31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni Yıl'dan Beklentiler Üzerine

Yukarı, yeni yıldan beklentim olarak "Gordon'u Nah Alırlar" fotoğrafını koyacaktım, sonra vazgeçtim. Zaten bu yazının da yeni yılla alakası yok. Olmasın da zaten dostlar. Hatta "Deliye her gün yılbaşı" isimli çok kötü bir şaka geçti aklımdan, sonra dişlerimi kıracak noktaya kadar sıkıp bunu yapmaktan vazgeçtim. Bugün daha çok, birkaç konudan bahsedip sonra da şatoda verdiğim yılbaşı özel orgy partisine katılmayı planlıyorum.

Derdim, gazetelerin internet siteleriyle. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti 60.Hükümetinin Ulaştırma Bakanlığı galiba bu tip işlerle uğraşıyor. Mümkünse buradan Binali Yıldırım'ın Porno sitelere uyguladıkları keskin sansürün bir benzerini "Bu Ünlüyü Tanıyabildiniz mi?", "İçip, Amı Götü Dağıttılar!!!", "Estetikten Önce, Estetikten Sonra", haberlerine de uygulamasını istiyorum. Milliyet.com senin benden haberin yok ama bir gün editörlerinden biri şu siteyi görürse diye söylüyorum: "EVET O ÜNLÜYÜ TANIDIM BEN!!! TEOMAN O!!!" yeter artık ulan. Normalde Özcan theseymenağa Deniz'in gülümsemesini gördüğüm zaman bile delleniyorum, bir de bana Billy Preston afrolu fotoğrafını gösterince çizgi filmlerdeki fareden korkan teyzeler gibi sandalyeye tırmanıp tırnaklarımı yemeye başlıyorum.

Ayrıca bu yıl, Binali Yıldırım ve Taner Yıldız'a Uluslararası Cami Hacıkokusu Dağıtıcıları Federasyonu tarafından "Yılın En Çok Misk-i Amber Kokan İnsanı" ödülünün verildiği haberini okuyunca, çok mutlu oldum. İlk defa bu ödül iki kişiye birden veriliyor çünkü. İkisini de gördüğüm zaman namaz kılarken yanyana saf tutup hak yolunda ayrılmayan dostlar olarak düşünüp, çoraplarının rengini ve kokusunu tahmin etmeye çalışıyorum. Sonra çocukken Kuran Kursu'na birlikte gittiklerini falan hayal ediyorum ama, malesef Taner Yıldız'ı sakalsız düşünemediğim için başarıya ulaşamıyorum. Deniz Cuylan'ın sakalsız olması gibi bir şey çünkü.(Tam bunları yazarken "Einstein disguised as Robin Hood." dizesini duydum Bob Agamdan, çok iyi oldu, çok da güzel oldu.)

Gelelim başka bir konuya. İlkokul birinci sınıfta test oluyorduk. Bir kilo pamuk mu daha ağırdır? Bir kilo demir mi daha ağırdır? diye bir soru çıkmıştı ve doğal olarak bir kilo demir daha ağırdır demiştim. Hala da bir kilo pamukla bir kilo demiri aynı anda getirip önüme koysanız bir kilo demir daha ağırdır derim. Buradan "Dış görünüşe çok çabuk aldanıyorum, beni kandırmak çocuk oyuncağı. İlişkilerimde de hep bu tuzağa düşüyorum işte." gibisinden çıkarımlar yaparak size eziyet de edebilirdim, ama bugün yapılacak şey değil bu.
Bir ülkenin Yüksek Öğretim Kurulu'yla, bir otomobil lastik firmasının hemen hemen aynı logoya sahip olması, sizce de biraz üzücü değil mi? YÖK'ün albümünü geçenlerde yeni gördüm. (Bu cümlede biraz gariplik var diyenleriniz var tahminimce? Birileriyle konuşurken yazıyordum onu, amblem yazmaya kalkışıp konuştuğum şeyi yazmışım.) Resmen adamlar dalga geçiyor bizimle. Öyle saçma bir şey ki, "Bu kafayla asla düze çıkamayız azizim!!!" diyorum. Hatta "Çocukları yıllardır yarıştırmaları boşuna değilmiş, eshesh" ortayaşınıbirazgeçmişbaba şakamı da yaparım burada. Hadi logoyu tasarlayanlar hayatlarında hiç oto sanayi sitelerinden birine uğrayıp Yokohama takvimi görmemişlerdir belki. Şimdiye kadar hiçbir YÖK üyesi de mi görmedi bunu? Üst kademe memurların çoğunun Megane'ı var, eskiden de Broadway'leri vardı. Bir tane bile mi lastikçiye uğramadı bunlar?

