sayfasından bakarken de, swan song'un tanımına buradan ulaşmıştım. Ya da herkesin daha seveceği bir örnek vereyim. Mesela The Division Bell albümünün son şarkısı High Hopes, Pink Floyd'un Swan Song'udur. Şu yaptığım benzetme de hayatımda yaptığım en duygu dolu benzetmeydi tahminimce, oldu olacak dinleyeyim de tam olsun. Aha dinliyorum.

Hemen başka bir konuya geçelim: TRT'de yayınlanan Japon Sarayları'nda geçen diziler. Şimdiye kadar çevrenizde hiç bu iki diziyi izleyen birileri olduysa yalvarırım haber verin. Hayatımda onlarca teyze tanıdım hiçbiri izlemiyor bu dizileri. Şimdi emin de değilim iki tane mi, yoksa bir tane mi, Sanırım biri Prenses'in Elmasları gibi bir şey. Şu an yayın akışına baktım bulamadım da dizileri. Demek ki, TRT bile kabul etmiyor bunları yayınladığını. Zaten ne zaman denk gelsem fonda(arka fon diyenlerle aramız bozulacak) sürekli Maeve Binchy kitap kapakları kullanılıyor. Bir de buradaki kitleyi tenzih ediyorum ama, bir insan Artemis Yayınevi'nden çıkan kitapları okumaya başlamışsa, evde kaldığına inanıyorum. Ha evlenip evlenmeme meselesi değil olay beni hiç bağlamaz. Ama, evladının evde kalıp kalmayacağını merak eden ebeveynler varsa burada diye bu genellememi de paylaşayım dedim. Ha bunu dert edinen adam zaten bu blog'u okumaz, aman uzadıkça sıçıyorum. Okumayın işte lan o kitapları, Maeve Binchy gerçi Doğan Kitap'tan çıkıyordu galiba, ona şimdi tam bir şey diyemeyeceğim. Ama Artemis'ten okumayın lütfen. Onun yerine gidin Meryl Streep'in son zamanlarda çok sardırdığı romantik gibi müzikal gibi komedileri izleyin.

Alın bu da Part-Time Lover'dan sonra dünyanın en güzel şarkısı ve sözleri de çok serttir yani


Phil Collins & Philip Bailey - Easy Lover
Yükleyen MALIK69T. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

P.S: 30. kişinin adını çok beğendim, hatırladığım kadarıyla Momo'daki kaplumbağa'nın ismiydi. Şu an google'dan da araştırırdım ama, yanlış yaptıysam da aşağılanmayı hak ettiğim için araştırmayacağım.

P.S: Şarkının başı biraz eksik, ama klipteki Philip Bailey ve Phil Collins arasındaki 80ler'liği görmeniz için gömmek zorunda kaldım. 80lerlik de bundan sonra kuşaktan kuşağa aktarılsın.
 
Copyright © 2010 MONTEYN