P.S: Saçları, şatodayken toplamadığım zamanlar için kulakları rahatsız etmesin diye, Valide Hanım'dan taç istemiştim. Zaten bir insan erkeğinin taç takması sadece futbolcu olursa biraz kabullenilebilecek bir şey. Öteki türlü estetik açından tam olarak, kötü apartmanların üstündeki kat çıkma demirleri kadar kötü duruyor. Neyse efendim, Valide Hanım Hello Kitty'li taç almış, "O tepedekini kır ama, kız şeyi o" dedi üstüne. Zaten o sırada gülmekten katıldığım için bayılmışım. Hello Kitty'yle takmaya başladım. Baktım bi sabah gizlice şatodaki odama girip kırmış. Çok üzüldüm.



Dikkatinizi çekerim yalnız renk olarak siyahı tercih edip, karizmadan ödün vermeme çabaları da var. Çok seviyorum lan Valideyi.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Yılbaşından önce sizi yasa boğmak istedim. Son videoda 4.40dan başlayarak gerekli yere kadar izleyiniz.(Hele 5.40'dan sonrası çok feci) Gerçi Canım Kardeşim'in tamamı kendi başına yeryüzünün en acıklı filmi. Müziğini dinleyince bile, kırık cam parçaları çiğneyerek öldürmek istiyorum kendimi.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Ay Kalp Dizdar Şekerleme Tişörtü

Domdom Ali'nin Dizdar Şekerleme tişörtüne ilk gördüğüm andan beri vurgunum. Sadece bir tane bile elimde olsa her gün giyer, yatmadan önce de lavaboda beyaz sabunla yıkar asardım. Eğer tanıdığında olan varsa, ya da çevresinde yaptırabileceği birileri varsa, biçilen fiyatın dört katını ödeyebilirim. (Ama baskı değil!!! Harfler dikilmiş olacak!!)

Gördüğünüz gibi arkaya sadece "Dizdar Şekerleme"yazmakla bitmiyor iş. Ön tarafa da adeta Japon alfabesi titizliğinde dikey olarak Dizdar yazılacak. Vay efendim Adidas Originals'mış, yok three stripes'mış. Size babam Monsieur Monteyn'den bir anekdot yazayım: "Efendiler! Söz konusu Dizdar Şekerleme Tişörtü olduğu zaman, gerisi teferruattır!"

P.S: "Tanıdığında olan varsa" lafı biraz abartı kaçmış. O zamanların moda tişörtüymüş gibi evladiyelik olarak Dizdar Şekerleme tişörtünü saklamış olan bir ebeveyn olacağını sanmıyorum. Ha benim elimde sadece inşaat işçilerine ve tesisatçılara verilen soluk mavi "Baylan Su Sayaçları" tişörtüm var ve onu tabii ki çok iyi koruyorum, renginin daha çok solması için kumsala giderken sırtımdan çıkarmıyorum.

"Baylan Su Sayaçları Tişörtüne asla hayır diyemiyorum!"

Evlilik programları, o kadar çok mektep/talebe kelimesini hala kullanan 65 yaş üstü insanlarla doldu ki, sanırım bu programların hepsinin adı şu an "X'le Evlilik", isminin yerine "X'le İzdivaç"oldu. Talip, Zevce doldu ortalık. "Îzdîvâcînîzâ tâlîbîm" ayağına yapılan olay da, arkadaş ortamında evlenecek insan bulmaya utanan dedelere ninelere ulusal kanalda godoşluk yapmak. Vay Esra kızım ne tatlısın, vay bilmemne kızım çok iyisin. Bir godoşa birkaç yüzbin kişi sempati besleyince bu durumdan sıyrılıp kendine yeni bir imaj mı yaratıyor ne oluyor? Öyle de sığ yaklaşıyorum ki bu konuya, hiç de etrafından dolanıp uzatamam.

Birini tanıyordum: "İki tane kız hazır. Askerden dönünce işe başlıyorum, araba da var. En fazla iki hafta pezevenk derler, ondan sonra X Bey demeye başlarlar." demişti. O olay. Mature ve Granny Godoşluğu, ayrı bir sektör tabii!
Bu da kanallardan birine hediye slogan olsun:
"Star TV!!!
40 yaş üstüne Godoşluk Bizim İşimiz!"

P.S: Yukarıdaki eski yastıklı simgesel şakadan çok utanıyorum, ama yapmasam da hep düşünecektim bunu. "Bir yastıkta kocayın" dendiği zaman tam olarak böyle bir yastık geliyor aklıma. Şu dediğim çocuğun da arabası gerçekten tam olarak o şablona uyuyordu. Beyaz Şahin, Siyah Tintli camlar ve mor neon.

25 Aralık 2009 Cuma

Vic Chesnutt öldü. (Ölmemiş de olabilir.) Yok ölmüş.


Sürekli müzisyen ölümlerinden bahsediyorum burada, içim burkuluyor. Şimdi de Vic Chesnutt'ın intihar ettiğini öğrendim. Bu çeşitli sebeplerden ötürü erken ölen Elliot smith, Jeff Buckley, Nick Drake insanlarını toplayıp ağzına yüzüne girme kararı aldım. Hayır işin kötü yanı bu insanlar kesinlikle Araf'ta kalacaklar. Michael Jackson'ın ölümüne ahlaksızca yaklaşmıştım ama buna hiçbir şey diyemem. İntihar ettiği için de değil, mütevazi bir duruşu var sadece onun için.

P.S: Nick Drake öldüğünde başucunda Sisyphos Söyleni varmış. Eğer Tahsin Yücel çevirisini okumaya kalkıştıysa, kendini öldürmesine hak veriyorum. Gerçekten insanı intihara sürükleyen bir deneyim. 10 sayfadan sonra absurde kelimesi yerine uyumsuzu okudukça Tahsin'in sırtına bıçak saplamak isteğiyle doluyordum, kitabı bıraktım doğal olarak. Elinde doğru düzgün bir Le Myth de Sisyphe olan varsa, bana yollamasın; bir kampanya başlatalım Dünya Barışı için, bunların hepsini Taso'nun evine yollayalım taa ki kitaplar içinde boğuluncaya kadar. Sonra evine en yakın benzin istasyonundan bir bidon 98 oktan kurşunsuz benzin alıp Le Mythe de Sisyphe'ler arasında yakalım. Öyle de sert yaklaşıyorum Tahsin'e.

P.S2: Başlıkta bir oyun yok. Olay şudur, adamın öldüğünü teyit etmek için pitchfork'a baktım, komada olduğu yazıyordu, wikipedia'ya da baktım orada da ölüm tarihi yazmıyordu. Şimdi tekrar baktım oldu.

Geceye Uyanmak Üzerine


Ahmet Ümit kitabı gibi oldu özür dilerim. Hemen bunu Uğur Polat telaffuzuyla "Geceye Uyananlar" diye içimden söyleyerek korktum. Sonra Uğur Polat'ın muhabbete gelebilecek bir insan olduğunu düşünüp daha az korktum. Ama son bir yılda yaratabildiğim en şiirsel kelime grubu buydu, o yüzden çok fena oldum.

Aslında şiirsel de değil, gerçekten geceler uzadıkça, eğer gün içinde biraz kestirmeye kalkışırsam karanlığa uyanıyorum -ki bazı okurlar kutup dairesine yakın bir yerde yaşadığımı düşünecek diye korkuyorum-, -hayır yaşamıyorum ama tesis sağlansa İzlanda'da oduncu olurdum-, -hayır olmazdım. Şehirden bezip sakal uzatmış, emeklilik maaşıyla köye taşınıp ilmini yayan, köy enstitüsü mezunu bir idealist değilim-. Bir gece önceye birkaç saat uykudan sonra devam etmek hissini siz de çok iyi bilirsiniz. Bu en kısa günlerin bulunduğu 20 günlük bir dönem var. O dönem tek gece gibi gelince insanın iç dengesi bozuluyor falan filan. Hiç sevmiyorum yani bunu demek istedim.

Şimdi geçelim diğer bir konuya... Geçen gün yine Champs- Elysée'de sadece bohemlere satılan ucuz şarabımı içmiş, sociologique gözlemlerimi yapmaya çıkmış, bir yandan "ah nerede o eski Parissienne'ler!" diye serzenişte bulunurken, çok absurde bir olayla karşılaştım. Bir dilenci, başka bir dilenciden para dileniyordu! Normalde dilencilerden ziyade, küçük çaplı sokak satıcılarına üzülüyorum. Misal kağıt helva satan amcalara o kadar üzülüyorum ki, cebimdeki tüm parayla bütün kağıt helvalarını almak istiyorum, sadece bir iki tane alabiliyorum. Tabii ki bazı okurlar çıkıp, "Ne var namusuyla mesleğini yapıyor adam." diyecektir. Doğru, ama sonra içimden onu okutmayan aileye de sövüyorum, ama adamın kendine hiçbir suçlamada bulunamıyorum. Sonra düşünce döngüm tam burada kitlendiği için, sürekli okusa nerede olur diye düşünmeye başlıyorum. Ya hu okumak da ne biçim bir nine dede sözüymüş. Neyse, duyarlı gibi, ama biraz da Hıncal Uluç yüzsüzlüğünde yaklaşmışım gibi oldu bu konuya. Ayrıca hemen Cemil Meriç'in Bu Ülke'sinden bir alıntı, benimle alakası yok çünkü tabii ki bourgeoisie benim için bir yaşam tarzı ancak şöyle diyor: "Mahkemede Marksist'im diye haykırdığım zaman tek işçinin elini sıkmış değildim." İşte, bu yazdıklarımda bunu söylemeye çalışmak yerine, mazlum edebiyatıyla tatava yaparak şuraya kadar sizi yorduğum için hepinizden özür dilerim.

P.S:Ancak bir amca vardığı yaşadığım yerde, 23 Nisanlar'da ekmek arası yumurta satardı. Bu amcaya nasıl acıyayım şimdi? Kendi kuyusunu kendi kazıyor anasını satıyım, ekmek arasına buz gibi yumurta desem aklınıza ne gelir? Benim aklıma hemen sarısının artık yemyeşil olduğu geliyor mesela, nasıl alayım ki onu be amca?
P.S2: Uğur'un yanındakini bir anlığına Elif Şafak sanıp, korkayazdım.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Başkasının adına utanmak üzerine!


"Politik gibi değil gibi olan müzikte bir güneş doğuyor."
New York Times

"Yoksa beklenen Bob Dylan Türkiye'ye resurekt mi eyledi? Nihat mesayah mı?"
Oray Eğin (twitter)
"Mustafa Topaloğlu'nun Obama parçasından sonra Türkiye'de yine bir devrim oluyor."
Hıncal Uluç


Video'yu gömemiyorum, bir sorun çıktı. Ancak şarkıyı lütfen dinleyin. Başkası adına hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum. Mehmet Ali Erbil'i seviyesiz bilirdim, Nihat Doğan son birkaç yıldır bombaları patlatıyor. "Başbakan olacak adam!" temalı, Olacak O Kadar şakamı da yapıp kaçıyorum.

Onun yerine delikanlı gibi Derdiyoklar İkilisi'ni dinlerim.





Ayrıca, bu şarkı "Disco Folk 5 yaşında" albümünde var. Çok seviyorum bu albümlerini, sadece 1 şarkıyı sevmemiştim diye hatırlıyorum, o da uzun süren bağlama solo içeriyordu. Genel olarak sololarda içim sıkılıyor, Derdiyoklar'la alakası yok.

P.S: Okan Bayülgen'in tam bu kadar zavallı olduğunu tahmin ediyordum ve daha bu haftadan Nihat'ın programına çıkacağına tahmin ediyordum. Şaşırmadım, ortalama komik insan işte. Kitap, film vs. Arada ülke ortalamasının üstünde bir isim söyle, insanlar şaşırsın falan filan.

18 Aralık 2009 Cuma

Kısa Yollarda Müzik Üzerine


Önceden kısa bir toplu taşıma kılavuzu yazmış ve minibüs çilesinden biraz bahsetmiştim. Gözden kaçırdığım bir husus varmış yeni fark ettim; şarkıların başının telefon melodisi olması ve kısa yolda müzik dinleyenler.

"Bence iyi müzik ve kötü müzik vardır. Ben iyi müzik dinlerim." Miles Davis
"Her tür müziğin kalbinin attığı yerdeyim, dolmuştayım!" Miles Davis Değil("Bu sözün gençlere yönelik çok kötü hazırlanmış bir internet sitesinin ya da üçüncü sınıf bir istanbul reklamının sloganı olabileceği gerçeğini aklımdan atamıyorum." Müzeyyen Senar)

Öncelikle, telefon melodilerine bir göz atalım. Burada önemli olan husus iyi müzik, kötü müzik değil galiba, "Bakınız, nasıl da bir zevkim var Farid Farjad çalıyorum, hem eklektik gibiyim hem de doğunun binlerce yıllık kültür mirasına saygım var." mesajı verilmeye çalışılıyor galiba. Bunun Balkan Müziği(aka: Duygusal gibiyim, ayrıca dedemler Rodop'tan(ikinci cümlenin telif hakları Umut Sarıkaya'ya ait), New Age(aka: Annem Yeni Türkü ve Ezginin Günlüğüyle yetiştirdi beni), House( aka: Tanıdığım bir çocuğun arkadaşının arkadaşı var, ekstazi kullanmış çok acaipmiş!), Heavy Metal(bu en fenası buna yorum yapmıyorum bile), Indie ( aka: Hala Metallica mı dinliyorsunuz ezikler biraz geliştirin kendinizi!), Anadolu Rock( aka: Liseden sonra saç uzattım.) (Bu arada not: Haluk Levent Türkiye sınırından içeri bile giremiyor, bunun borç sebebiyle olmadığına dair ciddi şüphelerim var.)olanları da var. Eğer çevrenizde cep telefonu melodisi aracılığıyla tanışmış çiftler varsa onlara saygılarımı yollayın. Çünkü bu melodi olaylarının "Kişiliğinizi kişiselleştirin" "Hayatınızı bireyselleştirin", "Kişiliğinizi ortaya koyun" saçmalıklarından ziyade erkek geyiğin dişisine çiftleşme çağrısında bulunmasının post modern bir yorumu olduğuna inanıyorum . Eğer ki, "ben bu müziği seviyorum o yüzden koydum." diyen varsa, bir şarkının 10 saniyesinin kimsede bir satoriye sebep olacağını sanmam.

Bakın ortaya, "biz senin gürültünü çekmek zorunda mıyız?" isimli memur emeklisi amca serzenişi atmıyorum çünkü seçilen müzikler belki gerçekten de güzeldir, ama onunla bu şekilde karşılaşmak hiç de mutluluk verici değil bana kalırsa. Misal A Change of Seasons gibi 23 dakikaya yaklaşan bir şarkının ilk 10 saniyesini dinletmek hem zulümdür hem de durduk yere artistlik yapmaktır ve hatta Oray Eğinliktir! Ama döngü içinde bulunanlar çok sıkıntılı değil, diyelim ki Baba O'Riley ya da All Along the Watchtower, çünkü ilk on saniyesinde bir özetini alıyoruz şarkının.

Şimdi bu konuyu daha gerçekçi irdeleyebileceğimiz "Muzak" meselesine girelim biraz. Derken tam bir saniyeliğine 8 Aralık'ta adına video gömmediğim John Lennon adına saygı duruşunda bulunmak istiyorum. Bu nereden aklıma geldi peki? "How do you sleep?" isimli şarkısında Paul'e aynen şunu söylüyor John'cığım Lennon: "the sound you make is muzak to my ears." Tabii sonra, "O zaman toyduk yaptık bir hata, yoksa Paul'le aynı tabaktan yemek yemiş insanlarız." gibi bir açıklama da yapmışlığı var. Muzak denen olay "asansör müziği" oluyor. Kısa süreli bulunduğumuz bir ortamda, bizim seçimimiz dışında halihazırda gelen şarkılar. Yalnız böyle diyince küçümsemek gibi oldu ama bu işte çok acaip paralar dönüyor, ve doğal olarak muzak bestecileri de bunu deneme yanılma yöntemiyle öğrenmiyorlar, hepsi çok iyi tahsilli insanlar. Ayrıca birçok muzaklaştırılan popüler şarkı da var. Neyse, bu tip ortamların kaydedilen müzikleri gibi, bana kalırsa cep telefonları melodileri de böyle kalabilirdi. Ya da ne bileyim, isteyen istediği müziği seçsin ama bana kalırsa çok anlamsız bu olay.

Diğer bir olay da kısa yolculuk olduğu için müzik dinlemeyi tercih etmemiş insanın, aynı anda Bedük, Beyoncé, Children of Bodom, ve Morrissey'e maruz kalması olayı. Buna garezim yok, isteyen istediği müziği dinlesin, isterse 10 saniyelik yolculukta da dinler. Sadece aklıma geldi. Yanımda biri oturursa mutlaka dinlediği şarkının ritmini tutuyorum, belki o da dünyaya bir X hayranı kazandırdığını düşünüp mutlu olur diye. Yol 20 dakikadan kısaysa müzik dinlemiyorum, ve bunu normalde hiç müzik dinlemeyen ama arabaya binince refleksif olarak radyo açan şoför davranışı olarak görüyorum.

P.S: Fotoğraftaki arkadaşımıza seneye giyer diye ceketi büyük almışlar ya, biraz üzüldüm onun için. Eski bir çekim olduğu için o zamanlar cemaatlerin maddi meselelerde çok iyi olmadığını tahmin ediyorum. Fotoşoplu olmamasına rağmen stüdyoda yine en İslami Dergi Kapağı arkaplanını bulmuşlar ya helal olsun be! Ayrıca kolormatik camlı gözlük takması için en az 4 yılı var!

15 Aralık 2009 Salı

Bir Habercilik Başarısı Üzerine


Dün akşam Hollywood Film Yapımcıları ve Müzisyenleri Dayanışma Derneği'nin, ATV Ana Haber Bülteni adına verdiği davetteydim. Açıkçası bu işin mutfağında bulunan birisi olarak bunun olmasını uzun süredir bekliyordum, ve hatta bana kalırsa çok geç kalmış bir karar diyebilirim.

Dün akşam Hollywood'un her yerinden insanlar, New York'dan da Woody Allen gelse bile protokol Pirates of the Carribbean ve Requiem for a Dream filminin yapımcıları ve film müziklerinin bestecilerine ayrıldı. ATV Ana Haber'in yaklaşık 6 yıldır kullandığı aşağıda da bulabileceğiniz iki şarkının telif hakları artık tamamen ATV Ana Haber Bülteni'ninin kontrolüne geçmiş durumda.


Gecede duygu dolu anlar yaşanırken, Ali Kırca'nın konuşması salondaki herkesin gözlerinden birer damla yaş süzülmesine sebep oldu. İşte o konuşmadan bazı parçalar: "Açıkçası biz bu yolun başındayken kimse 6 yıl boyunca aynı müziği haber bülteninde kullanabileceğimize inanmıyordu. Ancak o zaman -o an bir heyecanla gözümü karartıp- "eğer inanırsak başarabiliriz arkadaşlar, eğer inanırsak başarabiliriz!" dedim, ve işte gördüğünüz gibi şu an buradayım. Tüm ekip arkadaşlarıma, özellikle her türlü felaket sahnesinde Requiem for a Dream soundtrack'inden Lux Ataerna parçasını ısrarla yerleştiren Tahsin Özgün'e çok teşekkür ediyorum."

Ali Kırca'nın bu duygusal konuşmasından sonra, en başta bir kişi yavaşça alkışlamaya başladı, sonra diğer konuklar da birer birer katıldı ve herkes yavaşça ayağa kalkıp gözlerinden yaşlar gelerek alkışladı.

Gece, Londra Filarmoni Orkestrası'nın bu iki parçayı canlı çalmasıyla sonlanacakken bir sürpriz daha yaşandı ve İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth telefonla törene bağlanıp Londra Filarmoni Orkestrasını ATV Ana Haber Merkezine hediye ettiğini belirtti. ATV'nin ana binasındaki camlı yerin önünden geçerken eğer büyük bir orkestrayla karşılaşırsanız sakın şaşırmayın, çünkü o insanların ve enstrümanların hepsi ATV'nin zimmetli malı dün akşam itibariyle.

P.S: Gecede ufacık bir tatsız an yaşandı. "Levent Kırca'yla Soyismin De Aynı Tipin De Benziyor Ali Kırca Gerçeği Açıkla!" yazılı bir pankart açan protestocu, güvenlik görevlilerince çok kısa sürede etkisiz hale getirildi.

13 Aralık 2009 Pazar

Here I come ulan...

Bugün Oğuz Atay'ın ölüm yıldönümü. Tehlikeli Oyunlar'ın "En Büyük Hazinemiz Aklımızdır" bölümünden alıntı yapıp yapmamak konusunda kararsız kaldım. Yaparsam olayı çok dramatize etmiş olurum diye düşünüp vazgeçtim. Hem o mektubu kasıtlı olarak geçirmiş gibi duracaktı.

Şunu söyleyeyim, Tutunamayanlar'daki devlet dairesi çalışanları ve kağıt işleri bölümünü, -hele kağıda iğnelerin takıldıkça artması kısmını- okuduğumda o kadar keyif almıştım ki, orası hep aklımda kalır ümidiyle kitabı yemek istemiştim.

Bu kadar.

P.S: Çevremizde dalga geçtiğimiz "Bertrand Russel, Matematiğin İlkelerinde beni anlattı.", "İsa İncil'de beni anlattı." akımını yaratan, "Oğuz Atay Tutunamayanlar'da beni anlattı." lafını ilk Kadir İnanır söylemiş.
Kadir'ciğim, Devlerin Aşkı'nda, Türkan'ı tokatlarken gözlerinde hiç o mazlumluğu göremedik.

Birkaç yl önce Halit Refiğ'in evine gitmiş, Tutunamayanlar'ın ilk baskısının imzalı olanını görmüştüm. Ancak şu an, imzanın üstünde yazan yazının sonlarında "ben kelime söyleyemem ki." gibi bir şey yazdığını hatırlayabiliyorum sadece. Fotoğrafı vardı, kaybolmuş.

Bu da internet tam metin linki sözlükten buldum: http://www.scribd.com/doc/4553584/tutunamayanlar-oguz-atay

Bu da Orhan Gencebay'dan geliyor:

P.S2: Ne? Doğu/batı ayaklarına mı gireydim. Böyle kalsın efendim. İsteyen taşaklı incelemelerini bulur okur. Her yer kaynıyor zaten. Şimdi analizle şu güzel ortamı bozmayalım.



9 Aralık 2009 Çarşamba

Mağrur olma Bengü'm senden büyük Bowie var!




"Bir kez gönül kırdıysan, öptüm byessss:-("
Yunus Emre

Çok yazı birikti taslaklarda, onları bir ara geçireceğim. Biliyorsunuz Fransa'da Kurban Bayramı bir hafta geç kutlanıyor, bu yüzden yazamıyordum bir süredir.

Solda, Tarkan'ın Salına Salına Sinsice'sinin(off aliterasyondan mahvoldu şarkı) klibinin çekildiği stüdyonun beyaz olarak aydınlatılarak David Bowie'ye ucuza satılmış halini görüyosunuz. Şunu belirtmek istiyorum ayrıca, hayatımda gördüğüm ilk erotik meme de bu klipteydi, hatta benim yaşımdaki insanların çoğu için geçerlidir bu sanırım.(Ayrıca klipte, Tarkan'ın postapokaliptik evren kaynakçı gözlüklerini izlemekten yazamıyorum şu an.) Birazdan geçeceğim yazıya ama, şunu da belirtmek istiyorum ki 1995-2000 yılları arasındaki kliplerde olsun, albüm kapaklarında olsun ortak bir ambiyans sezilmiyor mu sizce de? Yani bu "Milenyum" ayaklarına biraz daha geniş mekanlar, parlak renkler, ama mesela 60lardaki fütüristik filmler gibi herkes de lateks giymiyor, efendi gibi dar kıyafetlerini giyiyorlar sadece. Yine o dönem için en iyi teknolojiyle yapılmış Michael Jackson ve Kız kardeşinin Scream klibi sanırım bu dönemi en iyi tanımlayan olaylardan biri olabilir galiba. Bir de, Pepsi'nin Spice Girls'le ilgili bir şey yapması olayı da zihnimde aynı ambiyansı uyandırdı mesela.

Neyse, Bengü'ye geçiyorum. Bu kapakla sanırım David Bowie'ye meydan okumaya kalkışıyor. Albümün adı İki Melek, hafif Glam Rock etkileşimleri içermekle beraber, prodüktör koltuğuna da Brian Eno oturmuş. Bu kapağı hazırlayan arkadaş yaratıcılıktan nasibini almamış bir insan onun için çok üzülüyorum. Zaten David Bowie'den haberi bile yoktur, ama yine de ne bileyim hiç mi aklına başka bir şey gelmedi. Bir de bu fotoğrafın Bengü'nün kendisiyle öpüşürken olanı var ki, bu da Recep Bülbülses'ten bile yüksek bir egoya sahip olduğunu gösteriyor. AMA! Bu olay Türk müzisyenlerde bir ilk değil a dostlar. Şimdi size arşivlerden çıkardığım ikinci bir rezaleti göstermek istiyorum.

Bilmiyorum ne kadar belli oluyor ama, Erkin Koray resmen Ziggy Stardust yüz boyaması yapmış kendine. Gerçi kendi duygularının, esrikliğinin, isyankarlığının müsebbibi olarak yanlardan gözyaşlarını akıtmayı da unutmamış. Bengü, "Erkin Koray'ın açtığı yoldan gideceğim." gibi bir mesaj mı vermek istiyor onu bilemiyoruz. Neyse, olay buydu.

Sıradışı bir site buldum, anahtar kelime giriyorsunuz o da şiir üretiyor. Bir tane yerleştiriyorum.

Monteyniye için...

Seni düşünürken Monteyniye, uykusuz gecelerde 14 yıldır seni düşünürken,

Bir Penguen gelir yüreğimin ucuna konar. Bir Karahindiba açılır ansızın,

Bir Karanfil sinsi sinsi kanar kalbimin üzerinde,

Seni düşünürken Monteyniye, bir Sekoya ağacı tepeden tırnağa donanır. Deliler gibi dönmeye başlar,

Döndükçe, Siyah saçların dalgalanır.

Çekirdeği henüz süt bağlamış bir Ademelması kesilir ağzımda,

Dokundukça yanar Yeşil gözlerin.

Seni düşünürken bir Hamsi geçer okyanuslardan, 'Cicim' der dudakların,

Seni düşünürken, Pembe kirpiklerini...

Seni düşünürken, 'Nasılsın?' der dudaklarım...


P.S: Dün bir buzdolabında krem şokola görüp şaşırdım. Sanırım ismi, tadından çok daha fazla keyif vaadediyor. Mesela yerken, aniden Çokomel ülkesine gidip, oyuncak trenlere bineceğimi düşünüyorum. Ama onu çokomel bile yapamazken, elin gavurunun krem şokolası nasıl yapsın. Bu arada Çokomel dedim de, Sultan filmi vardı, Şener Şen peltek bakkalı oynuyordu. O filmdeki çocukların "anne çokomel al" ses tonunu hiç unutamıyorum, aklımdan çıkmıyor. Synthesizer'la mı yapılmış arkadaş. Yine 9 yaşlarımdayım Barış Manço'nun bütün şarkılarını evdeki teybe kendi başıma dolduruyorum, boş kalan yerlere blokflüt ya da ağzımla eşlik ediyorum. İşte o kasetteki ses tonum da aynıydı. Şimdi, doldurup ayrıca kapak hazırladığım albümün adını burada söyleyemiyorum ama çok kötüydü yani. Kareli Harita Metod defterinden kesilmişti bir de! En azından git elişi kağıdına çalış değil mi? Zaten sonradan kasedin B yüzüne de Hülya Avşar'ın ve Teoman'ın radyoda çalan şarkılarını çekmiş, bu güzelim A Tribute to Baris Manco albümünü ziyan etmiştim.

4 Aralık 2009 Cuma

Yavrular Üzerine


Böyle akılları karıştıran, Cilalı İbo başlığı atmak pek hoş değil ama tüm canlı ırklarının yavrularından ve özellikle en haşır neşir olduğumuz İnsan yavrularından bahsetmek istiyorum.(insanı özel isim sanarak yazdım, sonra okuyunca toparladım, ama o hatanın ibret abidesi olarak kalması gerekiyor.)

İnternette dolaşan ayı, panda, maymun, ve hatta tembel hayvan yavruları videoları ne kadar sevimli değil mi? Hapşıran panda yavrusu internet olayı olmuştu hatta. Aha gerçi o çok gülen bebek de youtube'da en çok izlenenlerdendi. Hapşıran Panda Yavrusu Charlie'ye karşı! İşte hayvan yavrularında doğal bir sevimlilik varken, insan yavrularında bu ekstra bir özellik olarak geliyor. Çünkü bazı bebekler var, malesef düştükleri zaman bile sevimli olamıyorlar. Gerçi 3 yaşından sonra tamamen yitiriyorlar zaten sevimliliklerini, ama artık o palazlanma evresi hemen hemen yavruluk bitmiş, bir civcivden piliç, buzağıdan dana, sırtı tüylü olan çita yavrusundan sırtı tüysüz olan çita yavrusuna geçiş gibi ara evrelerine geçmiş bulunuyorlar, üstüne bir de ergenlik var. Ondan sonrasında ortalama 20 yıl adam gibi takılabiliyorsun.

Tahiminimce en sevimsiz bebek, terleyen ve saçlı bebektir. Suratı da kızarınca aniden sinirleniyorum insanoğlunun yavrusunun bu acizliğine. Tamam insan yavrularından sevimli olanları var, ama bebek terleyince İsmail Türüt oluyor biraz bence. Burada doğal olarak gelen, kusma, altına sıçma gibi özelliklerden bahsetmeye gerek yok, sonuç olarak o da şuursuz bir yavruyu bunlardan sorumlu tutmak canilik olur.

Ama 3 yaş sınırı çok önemli bence, eğer 3 yaşına kadar kaybetmemişse sevimliliğini zaten 3 yaş civarlarında başlayan soru sorma süreciyle tamamen yitiriyor bütün sevimliliğini. Geçenlerde bir bankta oturup telefonda bir şeyler okuyorum, ışıklı olduğu için gelip telefona bakıyor, sonra sürekli benim yüzüme bakıyor. Yüzüne bakmadım doğal olarak, bu oyuna gelecek değilim. Sonra muhabbete girmeye çalışıp "Montun ne renk? Yeleğin benim olsun mu? Sen benim çocuğum ol." sorularına düşmekten çok korktum. O da saçlı ve terliydi, sonra yola çıkınca vazgeçilmez bir ritüel olan zırlama sürecine başladı.

Ama çocuğu görmeliydiniz dostlar, bir ya da iki yıl sonra "Abisi/Ablası, Berk bilgisayarında oyun oynayabilir mi diye soruyor."u annesine bin zorlukla sorduracak kişiydi. Bazen bizim şatoda altın günleri yapılır çevre şatolardan Duschés'ler gelirdi. "Koş bakalım Monteyn abin napıyomuş arkada." lafını işitir işitmez kendimi öldürmek isterdim. Sonunda ma mére'le tartışmak durumunda kalmıştım. Hem de ergen kavgası değil, yani "Onnö yooo yollomo çocokloru odomo" değildi. Paşalar gibi, "Walide Xanımcığım, biliyorsunuz benim eq'm biraz düşük, hayatımda girdiğim mülakatlardan hiçbirinde, bir çocukla girdiğim diyalog kadar gerilmedim. Başaramıyorum bu işi." dedim. O da "Yaa, insanın içinde olsun içinde, öğretmekle olmuyor. Bana ma mére mi öğretti!!" cevaplarını verdi, sonunda mutabık olduk ve şatonun benim bulunduğum katına çocuk yollamamaya başladı. Gerçi insan yavrusu müessesinden biraz uzaklaşmış gibi oldum, ama hani daha tüyleri çıkmamış kedi yavruları olur ya, işte saçlı ve terli bebeğe ona durduğum mesafede duruyorum.

P.S: temsili fotoğraftaki arkadaş belki bi tanıdığın fotoğrafıdır diye gözüne siyah bant çekmek durumunda kaldım.
 
Copyright © 2010 MONTEYN